mektub_266.htm

266 İKİYÜZALTMIŞALTINCI MEKTÛB

266 İKİYÜZALTMIŞALTINCI MEKTÛB

İkiyüzaltmışaltıncı mektûbu, üstâdı Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin iki oğlu, hâce Ubeydüllah ve hâce Abdüllaha yazmıştır. İlhâm ve firâset yolu ile, mubârek kalbine doğan, (İlm-i kelâm) akîde yâni îtikatından bazısını bildirmektedir. Kitaplardan alarak ve akıl ve düşünce ile bularak yazmadığı hâlde hepsi, Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerinin sözlerine uygundur. Allahü teâlâ, ömr sarf ederek, istirâhatlerini fedâ ederek, durmadan çalışan o âlimleri, en üstün iyiliklerle mükâfatlandırsın!

İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî, daha ilim deryasına yeni daldığı sıralarda hazret-i Peygamberi rü'yâda görüp, kendisine buyurmuştu ki: (Sen kelâm ilminde müctehid olacaksın). Bu rü'yâsını hocasına anlatmıştı. O günden beri, ilm-i kelâmın her mes'elesinde ayrı ictihâdı ve görüşleri vardır. Fakat, mes'elelerin çoğunda (Mâtürîdiyye) imamımız ile berâberdir. Eski Yunan felesoflarının, islâmiyete uymıyan sözlerini red edip, yanıldıklarını isbât etmekte ve tesavvuf büyüklerini tanıyamıyarak ve sözlerini anlıyamıyarak, yoldan çıkan, sapıtan ve kendilerini din adamı sanıp, herkesi de yoldan çıkartan, câhil ve ahmakların yüz karalarını meydana çıkarmaktadır. Bu mektûbda ayrıca namaza âid birkaç fıkh mes'elesini de bildirmekte ve tesavvufun kıymetini ve yüksekliğini ve bu yoldan yükselmiş olan büyüklerin islâmiyete sımsıkı sarılmış olup, bunları tanımıyan zevallıların iftirâlarının çürüklüğünü [ve mûsikî dinlememeği ve dans ve oyun yerlerine gitmemeği] ve daha birkaç şeyi bildirmektedir:

Allahü teâlâya hamd olsun. Bütün düâlar ve iyilikler, Onun Peygamberi ve sevgilisi ve bütün insanların her bakımdan en güzeli ve en üstünü olan Muhammed Mustafâya ve Onu sevenlerin ve izinde gidenlerin hepsine olsun! Allahü teâlâ, siz yüksek hocamın kıymetli yavrularını da, saadet-i ebediyyeye kavuştursun!

Yüksek üstâdımın, beni dünya ve âhıret nîmetlerine kavuşturan kıymetli hocamın sevgili yavruları! Biliniz ki, herşeye muhtaç olan bu zevallı kardeşiniz, tepeden tırnağa kadar, o yüksek babanızın sadakaları ve ihsânları içinde yüzüyorum. İnsanlığın elifbâsını ondan öğrendim. Yükseklikleri haber veren kelimeleri ondan okudum. Herkesin, senelerce çalışarak kazanabildiği dereceler, onun huzurunda, terbiyesi altında, az zamanda elime geçdi. İnsanlara meziyyet, üstünlük veren bütün kıymetler, ona hizmetimin ikrâmiyesi olarak üzerime serpildi. Hiçbir işe yaramıyan ve insanlıktan haberi olmıyan bu zevallı, onun nûrlu bakışları altında, ikibuçuk ay içinde olgunlaşarak, büyüklerin yoluna katıldı. Onların Allahü teâlâya olan yakînliklerine kavuştu. Böyle az bir zamanda, tesavvufu tadmış olanların, tecellîler, zuhûrlar, nûrlar, hâller ve keyfiyyetler diye anlatmak istedikleri gizli kazançlar, babanızın parlak kalbindeki deryanın damlaları olarak, önüme saçıldı. Bunlardan hangi birini anlatayım. Onun, lutf ederek, acıyarak mubârek gönlünü bu fakire çevirmesi ile, tesavvufcuların tevhîd [bir bilmek], kurb [yakınlık], mâıyyet [berâberlik], ihâta [her tarafı kaplamak], sereyân [her zerrede bulunmak] gibi sözlerle, anlatmak istedikleri marifetlerden, ince bilgilerden ele geçmiyen, hemen hemen birisi kalmadı. Bunların içlerinden, özlerinden bildirilmedik bırakılmadı. Vahdet-i vücûd dedikleri, herşeyde Allahü teâlânın kemâlâtını görmek ve vahdette kesreti bulmak, bu ince bilgilerin başlangıcıdır. İslâm büyüklerinin eriştiği, tanıdığı bilgileri, kelime kadrosu ile anlatmaya kalkışmak, câhillik ve ahmaklık olur. Bunların kavuştukları, yetiştikleri dereceler çok yüksektir. Anladıkları, edindikleri bilgiler ve zevkler çok incedir. Her bilgi satanın, büyük ve önder sanılanların yetişeceği, yanaşacağı yer değildir.

O çok yüksek babanızın, bu zevallıya olan nîmetlerine, ihsânlarına karşı, ölünciye kadar, başımı kapınız hizmetçilerinin ayaklarına sürsem, size karşı birşey yapmış olamam. Hangi kusurumu bildireyim? Mahcûbiyyetimden, yüzümün karasından hangisini meydana çıkarayım? Allahü teâlâ, Hüsâmeddîn Ahmedden râzı olsun ki, sizlere karşı olan vazîfemizi, borcumuzu üzerine alarak, kapınıza kul olmakla, hizmetinizde çalışmakla şereflenmekte, böylece rahat nefes almamıza sebeb olmaktadır. Fârisî beyt tercemesi:

    Vücûdümün her zerresi dile gelse de;

    Şükrünün binde birini yapamam yine!

[Asrların yetiştiremiyeceği, insan gücünün ölçemiyeceği] o kıymetler hazînesinin, kapısının eşiğini öpmekle üç defa şereflenmiştim. Üçüncüsünde buyurdu ki: (Zayıf düştüm. Yaşamak ümmîdim azaldı. Benden sonra, çocuklarımı gözet!). Sizleri getirdiler. O zaman daha küçük idiniz. Kucakta taşınıyordunuz. Size teveccüh etmemi, emr buyurdular. Emrlerine uyarak, yüksek huzurlarında, üzerinize o kadar teveccüh olundu ki, te'sîri görünüverdi. Sonra, (Bunların annelerine de, uzaktan teveccüh et!) buyurdular. Yanımızda olmadığı hâlde, onlara da teveccüh olunmuştu. Emrleri ile ve huzurlarında olduğu için, o teveccühlerin çok faydalar sağlıyacağını ümmîd ediyorum.

Babanızın, herhâlde yapılması lâzım gelen emrlerini ve herne behâsına olursa olsun yerine getirilmesi gereken vasıyyetlerini unutacağımı veya dalgınlığıma geleceğini sanmayınız! Buna imkân olur mu? Ufak bir işaretinizi bekliyorum. Şimdilik, birkaç satır nasihat yazıyorum. Cân kulağı ile dinleyiniz! Cenâb-ı Hak, ikinizi de, saadet-i ebediyyeye kavuştursun!

Her müslümanın, önce îtikatını düzeltmesi, yâni Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerinin  bildirdikleri gibi, inanması lâzımdır. Durmadan, yılmadan çalışan o âlimlere, Allahü teâlâ, bol bol mükâfat versin! Cehennemin ebedî azâbından kurtulan, yalnız bunlar ve bunların izinde gidenlerdir. Bunların bildirdiği îtikatlardan unutulmakta olanları anlatacağım:

[Îmanın şartı altıdır: Birincisi, Allahü teâlâya inanmaktır]. Allahü teâlâ, kendi Zâtı ile vardır. Ondan başka herşey, Onun var etmesi ile, var olmuştur. Kendisi ve sıfatları ve işleri yegânedir, birdir. [Yâni, hiçbirşey, hiçbir bakımdan, Allahü teâlâya benzemez.] Varlıkta, şerîki, ortağı olmadığı gibi, hiçbir bakımdan benzeri yoktur. Benzerlik yalnız ismde ve kelimelerdedir. Onun sıfatları da, işleri de, kendi gibi, akıl ile anlaşılmaz ve anlatılamaz ve insanların sıfatlarına, işlerine, hiç benzemez ve uymaz. [Onun sekiz sıfatı vardır. Bunlara, (Sıfat-ı sübûtiyye) denir.] Bunlardan biri, ilim sıfatıdır, yâni Allahü teâlâ bilicidir. Bu sıfatı da, kendi gibi kadîmdir. Yâni sonradan olma değildir. Hep vardı ve basît, [yâni bir hâldedir. Hiç değişmez, bölünmez ve çoğalmaz]. Bildiği şeyler değişmekte, her değişmeyi bilmektedir. Fakat, ilminde ve ilminin bu şeylere bağlanmasında, bir değişiklik olmaz. [Geçmişteki sonsuzdan gelecekteki sonsuza kadar, yâni ezelden ebede kadar herşeyi, her değişmeği, yalnız bir biliş ile bilmektedir. Yâni, bu sonsuz zamanlarda olan herşeyi], birbirine benzeyen ve benzemiyen hâlleri ile, hem büyüklerini, hem de ufak zerrelerini, herbirini kendi zamanında olarak bir anda bilmektedir. Meselâ, bir kimsenin hem varlığını, hem yokluğunu, hem doğmadan evvelki hâllerini, çocukluğunu, gençliğini, ihtiyârlığını, diri olmasını ve ölü olmasını, ayakta, oturmakta, dayanmakta, yatmakta, gülmekte, ağlamakta, neşe ve lezzette, derd ve kederde, izzet ve kıymette, zillet ve aşağılıkta, mezârda, kıyâmette ve mahşer yerinde ve meselâ Cennette nîmetler içinde olduğunu, hep bir ânda ve bir hâlde bilmektedir. Ne ilminde, ne de ilminin bu şeylere bağlanmasında bir değişiklik olmaz. Değişiklik olsa, zamanın da, değişmesi olur. Hâlbuki orada, ezelden ebede kadar, parçalanamıyan bir ân vardır. Daha doğrusu, Allahü teâlâ, zamanlı değildir. Öncelik ve sonralık yoktur. İlmi herşeye yetişir dersek, herşeyi bir bilmekle ve ilmin bunlara bir bağlanması ile biliyor. Bu bir bilgi ve bir bağlantı da, aklın eremiyeceği bir bağlanmaktır. Bunu akla anlatabilmek için, şu misâli uygun buluyorum: İnsan, bir kelimenin çeşidli hâllerini, birbirine benzemiyen şekillerini bir ânda düşünebilir. Bir kelimeyi, bir ân içinde, hem ism, hem fi'l, hem harflerin kümesi, hem mâdî, hem müstakbel, hem emr, hem men, hem edatlı, hem edatsız, hem müsbet, hem menfî bilebilir. Çeşidli şeklleri bir ânda, kelimede ayrı ayrı görüyorum diyebilir. Bir insanın, ilminde ve hattâ görmesinde, ters ve çeşidli hâlleri bir araya toplaması, mümkin olunca, Allahü teâlânın ilminde neden mümkin olmasın? Hem de Onun ilminde iki zıddın, bir arada bulunması görünüştedir. Yoksa, orada zıdlık yoktur. Meselâ, bir kimseyi, bir ânda, hem var, hem yok bilir. Fakat, yine o ânda onun varlığını, meselâ hicretten bin sene sonra ve birinci yokluğunu, bu varlıktan evvel, ikinci yokluğunu da meselâ, varlığından yüz sene sonra olarak bilmiştir. O hâlde, arada zıdlık yoktur. Zîrâ, varlığın ve yokluğun zamanları başkadır. İşte Allahü teâlâ, ayrı ayrı, başka başka, zerreleri bir ânda biliyorsa da, ilminde değişmek olmuyor. Felsefecilerin zannettiği gibi, ilim sıfatında sonradan birşey hâsıl olmuyor. Çünki birşeyin bilgisi, evvelki şeyin bilgisinden sonra hâsıl olmuyor ki, ilimde değişiklik olsun. Herşeyi bir ânda bildiğinden, ilminde değişiklik ve yenilik hâsıl olmaz. O hâlde, ilimde değişiklik olmadığını anlatmak için, ilim, eşyaya, çeşidli bağlantılarla bağlanmıştır demek ve bunların değiştiğini söylemek lüzûmsuzdur. Nitekim felsefecileri susdurmak için, bazı büyüklerimiz böyle söylemiştir. Bu bağlantıların, eşyaya bağlanmasında değişiklik olur denirse yerinde olur.

Allahü teâlânın sıfât-ı sübûtiyyesinden biri, Kelâm sıfatıdır. (Kelâm sıfatı), yâni söylemesi de, bir basît kelimedir ki, ezelden ebede kadar, hep o bir kelâm ile söyleyicidir. Bütün emrler, bütün yasaklar, bütün bildirilen şeyler, bütün süâller, bütün dilekler, hep o bir kelâmdır. Gönderdiği bütün kitaplar ve sayfalar, hep o bir basît kelâmdandır. Tevrât ondan meydana gelmiş, Kur'an-ı kerim, ondan nâzil olmuş, inmiştir.

Allahü teâlânın [Sıfât-ı sübûtiyyesinden biri, (Tekvîn) sıfatıdır. Yâni yaratıcıdır]. Bütün yarattıkları, yaptıkları da, bir fi'l, bir yapıştır ki, ilk yarattığından, sonsuza kadar yaratmaları, hep o bir fi'l ile var olmaktadır. (Bir göz kırpacak zamanda herşeyi yaptık) meâlindeki âyet-i kerime, bunu gösteriyor. Hayat vermesi ve öldürmesi, hep o bir fi'l iledir. Yaratması ve yok etmesi de o fi'ldendir. Fi'linde de çeşidli bağlantılar yoktur. Bir te'alluk ile ilk ve sonradaki herşeyi kendi zamanlarında yaratıyor. Akıl, onun fi'lini [işini] anlıyamıyacağı gibi, fi'lin bağlanmalarına da erememektedir. Aklın oraya yolu yoktur. Ehl-i sünnet âlimlerinden, Ebül-Hasen-i Eş'arî bile, Allahü teâlânın fi'lini anlıyamıyarak, tekvîn sıfatına, yâni yaratmasına sonradan olma hâdisdir, dedi. Yâni herşeyi yapması, yaptığı zaman meydana geliyor dedi. Hâlbuki, her zaman yapılan işler, ezeldeki fi'lin eserleri, meydana çıkmalarıdır. Yoksa, fi'linin kendisi değildir. Tesavvuf büyüklerinden, fi'llerini görüyoruz, yâni Tecellî-i ef'âle kavuştuk diyenler de, böyle yanılıyor. Herşeyde, Allahü teâlânın fi'lini görüyoruz sanıyorlar. Hâlbuki, o tecellîler, görünenler, fi'lin kendisi değil, eserleridir. Zîrâ, Allahü teâlâ, görülemediği gibi, fi'li de görünmez, his olunamaz, düşünülemez ve akıl ile anlaşılamaz. Onun fi'li de, bütün sıfatları da kadîmdir. Sonradan olma değildirler. Kendisi ile hep vardırlar. Onun fi'line (Tekvîn) denir, mahlûkat aynasına yerleşmez ve görülmez. Fârisî beyt tercemesi:

    Dar olan, şekil ve sûret kabına manâ nasıl sığar?

    Dilenci kulübesinde sultânın ne işi var?

Bu fakire göre, Allahü teâlânın kendi tecellîsi olmaksızın, fi'llerinin ve sıfatlarının tecellîsi olamaz. Sıfatları ve fi'lleri kendinden ayrılmaz ki, kendi tecellîsi olmaksızın, tecellî edebilsinler. Onun zâtından ayrılan, fi'llerinin ve sıfatlarının zılleri, aksleri, görünüşleridir. Herkes bunları anlıyamaz. Cenâb-ı Hak, dilediği kullarına bildirir. Onun ihsânı çoktur.

Yine sözümüze gelelim: Allahü teâlâ, hiçbirşeye hulûl etmez. Hiçbir cism içine işlemez. Hiçbirşey Ona hulûl etmez. Fakat, Allahü teâlâ, herşeyi ihâta etmiş, kaplamıştır ve herşeye yakındır ve herşeyle berâberdir. Fakat, bizim alıştığımız ve anladığımız ihâta, kurb ve mâıyyet gibi değildir. Bunlar, Ona lâyık değildir. Evliyânın keşf ile, müşâhede ile anladığı, ihâta, kurb ve mâıyyet de, Ona lâyık değildir. Zîrâ, zevallı mahlûkların hiçbiri, Onu ve sıfatlarını ve fi'llerini anlıyamaz, bilemez. Anlamadan inanmak lâzımdır. Fârisî beyt tercemesi:

    Anka kuşu avlanamaz, tuzağını topla!
    Bu avlanmada, giren yalnız havadır tuzağa.

Yüksek rehberimin (Mesnevî)sinden şu beyti buraya yazmak uygundur. Fârisî beyt:

    Gidilecek yol uzundur pek,
    Uygun olmaz kavuştum demek.

Allahü teâlânın, herşeyi ihâta ettiğine ve herşeye yakın olduğuna ve herşey ile berâber olduğuna inanırız. Fakat, bu ihâta, kurb ve mâıyyetin, ne demek olduğunu bilemeyiz. (İlmi ihâta etmiştir, ilmi yakîndir) demek, Kur'an-ı kerimin açık olan manâsını çevirmek demektir. Biz, böyle manâlar vermeği doğru bulmuyoruz.

Allahü teâlâ, hiçbirşey ile ittihâd etmez, birleşmez. Hiçbirşey de, Onunla birleşmez. Tesavvuf büyüklerinden, ittihâd manâsı anlaşılan sözler çıkmış ise de, onlar, başka şey demek istemiştir. Meselâ, (Fakirlik temâm olunca, Allahü teâlâdır) sözleri ile, (Herşey yoktur, ancak Allahü teâlâ vardır) demek istiyorlar. Yoksa, o fakir, Allahü teâlâ ile birleşir, demek istemiyorlar. Bunu demek, kâfirlik, zındıklık olur. Allahü teâlâ, zâlimlerin, kâfirlerin sandığı gibi değildir. Üstâdım buyurmuştu ki: Hallâc-i Mensûrun, (Ben Hakkım) sözünün manâsı, (Ben yokum, yalnız Allahü teâlâ vardır) demektir. [İslâmiyyete uyanların böyle sözlerine hüsn-i zan olunur. Tevil edilir.]

Allahü teâlânın zâtında, sıfatlarında ve fi'llerinde değişiklik olmaz. Hareketlerin, işlerin olması ile, herşeyi yaratması ile, Onun zâtında, sıfatlarında ve fi'llerinde değişiklik olmuyor. Vahdet-i vücûd var diyenler, (Tenezzülât-i hams) yâni Allahü teâlânın, bu mevcûdâtı var etmesi, beş derecede olmuştur demeleri, Onda değişiklik yapacak manâda değildir. Bu manâ ile söyliyen kâfir olur, yoldan çıkar. Bu büyükler, Allahü teâlânın sıfatlarının zuhûrunda, meydana çıkmalarında, beş derecenin aşağıya indiğini söylüyor ki, zâtında ve sıfatlarında ve fi'llerinde bir değişiklik olmuyor.

Allahü teâlâ, (Ganiyy-i mutlak)dır. Yâni, hiçbirşey için, hiçbirşeye muhtaç değildir. Ne kendine, ne sıfatlarına, ne de fi'llerine, hiçbir sûretle hiçbirşey lâzım değildir. Varlıkta muhtaç olmadıkları gibi, zuhûrda, belli olmakta da, ihtiyaçları yoktur. Sôfiyyenin büyüklerinin, (Allahü teâlâ, ismlerini ve sıfatlarını izhâr için, bize muhtaçdır) anlaşılan sözleri, bu fakire çok ağır geliyor. Yaratılmakla, biz kıymetlendik, şereflendik. Allahü teâlâda birşey artmadı. Böyle şeyler söylemek, çok yersiz ve çirkindir. Ez-zâriyât sûresinin, (Cinnîleri ve insanları, ancak bana ibâdet etmeleri için yarattım) meâlindeki ellialtıncı âyeti gösteriyor ki, cinnîlerin ve insanların yaratılması, Allahü teâlâyı tanımaları içindir ki, bunlar için şeref ve saadettir. Yoksa, Onun birşey kazanması için değildir. Hadis-i kudsîde, [yâni Peygamberin mubârek ağzından,] Allahü teâlânın, (Mâruf olmak, tanınmak için herşeyi yarattım) buyurması, (Onların beni tanımakla şereflenmesi için) demektir. Yoksa, (Tanınayım ve onların tanıması ile kemâl bulayım) demek değildir. Bu manâ, Allahü teâlâya lâyık değildir.

Allahü teâlâda, noksanlık sıfatları ve mahlûkların hâssa ve alâmetleri yoktur. Madde değildir. Cism değildir. Mekânlı değildir. [Yâni, yer kaplayıcı değildir.] Zamanlı değildir. [Bir yerde bulunmadığı gibi, zamanı da yoktur.] Kemâl sıfatları, kusursuzluklar yalnız Ondadır. Sekiz kemâl sıfatı olduğunu bildirmiştir ki şunlardır: (Hayat), diri olmasıdır. (İlim), bilmesidir. (Kudret), gücü yetmesidir. (İrâde), dilemesidir. (Sem'), işitmesidir. (Basar), görmesidir. (Kelâm), söyleyici olmasıdır. (Tekvîn), yaratmasıdır. Bu sıfatları, kendinden ayrı olarak vardır. Varlıkları ilimde değildir. [Yâni, nazarî ve teorik var denilmiş olmayıp], hâricde ve hakîkatte vardırlar. Kendi var olduğu gibi, bu sıfatları da ayrıca vardır. Vahdet-i vücûde inanan Sôfiyyûnun sandığı ve fârisî beyt tercemesi:

    Akıl ve düşünce ile, sıfatlar başkadır.
    Hakîkatte ise, hepsi tâm kendisidir.

sözleri, sıfatları inkârdır, inanmamaktır. Müslümanlardan, sıfatları inkâr eden Mu'tezile fırkası ile kâfirlerden eski felsefeciler de, sıfatları nazarî olarak kendinden ayrı ise de, hâricde yalnız kendi vardır diyorlar. [Yâni, sıfatların nazarî olarak], kendinden ayrı olduğunu inkâr etmiyorlar. Meselâ, ilim sıfatının manâsı, zâtın manâsının aynıdır demiyorlar. Yâhud, kudret ve irâdet sıfatlarının manâları, birbirinin aynıdır demiyorlar. Fakat, hâricdeki varlıkları, aynıdır diyorlar. O hâlde, sıfatları inkârdan kurtulmak için, hâricde ayrı ayrı var olduklarına inanmak lâzımdır. Nazarî olarak ayrı bilmek fayda vermez.

Allahü teâlâ, (Kadîm)dir. [Yâni, varlığının başlangıcı yoktur. Varlığından önce, yok değil idi, hep var idi.] (Ezelî)dir. [Yâni, hiçbir zaman yok değil idi.] Ondan başka, hiçbir varlık kadîm, ezelî değildir. Din sahipleri, Kitap sahipleri, hep böyle îman etmiştir ve Allahü teâlâdan başkasını kadîm, ezelî bilenlere, kâfir demişlerdir. Bunun içindir ki, hüccet-ül-islâm imam-ı Muhammed Gazâlî , İbn-i Sînânın ve Fârâbînin ve daha başkalarının, kâfir olduklarını söylemiştir. Çünki bunlar aklın, ruhun ve [maddenin ilk hâli dedikleri] heyûlânın kadîm olduğuna inanmış ve göklerin içindekilerle berâber, kadîm olduklarını söylemişlerdir.

[(Ahlâk-ı alâ'î) kitabında diyor ki, (İbni Sînâ, (Mu'âd) kitabında kıyâmette dirilmeği inkâr eyledi. Öleceğine yakın, guslabdesti alıp, vezîr iken yaptığı zulmlere tevbe ettiği söyleniyor ise de, îtikadı bozuk olanın guslü, namazı ve düâsı kabûl olmaz buyuruldu)].

Üstâdım buyurdu ki, şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin, (Büyük insanların ruhları kadîmdir) sözünün görünüş manâsına uymayıp, din sahiplerinin müşterek îmanlarına ve sözlerine çevirmelidir.

Allahü teâlâ, (Kâdir-i muhtâr)dır. [Yâni dilediğini yapabilir. Tabî'at kuvvetleri gibi, elbette işi yapmaya] mecbûr değildir. Eski Yunan felsefecileri, aklları ermediğinden, kemâl, büyüklük, mecbûr olmakta, herhâlde yapabilmektedir deyip, Allahü teâlânın ihtiyârını, yâni seçmesini inkâr ettiler. Yapmaya mecbûrdur dediler. Bu ahmaklar, Allahü teâlâ, birşeyi yaratmaya mecbûr olmuş ve sonra başka birşey yaratmamıştır dedi. Bu uydurma şeye de, akl-ı fe'âl deyip, herşeyi bu yapıyor dediler.

(Akl-ı fe'âl) dedikleri şey de, yalnız onların vehmlerinde, hayâllerinde olan birşeydir. Bunların bozuk inanışlarına göre, Allahü teâlâ hiçbirşey yapmıyor. İnsan sıkışınca, bunalınca, Akl-ı fe'âle yalvarır. Allahü teâlâdan birşey istemez. Çünki Allahü teâlânın dünyada olup bitenlerle hiç ilgisi yoktur. Herşeyi yapan, yaratan Akl-ı fe'âldir derler. Hattâ Akl-ı fe'âle de yalvarmazlar. Çünki onu, kendilerinden belâları gidermekte irâde ve ihtiyâr sahibi bilmezler. Bu nasipsizler, ahmaklıkta, sersemlikte, sapık fırkaların hepsinden daha aşağıdırlar. Kâfirler, her işlerinde Allahü teâlâya sığınıyor. Belâların giderilmesini ondan istiyorlar. Bu alçaklar ise, böyle değildir. Bu nasipsizlerde iki şey, sapık ve ahmak fırkaların hepsinden daha çoktur. Bunlardan biri, Allahü teâlânın gönderdiği haberlere inanmıyorlar. Peygamberlerin bildirdiklerine inat ve düşmanlık ediyorlar. İkincisi, bozuk ön fikrler ileri sürüyor. Aslsız, çürük delîller, şâhitler göstererek, boş, sapık düşüncelerini isbâta kalkışıyorlar. Bozuk düşüncelerini isbât için öyle yanılıyorlar ki, hiçbir alçak böyle yanlış, çürük şey yapmamıştır. Dünyada olan her işi, durmadan giden, dönen göklerin ve yıldızların değişmeleri ve vaziyetleri yapıyor diyorlar. Gökleri yaratanı ve yıldızları îcâd edeni ve hepsini hareket ettireni ve aralarında nizâm kuranı görmüyorlar. Bunu birşeye karışmaz sanıyorlar. Ne kadar ahmaktırlar! Ne kadar alçaktırlar! Bunları akllı bilen, sözlerine inanan ise, bunlardan daha alçaktır. Onların akla dayanan, düzgün ilimlerinden biri geometri [Hendese]dir ki, ne dünya saadetine, ne de ebedî kurtuluşa Faydası yoktur. Bir üçgenin, üç iç açısının toplamı, iki dik açıya müsâvîdir demek ve bunu isbâtlamak, insanlığa ne kazandırır. [Fen bilgileri, modern makinalar ve elektronik âletler ve yeni bulunan herşey, Allahın Peygamberine uyarak kalbleri temizlenmiş, ahlâkı güzelleşmiş îmanlı kimseler tarafından yapılmadıkca ve kullanılmadıkca faydalı olamazlar. İnsan haklarını, rahatı, huzuru sağlıyamazlar. Harbin ve sefâletin ortadan kalkmasına yaramazlar. Zulme, işkenceye vâsıta olurlar.]

[İmâm-ı Gazâlî , kendilerini akllı, ilim adamı ve hiç yanılmaz sanan dinsizleri üçe ayırmıştır. Birincisi Dehriyyûn ve maddîciler olup, bunlar eski Yunan felesoflarından asrlarca evvel vardı. Bugün de, fen adamı geçinen bazı ahmaklar, bu kısmdadır. Bunlar, Allahü teâlânın varlığına inanmayıp âlem, böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecektir. Canlılar da böyle birbirlerinden üreyip, sonsuz olarak sürecektir diyor. İkinci kısm, tâbiîyyeciler olup, canlılarda ve cansızlardaki akllara hayret veren, intizâmı ve incelikleri görerek, Allahü teâlânın varlığını söylemeğe mecbûr kalmışlarsa da, tekrar dirilmeği, âhıreti, Cenneti ve Cehennemi inkâr etmişlerdir. Üçüncü kısm, sonra gelen eski Yunan felesofları ve bu arada Sokrat ile talebesi Eflâtun ve onun da talebesi Aristonun felsefeleridir. Bunlar, dehrîleri ve tabî'iyyecileri red ederek, aldandıklarını ve alçaklıklarını bildirmek için, başkalarının sözlerine hâcet kalmıyacak kadar şeyler söyledi. Fakat bunlar da, küfürden kurtulamamıştır. Bu üç kısm da ve bunların yolunda gidenler de, hep kâfirdir. Bazı saf kimselerin bunları, din adamı sanması ve hattâ Peygamberlik derecesine yükseltmeleri, bu yolda hadis bile uydurdukları hayretle işitilmektedir. Kâfirler, herşey söyleyebilir. Fakat, müslüman görünenlerin, îman ve küfrü ayırd edememesi, acınacak bir hâldir].

Bu dinsizlerin üç kısmı da [ve bugün kendilerine ilim adamı denilen ve yeni felsefenin ve sosyolojinin kurucuları diye medh edilen, hâlbuki din bilgisi olarak, yahudilerin ve papasların İncîli değiştirmeleri ile meydana çıkmış hıristiyanlık ile, islâm düşmanlarının yazdığı birkaç uydurma kitaptan başka sermâyeleri olmıyan Luther Martin, Calvin [Kalven], Voltaire [Volter], Aguste Conte [Ogus Kont], Karl Marx ve Dürkheim ]Dürkheyim] gibi rönesans, inkilâb önderleri] ahmaklıkta ve zevallılıkta, herkesden ileri gitmiş, kâfirlerin her sınıfını arkada bırakmışlardır. Bunların hepsi, hem dinlere inanmıyor ve Peygamberlere inat ve düşmanlık ediyor, hem de âile, cem'ıyyet ve din hakkında uydurdukları sözleri ile, birbirlerini ve herkesi kandırmak için, çürük delîller ve şâhitler buluyorlar. O kadar yanlış, o kadar gülünç şeyler söylüyorlar ki, hiçbir câhilin, hiçbir ahmağın bu kadar aşağılığı görülmemiştir. Bunlar, ne kadar aklsız, ne kadar zevallıdır. Bunları akllı, fikrli sananlar da, bunlardan daha zevallı ve daha bedbahttır. Birçok kıymetli bilgileri, Peygamberlerin kitaplarından çalmışlar ve aralarına, başka şeyler de katmışlardır.

Bunları imam-ı Gazâlî , (El münkızü aniddalâl) kitabında, uzun uzadıya anlatmaktadır. Din sahipleri, Peygamberlerin izinde gidenler, birşeyin doğruluğunu isbât ederken yanılırsa, zararı ve tehlikesi olmaz. Zîrâ bunlar, bütün ilimlerinde ve işlerinde, onlara uyup, sözlerini isbât ediyor. Bunların Peygamberlere uyması, doğruluklarını bildirmeğe yetişir. O zevallılar ise, Peygamberlere uymaya, gericilik deyip, sözlerini akla uygun getirmeğe çalışıyor. Aklın eremediği şeylerde, şübhesiz yanılıyorlar. Allahü teâlânın Peygamberi olan Îsâ aleyhisselâmın sözlerini, bunların en büyüğü tanınan Eflâtun işitince, (Biz temiz, olgun, ilerici insanlarız, bize, doğru yol gösterecek kimseye ihtiyacımız yoktur) dedi. Ölüleri diriltiyor, körlerin gözlerini açarak, abraş denilen hastaları iyi ederek kurtarıyor. Yâni, kendi fenlerinin, tecribelerinin yapamadığı şeyleri yapıyor, diye işittiği bir kimseyi, gidip görmesi, hâlini incelemesi lâzım iken, görmeden, anlamadan, böyle cevâb verdi. Bu sözleri çok ahmak olduğunu göstermektedir.

[Avrupa kitaplarında ve tercemelerinde, Eflâtunun mîlâddan, yâni Îsâ aleyhisselâmın dünyayı teşrîflerinden, [384] sene önce öldüğü yazılıdır. Kendisi meşhûr olduğundan, ölüm zamanına inanılırsa da, Îsâ'ya, ancak oniki havârî inanıp, îsevîler az ve asrlarca gizli yaşadıklarından, mîlâd, yâni noel gecesi doğru anlaşılamamıştır. Mîlâdın, birinci kânûn [aralık] yirmibeşinde veya ikinci kânûn [ocak] altıncı veya başka gün olduğu sanıldığı gibi, bugünkü mîlâdî senenin bir veya dört sene az olduğu, çeşidli dillerdeki kitaplarda yazılıdır. O hâlde, mîlâdî sene, müslümanların senesi olan, hicrî sene gibi, doğru ve kat'î olmayıp, günü de, senesi de şübheli ve yanlıştır. İmâm-ı Rabbânînin buyurduğuna göre, üçyüz seneden fazla olarak, noksandır ve Îsâ  ile Muhammed  arasındaki zaman, bin seneden az değildir. (Mevâhib-i ledünniyye) ikinci cild, üçüncü faslda diyor ki, (İbni Asâkirin Şâ'bîden haber verdiğine göre, Îsâ aleyhisselâm ile Muhammed aleyhisselâm arasında dokuzyüzaltmışüç [963] sene fark vardır.) Muhammed aleyhisselâm, hicret ederken, tarihçilere göre, şimdi kullanılan mîlâdî senenin 622. ci senesinde Safer ayının son perşembe günü akşama yakın Sevr dağında mağaraya girdi. Pazartesi gecesi mağaradan çıkıp, efrencî Eylül ayının yirminci, rûmî Eylülün yedinci pazartesi günü Medîne şehrinin Kubâ dış mahallesine ayak basdı. Bugün, müslümanların (Hicrî şemsî) sene başı oldu. Acemlerin şemsî senesi, bundan altı ay önce, yâni Martın yirminci günü olan Mecûsî bayramında başlamaktadır. O gün Rebî'ul-evvel ayının sekizinci günü idi. O senenin Muharrem ayının ibtidâsı, (Hicrî kamerî) sene başı kabûl edildi. Bu kamerî sene başı, Mayıs ayının onaltıncı cuma günü idi. Kubâda dört gece kalıp, cuma günü çıktı. O gün Medîneye girdi. Herhangi bir mîlâdî sene başının rastladığı hicrî şemsî sene, bu mîlâdî seneden 622 noksandır. Herhangi bir hicrî şemsî sene başının rastladığı mîlâdî sene, bu şemsî seneden 621 fazladır.]

Oğlum Muhammed Mâsum bugünlerde (Şerh-i mevâkıf) kitabını temâmladı. Derslerinde bu akllı denilenlerin, hatâlarını ve kabahatlerini iyice anladı ve çok şey öğrendi. Cenâb-ı Hakka şükrler olsun ki, bizleri aklın dar çerçevesi içinde bırakmayıp, doğru yola çıkardı. Eğer Peygamberleri ile doğru yolu göstermeseydi, biz de o zevallılar gibi aklın ermediği şeylerde, zannettiklerimize inanacak ve helâk olacaktık.

[İmâm-ı Muhammed Gazâlî, imam-ı Ahmed Rabbânî ve daha birçok islâm büyükleri, eski Yunan felsefesini inceleyip, didik didik etmiş ve o felsefecilerin ne kadar câhil, ahmak ve kâfir olduklarını bildirmişlerdir. Müslümanların, böyle kâfirleri beğenmemelerini, onlara aldanmamalarını, birçok kitaplarında yazmışlardır.

O hâlde kâfirlerin, (İslâm âlimleri, tesavvuf adamları, eski Yunan felesoflarının, Batlemyus mektebinin te'sîri altında kalmış) demeleri temâmen yanlıştır. İslâm âlimlerini, onların talebesi ve taklîdcisi şekline sokarak, bunları küçültmek için yapılan, iftirâlardır. Hâlbuki islâm âlimleri, eski Yunan ve Roma felsefelerini çürüterek, yere sermiş, onların hukûk, ahlâk ve tıb üzerindeki sözlerinden doğru olanların, eski Peygamberlerin kitaplarından çalma olduklarını bildirmişlerdir. Sôfiyye-i aliyyenin, tesavvufa âid sözleri, câhillerin sandıkları gibi, kitaptan okumakla, başkalarından öğrenmekle ve taklîd ile değil, keşf ile yâni mubârek kalblerine, temiz ruhlarına akıp gelmekle anladıkları marifetlerdir.

Eski Yunan felsefecileri, herşeyi akıl ile anlamaya, akla uydurmaya kalkışan ve yalnız aklın beğendiğine inanan kimselerdir. Bunlar, aklın erebileceği şeylerde doğruyu bulabilirler ise de, aklın kavrıyamadığı, erişemediği birçok şeylerde yanılıyor, aldanıyorlar. Nitekim, sonra gelenleri, öncekilerinin yanlışlarını çıkarmakta, birbirlerini beğenmemektedirler. İslâm âlimleri ise, zamanlarına kadar olan fen bilgilerini okuyarak ve islâmiyetin gösterdiği yolda, kalblerini ve nefslerini temizliyerek, aklın erişemediği bilgilerde de doğruyu bulmuşlar, hakîkate varmışlardır. İslâm âlimlerine felesof demek, bunları küçültmek olur. Eski Yunan felsefecileri, yanılıcı olan aklın esîri, mahkûmu kimselerdir. Bunlar tecribe etmeyip, akıl ile söylediklerinde ve deneyleri açıklarken vehmlerine kapıldıkları zamanlarda aldanıyor, zararlı oluyorlar. Bunun için ve aklın üstüne çıkamadıkları için, bunlar islâm âlimi gibi yüksek olamaz.

Aklı olmıyan delidir. Aklını kullanmıyan sefîhdir. Akla uygun iş yapmamak sefâhettir. Aklı az olan da ahmaktır. Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği şeylerde yanılan kimse, eski kafalı felsefecidir. Aklın erdiği şeylerde, ona güvenen, aklın ermediği, yanıldığı yerlerde, Kur'an-ı kerimin ışığı altında akla doğruyu gösteren yüksek insanlar da islâm âlimleridir. O hâlde islâmiyette felsefe yoktur, islâm felsefesi, islâm felesofu yoktur. Felsefenin üstünde olan islâm ilimleri ve felsefecilerin üstünde olan islâm âlimleri vardır].

Muhyiddîn-i Arabînin kitaplarından da Allahü teâlânın, tabî'at kuvvetleri gibi, herşeyi irâdesiz yaptığı manâsı anlaşılıyor. Allahü teâlânın kudretini anlatırken, eski Yunan felsefecilerine uyduğu seziliyor. (İsterse yapmaz) demiyor da, (Yapması lâzımdır) diyor. Büyüklerimizin beğendiği, büyük bildiği Muhyiddîn-i Arabînin birçok sözlerinin, Ehl-i sünnetin doğru sözlerine uymaması, yanlış olması ne kadar şaşılacak şeydir. Hatâları, keşfinde, kalbe doğan bilgilerde olduğu için, belki kabahat sayılmaz. İctihâddaki hatâlar gibi birşey söylenemez. Onun büyük olduğunu ve hatâlarının kusur sayılamıyacağını, yalnız bu fakir söyliyorum. Onu büyük bilir ve severim. Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerine uymıyan yazılarını yanlış ve zararlı bilirim. Sôfiyyûndan bir kısmı, onu beğenmiyor ve çirkin şeyler söylüyor. Bütün ilimlerini yanlış ve bozuk biliyorlar. Bir kısmı da ona uyarak, bütün ilimlerini, yazılarını olduğu gibi alıyor. Hepsini doğru biliyor ve doğruluklarını isbât etmeğe kalkışıyor. Bu iki kısm da yanılıyor, adaletten ayrılıyor. Bir kısmı haddi aşıyor. Birisi de, büsbütün mahrum kalıyor. Evliyânın büyüklerinden olan Muhyiddîn-i Arabî keşflerindeki hatâsından dolayı, büsbütün red olunabilir mi? Fakat, Ehl-i sünnetin doğru sözlerine uymıyan, hatâlı bilgilerine uyulur mu ve herşeyi de kabûl olunur mu? Burada doğru yol, cenâb-ı Hakkın bize ihsân ettiği, iki tarafa sapmıyan orta yoldur. [İmâm-ı Süyûtî hazretleri (Tenbîh-ul-gabî) kitabında Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin büyüklüğünü vesikalarla isbât etmektedir. Ebüssü'ûd efendi fetvâlarında da ona dil uzatılamıyacağı yazılıdır. Vahdet-i vücûd bilgisinde, sôfiyyenin çoğunun, Muhyiddîn-i Arabî ile berâber olduğu meydandadır. Kendisi burada da, husûsî bir yol tutmuş ise de, sözün esasında ortaktırlar. Bu bilgileri de görünüşte, Ehl-i sünnet îtikatına uymuyor ise de, uydurulması kolaydır ve ikisini birleştirmek mümkindir. Bu fakir, cenâb-ı Hakkın yardımı ile, üstâdımın (Rübâiyyât)ını açıklarken, bu bilgileri, Ehl-i sünnetin îtikadı ile birleştirdim. Aradaki farkın, yalnız sözde ve kelimelerde olduğunu göstererek, her iki tarafın şübhe ettikleri yerleri öyle bir aydınlattım ki, okuyanların hiç şübhesi kalmaz. Görünce anlaşılır.

Ey müslüman! İyi bil ki, gördüğün, işittiğin her şey, meydana gelen herşey, madde ve cism, bunların hâssaları, akllar, fikrler, düşünceler, gökler, yıldızlar, elementler ve bileşik cismler yok idi. Hepsi, Allahü teâlânın istemesi ve yaratması ile var oldu. Onun yaratması ile yoktan var oldukları gibi, varlıkta kalabilmeleri, yok olmamaları için de her ân, Onun istemesine ve kuvvetine muhtaçdırlar. [İnsanların maddeleri birleştirmesi,] Sebeblerin ve şartların değişmesi ile [yeni yeni cismlerin teşekkül etmesi] Allahü teâlânın fi'lini, yapmasını perdeliyor, bizden örtüyor. Kuvvetinin, kudretinin meydana çıkması için, yapması ve yaratması için, sebebleri, vâsıtaları araya koymuştur.Aklı olan, uyanık olan, kalb gözlerini, Peygamberlere uyarak, sürmelemiş, cilâlamış olan kimse, bu sebeblerin de, vâsıtaların da, Allahü teâlâ tarafından yaratıldığını ve her ân Onun kuvvetine muhtaç olduklarını, Onun ile var olup, Onun ile varlıkta kalabildiklerini, yoksa hepsinin cânsız, te'sîrsiz, hareketsiz ve kuvvetsiz olduklarını ve kendileri gibi olan, başkalarına te'sîr edemiyeceklerini ve kendileri gibi olan, başka şeyleri yapamıyacaklarını düşünür. Bu sebeblerin ve vâsıtaların altında, arkasında, bunları yaratan ve bunlara te'sîr ve kuvvet, enerji veren bir kudret sahibinin bulunduğunu anlar. Aklı olan kimse, cânsız bir cismin hareket ettiğini görünce, bunu hareket ettiren bir kuvvetin varlığını anlar. Durmakta olan bir cismin, kendiliğinden hareket edemiyeceğini ve ancak dışardan bir kuvvetin bunu harekete getireceğini bilir. Demek ki, cânsız bir cismin, hareket etmesi, bunu harekete getiren bir fâilin, bir kuvvetin varlığını akıl sahiplerinden gizlemiyor. Hareket eden cismin cânsız olması, bir fâilin, bir kuvvet sahibinin mevcut olduğunu, akıl sahiplerine haber veriyor. Bütün sebebler, vâsıtalar da böylece, Allahü teâlânın varlığını, kudretini akıl sahiplerine ilân ediyor, bildiriyor. Fakat eblehler, ahmaklar, cismin hareketini görünce, kendiliğinden hareket ediyor sanarak, kuvvet sahibini, fâili göremeyip anlıyamıyor. Aklları olmadığından, hareket eden cânsız cismi, kuvvet sahibi zannediyor. Bunu hareket ettiren kuvveti, fâili inkâr ediyor, kâfir oluyorlar. Allahü teâlânın herşeyi sebeblerle, vâsıta ile yapması, yaratması, ahmakların, aklsızların inkârına, küfrüne sebeb oluyor. Akıl ve vicdân sahiplerine de hidâyet, kurtuluş yolunu gösteriyor. Sebebleri, vâsıtaları görerek, Allahü teâlânın varlığını, birliğini, kudretini anlamak, ancak Peygamberlerin irşâdı ile, uyandırması ile olmaktadır. İnsan aklı bunu, kendiliğinden anlıyamıyor. Bazı kimseler, arada sebebler bulunmaması, herşeyin sebebsiz yaratılması, büyüklüğe daha uygun olur sanıyor. Sebeblerde te'sîr yoktur, sebebler karışmadan herşey doğrudan doğruya, Allahü teâlânın yaratması ile var oluyor diyorlar. Bunlar anlamıyor ki, sebebleri aradan kaldırmak, hikmeti [yâni Allahü teâlânın uygun gördüğünü], âdetini bozmak demektir. Bu hikmette ise, nice faydalar vardır. Yâ Rabbî! Bu varlıkta, hiçbirşeyi hikmetsiz, yersiz, uygunsuz yapmadın! Peygamberlerin hepsi her işlerinde, sebeblere yapışırdı ve bununla berâber, işlerin yaratılmasını Allahü teâlâdan dilerdi. Meselâ, Ya'kûb  çocuklarını Sûriyeden, Mısra gönderdiği zaman, nazar değmesin diye, (Hepsi bir kapıdan girmeyip, ayrı kapılardan girmelerini) nasihat etti. Bununla berâber, nazar değmemesini Allahü teâlâdan dileyip, (Bu nasihati yapmakla, Allahü teâlânın sizin için dilediğini değiştiremem. Çünki tedbîr, kaderi değiştiremez. Her zaman Onun dediği olur. Sizi Ona emânet ediyorum. Ona güveniyorum. Herkes de, her işinde yalnız Ona güvenmelidir. Herkesin, zevallı bir vâsıtadan başka birşey olmadığını düşünerek, yalnız Ona güvenenlerin imdâdına elbette yetişir) dedi. Allahü teâlâ, bu hâli Yûsüf sûresinde, (O âlim idi. Kaza ve kaderimi biliyordu. Ona bildirmiştim. Fakat insanların çoğu, kaza ve kaderimi anlamıyor) meâlindeki altmışsekizinci âyetinde bildiriyor ve beğeniyor. [Beyt:

    İnsan tedbîr alır, sebeblere yapışır, takdiri bilmez,

    Allahın takdiri, kulun tedbîri ile değişmez!]

Allahü teâlâ, Peygamberimiz Muhammed aleyhissalâtü vesselâma da sebeblere yapışmasını emr ediyor. Enfâl sûresi, Altmışdördüncü âyetinde meâlen, (Ey sevgili Peygamberim! Sana, Allahü teâlâ ve müminlerden, sana tâbi olanlar yetişir!) buyuruldu.

Sebeblerin te'sîrine gelince, Allahü teâlâ, sebeblerde bâzan te'sîr, yâni iş yapabilecek kuvvet de yaratıyor. O işi hâsıl ediyorlar. Bâzan da, aynı sebeblerde, bu te'sîri yaratmıyor. O işi yapamıyorlar. Bu hâli herkes her zaman görmektedir. Aynı sebeblerin, aynı işi, bâzan meydana getirdiğini, bâzan da, işi yapamadığını hepimiz görmekteyiz. Sebeblerde, te'sîr yoktur demek, tecribeleri, hâdiseleri körü körüne inkâr etmektir. Te'sîrine inanmalı. Fakat, sebeblerdeki bu te'sîrlerin de, kendileri gibi, Allahü teâlânın yaratması ile, vücûde geldiğini bilmelidir. Bu fakirin, bu mes'eledeki sözü, işte böyledir. Demek ki, sebeblere yapışmak, tevekküle, [Allahü teâlâya güvenmeğe] mani değildir. Aksini tesavvuf yolunda yürüyen ve henüz ilerlememiş olan sôfiler söyler. Hâlbuki sebeblere yapışmak, sebebleri araya koymak, tevekkülün en yüksek derecesidir. Ya'kûb , hem sebeblere yapıştı, hem de Allahü teâlâya tevekkül etti.

[Îmanın altı şartından biri de kadere, hayrın ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır]. Allahü teâlâ, hayrı ve şerri, iyiyi kötüyü irâde eder, ister ve yaratır. İyilerin de, kötülerin de hâlıkı, yaratanı Odur. Fakat, iyiliklerden râzıdır. Şerlerden râzı değildir. Yâni beğenmez. İrâde başkadır, rıza başkadır. Aralarındaki farkı, yalnız Ehl-i sünnet âlimleri görebilmiştir. Diğer yetmişiki fırka, bu farkı anlıyamıyarak, hepsi dalâlette kaldı, yollarını şaşırdı. Meselâ, Mu'tezile fırkası, herkesi, kendi işinin hâlıkı zannetti ve filanca kimse, filan işi yarattı dedi ve insanlar, îmanlarını ve küfürlerini kendileri yaratıyor dedi. [Bunlar, bu yanlış inanışı, âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerden çıkardıkları için kâfir olmuyor ise de, doğrusunu kabûl etmedikleri için, bir müddet Cehennemde yanacaklardır. Fakat âyetten, hadisden, dinden, îmandan haberi olmıyanların, devlet ve saltanat sahiplerine yaltaklanmak, teveccüh kazanmak için, yarattın demeleri küfür olur. Allahü teâlâdan başkasına yarattı demek  çok tehlikelidir. Yurdumuzun dışındaki alevî ismini taşıyan şî'îler de, günâhları insanlar yaratıyor. Allah, yalnız iyilik yaratır diyor. İstanbulda basılan (Eshâb-ı kirâm) ve (Hak Sözün Vesîkaları) kitaplarında şî'îlerin bu sözleri yazılmış, çok güzel cevâb verilmiştir.]

Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabînin ve izinde gidenlerin kitaplarından anlaşılıyor ki, (Allahü teâlânın Hâdî ismi, îmanı ve ibâdetleri beğendiği gibi, Mudıl ismi de, küfrü ve günâhları beğenmektedir). Bu sözleri de, Ehl-i sünnet âlimlerinin  bildirdikleri doğru îtikata uymuyor ve îcâba, irâdeyi inkâra yaklaşıyor. Güneş, aydınlatmaktan râzıdır demeğe benziyor.

Allahü teâlâ, kullarına kuvvet, kudret, irâde vermiştir. İstediklerini işlerler. İnsanlar, işlerini kendileri yapıyor. Allahü teâlâ da yaratıyor. Allahü teâlânın hikmeti, âdeti şöyledir ki, insan bir işi yapmak isteyince, O da, isterse o işi yaratır. Bu iş, insanın kasdı ile, ihtiyârı ile meydana geldiği için, işin mes'ûliyyeti, sevabı ve cezâsı, o insana oluyor. İnsanın ihtiyârı zayıftır, azdır diyenler, Allahü teâlânın irâdesinden az olduğunu demek istiyorlarsa, doğrudur. Yok eğer, emrleri yapacak kadar değildir diyorlarsa, yanlıştır. Allahü teâlâ, insanlara, yapamıyacakları bir şeyi emr etmemiştir. Hep kolay emr etmiş, güc şey istememiştir. Az zamandaki bir küfre, sonsuz azâb etmeği ve az zamandaki îmana, sonsuz nîmetler vermeği takdir etmiştir. Bunun sebebini anlıyamayız. Allahü teâlânın yardımı ile, şu kadar biliyoruz ki, insanlara, görünür görünmez, bütün nîmetleri, iyilikleri veren, yerlerin, göklerin, zerrelerin yaratanı ve noksânsızlık, kusursuzluklar yalnız Ona mahsûs olan bir Allaha inanmamak elbette çok şiddetli, çok acı azâb ister ki, bu da, Cehennemde sonsuz yanmaktır. Böyle bir nîmet sahibine, görmeden inanmak ve nefsin ve şeytanın ve din düşmanlarının aldatmalarına kanmıyarak, Onun sözlerine güvenmek, büyük mükâfât ister ki bu da, Cennet nîmetlerinde ve lezzetlerinde sonsuz kalmaktır. Meşâyıh-i kiramdan çoğu dedi ki: (Cennete girmek, yalnız Allahın fazlı ve ihsânı iledir. Îmanı, Cennete girmeğe sebeb göstermek, kazanılan nîmetim lezzeti, daha çok olduğu içindir). Bu fakire göre Cennete girmek, îmana bağlıdır. Fakat îman, Allahü teâlânın fazlıdır, ihsânıdır. Cehenneme girmek de, küfürden dolayıdır. Küfür ise, nefs-i emmârenin arzularından doğmaktadır. Nitekim Nisâ sûresi yetmişdokuzuncu âyet-i kerimesinde meâlen, (Her güzel, her iyi şey, sana Allahü teâlâdan geliyor. Her çirkin, her fenâ şeye de, nefsin sebeb oluyor) buyuruldu. Cennete girmeği îmana bağlamak, îmanın kıymetini bildirmek içindir. Bu da, îman olunacak şeylerin kıymeti ve ehemmiyyeti demektir. Bunun gibi, Cehenneme girmeği de küfre bağlamak, küfrü tahkîr içindir ki, inanılmıyan şeylerin kıymetini bildiriyor ve onlara inanılmadığı için, böyle sonsuz azâb veriliyor. Bazı meşâyıhın, başka dürlü söylemelerinde bu incelik yoktur.

Dünyadan âhırete îmanlı giden, Cennette Allahü teâlâyı cihetsiz ve keyfiyyetsiz ve hiçbirşeye benzetmiyerek ve misâli olmıyarak görecektir. Buna, mislimânların yetmişüç fırkasından, yalnız Ehl-i sünnet inanmıştır. Diğerleri inkâr etmiş ve cihetsiz ve keyfiyyetsiz olarak görmek olamaz demişlerdir. Hattâ, Muhyiddîn-i Arabî, âhırette Allahü teâlâyı görmek, (Tecellî-i sûrî)dir. [Yâni, kendini değil, sûretini görmektir diyor.] Başka dürlü görmek olmaz diyor. Birgün üstâdım, Muhyiddîn-i Arabînin şöyle buyurduğunu söyledi: (Mu'tezile fırkası, Allahü teâlâ, aklın ermediği bir görmekle, cihetsiz, keyfiyyetsiz olarak görülecek demeselerdi, başka şeylerin görülmesi gibi, görülecek deselerdi ve Onu görmeği, sûrî bir tecellî olarak bilselerdi, Onu görmeği inkâr etmez, görülemez demezlerdi. Yâni cihetsiz, keyfiyyetsiz olarak görüleceğine inanmıyorlar. Sûretin tecellîsinde ise, cihet ve keyfiyyet vardır). Hâlbuki Cennette Allahü teâlâyı görmeği, sûretin tecellîsi [görünmesidir] demek, Onu görmeği inkâr etmektir. Her ne kadar oradaki sûretin tecellîsi, dünyada eşya sûretlerinin görünmesi gibi değil ise de, yine Onun kendini görmek değildir. Arabî şi'r tercemesi:

    Îman sahipleri, Cennette Allahü teâlâyı keyfiyyetsiz görecektir.
    Bu görmeği anlatmak, mümkin değildir.

[Îmanın dördüncü şartı, Peygamberlere inanmaktır]. Allahü teâlâ, kullarına acıdığı için, Peygamberler gönderdi. Eğer bu büyük insanlar gönderilmeseydi, yolu şaşırmış olan insanlara, Onu ve sıfatlarını kim bildirirdi? Beğendiklerini, beğenmediklerinden kim ayırabilirdi? İnsan aklı, noksân olduğu için, o büyüklerin davet nûru ile aydınlanmadıkça bunları bilemez ve ayıramaz. Anlayışımız tâm olmadığı için, bu büyüklerin izinde gitmedikçe, bunları anlamakta şaşırır ve aldanırız. Evet akıl, doğruyu iğriden ayırmaya yarıyan bir âlettir. Fakat, tâm olmıyan bir âlettir. O büyüklerin daveti ile, haber vermeleri ile temâm olmaktadır. Âhıretin azâbı, sevabı, bu davet ve haberden sonra olur.

[Akıl göz gibidir. İslâmiyyet de ışık gibidir. Yâni, insanın aklı, gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Gözümüz karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme âletimizden istifâde edebilmemiz için güneşi yarattı. Güneşin ve çeşidli ışık kaynaklarının nûru olmasaydı, gözümüz işe yaramaz, tehlikeli cismlerden, yerlerden kaçamaz, faydalı şeyleri bulamazdık. Evet, gözünü açmıyan veya gözü bozuk olan, güneşten faydalanamaz Fakat, bunların güneşe kabahat bulmaya hakları olmaz.

Aklımız da, yalnız başına Mâneviyatı, faydalı, zararlı şeyleri anlıyamıyor. Allahü teâlâ, aklımızdan faydalanmamız için, Peygamberleri, islâmiyet ışığı yarattı. Peygamberler, dünyada ve âhırette rahat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımız bulamaz, işe yaramazdı. Tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık. Evet, islâmiyete uymıyan veya aklı az olan kimseler ve milletler Peygamberlerden faydalanamaz. Dünyada ve âhırette tehlikelerden, zararlardan kurtulamaz. Fen vâsıtaları, mevkı', rütbe, para ne kadar bol olursa olsun, Peygamberlerin gösterdiği yolda gitmedikçe, hiçbir ferd, hiçbir insan mes'ûd olamaz. Ne kadar neşeli, sevinçli görünseler de, içleri kan ağlamaktadır. Dünyada da, âhırette de rahat ve mes'ûd yaşayanlar ancak, Peygamberlere uyanlardır. Şunu da bilmelidir ki, rahata, saadete kavuşmak için, müslümanım demek, müslüman görünmek yetişmez. Müslümanlığı iyi öğrenmek, onu doğru anlamak ve yapmak, ona uymak lâzımdır].

Süâl: Âhıretteki sonsuz azâb, Peygamberlerin davetine bağlı olunca, onların gönderilmesi, âlemlere rahmet nasıl olur?

Cevâb: Onların gönderilmesi, Allahü teâlânın kendini ve sıfatlarını bildirmek içindir. Bu bilgi de, saadet-i ebediyyeye, yâni dünya ve âhıretin sonsuz iyiliklerine sebebdir. Allahü teâlâya karşı, lâyık olan şeyler, uygun olmıyanlardan, bunların haber vermesi ile ayrılmıştır. Zîrâ, bizim kör ve topal olan akllarımız, yok iken var olmuş ve varlıkta kalamayıp yine yok olmaktadır. O hâlde, yokluk bulunmıyan ve ismleri ve sıfatları ve fi'lleri sonsuz var olan, ebedî, hakîkî varlığa uygun olanı anlıyabilir mi ve Ona lâyık olanı bulabilir mi? Münâsib olmıyanları ayırd edebilip söylemekten sakınabilir mi? Hattâ, kendi noksân olduğu için, çok defa kemâli, noksânsızlığı, noksân sanır ve noksânı, kemâl sanır. Peygamberlerin, bunları ayırd etmeleri ve bildirmeleri, bu fakire göre, bütün nîmetlerin, bütün iyiliklerin üstündedir. Allahü teâlâya uygun olmıyan şeyleri [meselâ yok olmağı], Ona münâsib görenlerden daha alçak kim olabilir? Bâtılı haktan, iğriyi doğrudan ayıran, ibâdete, itaate hakkı olmıyanları, ibâdet edilmesi lâyık ve lâzım olan hakîkî vardan ayıran, o büyüklerin sözleridir. Allahü teâlâ, insanları doğru yola, onların sözleri ile çağırıyor. Kullarını, kendisine yaklaşmak saadetine, onların aracılığı ile ulaştırıyor. Allahü teâlânın beğendiği şeyleri öğrenmek, onlar vâsıtası ile kolaylaşıyor. Bu görünen, bilinen varlıkların yaratanı, mâliki, sahibi olan Allahü teâlânın, mahlûklarından hangilerini, ne kadar ve nasıl kullanmaya izn verdiği ve hangilerine izn vermediği, onların bildirmesi ile anlaşılıyor. Peygamberlerin bu saydığımız ve daha bunlar gibi nice faydaları vardır. O hâlde, o büyüklerin gönderilmesi, elbette rahmettir, iyiliktir. Fakat, bir kimse, nefs-i emmâresine uyarak ve mel'ûn şeytana kapılarak [ve dinsizlerin uydurma yazılarına aldanarak], Peygamberlere inanmaz ve onların sözlerini bildiren, hakîkî din âlimlerinin, din mütehassıslarının kitaplarını okumaz ve emrlerini yapmaz ise, Peygamberlerin ne günâhı olur ve bundan dolayı, niçin rahmet olmazlar?

Süâl: Akıl, yaratıldığı şekilde iken, Allahü teâlâya âid şeyleri anlıyacak kadar temâm değil, kusurlu ise de, belki zamanla ilerliyerek ve temizlenerek Onun ile bizim anlıyamıyacağımız bir münâsebet yapamaz mı? Melek vâsıtası ile Peygamberlere haber gelmeden, bu münâsebetle ve kavuşmakla insanlar aklları ile, sonsuz ve hakîkî varlığa mahsûs şeyleri, doğruca Ondan alamaz mı?

Cevâb: Akıl, böyle bir münâsebet elde edebilir. Fakat, akıl, dünyada kaldıkça, bu bedene de bağlı kalır. Bu bağlılıktan kurtulamaz. Bu iğreti varlıktan alâkası kesilmez. Vehm, her zaman, aklın etrâfında, hayâl dâimâ yanında bulunur. (Gadab), yâni kızgınlık ve (Şehvet), yâni nefsin arzuları, hep onunla berâber kalır. Hırs ve menfaat, onu yalnız bırakmaz. İnsanlığın, lüzûmlu alâmeti olan, şaşırmak ve unutkanlık, ondan hiç ayrılmaz. Bu dünyanın hâssası olan, yanılmak ve iyiyi kötü ile karıştırmak, ondan sıyrılmaz. O hâlde, akla herşeyde, nasıl inanılır? Aklın vereceği karârlar ve emrler, vehmin karışmasından ve hayâlin te'sîrinden kurtulamaz ve unutkanlık tehlikesi ve şaşırmak ihtimalinden korunamaz. Hâlbuki, bu kusurların hiçbiri, meleklerde yoktur. Bu pislikler ve kötülükler onlarda bulunmaz. Bunun için, melekler elbette yanılmaz. Meleklere itimat olunur. Meleğin getireceği haberlere vehmin karışması, unutkanlık tehlikesi ve şaşırmak ihtimali yol bulamaz. Bazı vaktler, ruh yolu ile gelen bazı bilgileri, his uzvları ile bildirmek istediğim zaman, vehm ve hayâl yolundan, doğru olmıyan, bazı başlangıcların meydana çıktığını ve elimde olmıyarak, ruhdan gelen bilgilere karıştığını ve bunları bildirirken, aralarını ayıramadığımı duyuyorum. Bazı vakt de, bunları ayırd etmeği bildiriyorlar. İşte bundan dolayı, ruhanî bilgilere yanlışlık karışarak, hepsinden itimat kalkıyor. Şöyle de cevâb verilir ki, aklın ilerlemesi ve temizlenmesi, ancak Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmakla, yâni ahkâm-ı şer'ıyyeyi öğrenip yapmakla olabilir. Bunun için de, Peygamberlerin sözlerini, haberlerini öğrenmek lâzımdır. Onlar haber vermedikce, akıl ilerliyemez ve temizlenemez. Bazı kâfirlerde ve fâsıklarda görülen, safâ ve parlaklık alâmetleri, kalbin temizliği değil, nefsin parlaklığıdır. Nefsin parlaması da, yolu şaşırtmaktan, zarar ve ziyândan başka birşey ele geçirmez. Bazı kâfirlerin ve fâsıkların, nefslerinin parlaklığı zamanında, bilinmiyen bazı şeyleri, haber vermelerine, (İstidrâc) denir. Yâni, bunları derece derece, yavaş yavaş felakete, azâba sürüklemek içindir. Allahü teâlâ, hepimizi böyle belâlardan korusun. Peygamberlerin en büyüğü hurmetine, bizi böyle şeylerden korusun!

Demek ki, Peygamberlerin bildirdikleri ahkâm-ı şer'ıyye, hep rahmettir, iyiliktir. Yoksa, bu emrler ve teklîfler, mülhidlerin, zındıkların, [mürtedlerin ve masonların] sandıkları ve söyledikleri gibi, külfet, eziyyet ve işkence değildir ve akla aykırı değildir. Bunların sık sık söyledikleri (kullarına zor ve yorucu şeyler emr edip de bunları yaparsanız Cennete girersiniz demek insâf mıdır, merhamet midir? Birşey emr etmemeli idi. Herkesi, kendi başına bırakıp, istedikleri gibi yiyip içmeli, gezip eğlenmeli, yatıp kalkmalı idi. Merhamet ve iyilik böyle olur) gibi lâfları, ne kadar alçakca ve ne kadar ahmakcadır. Bunlar, hiç de düşünmüyor mu ki, iyilik edenlere, şükr etmek yâni, sevindiğini bildirmek, aklın istediği bir şeydir. Ahkâm-ı şer'ıyye, bütün nîmetleri, iyilikleri yaratan, gönderen Allahü teâlâya karşı, şükrün nasıl yapılacağını göstermektedir. O hâlde, ahkâm-ı şer'ıyye, teklîfât-ı ilâhiyye, aklın istediği birşeydir. Bundan başka, dünyanın, hayatın düzeni, bu teklîfleri yapmakla olur. Allahü teâlâ, herkesi kendi başına bıraksaydı, kötülükten, karışıklıktan başka birşey olmazdı. Allahü teâlânın haram etmesi olmasaydı, nefsleri, keyfleri peşinde koşanlar, başkalarının mallarına, cânlarına, ırzlarına saldırır, fenâlıklar, karışıklıklar hâsıl olur, saldıran da, karşısındakiler de, zarar görür, helâk olurlardı. [Memleketlerin mamûrluğu, insanların rahatı, yâni medeniyyet olmaz, insanlık, canavarlık şeklini alırdı. Bugün bile, Allahü teâlâyı inkâr eden, islâmiyeti beğenmiyen, câhilliğin verdiği cesaret ve taşkınlıkla öğünen cem'ıyyetlerin kanûnlarında, Allahü teâlânın emrlerinden çoğunun yer almış olduğu göze çarpıyor. Bütün insanların, din esaslarından uzaklaştıkca, geçimsizlik, sefâlet, işkence, sıkıntı ile kıvrandıkları görülüyor. Fen âletleri, medenî vâsıtalar, akllara hayret verecek şekilde ilerlediği hâlde, dünyadaki huzursuzluğun, insanlıktaki sıkıntının azalmadığı, arttığı göze çarpıyor. Allahü teâlâ, insanların saadetlerine sebeb olan şeyleri emr etti. Felaketlerine sebeb olanları yasak etti. Dinli olsun, dinsiz olsun, bir kimse bilerek veya bilmiyerek, bu emr ve yasaklara uyduğu kadar, dünyada rahat ve huzur içinde yaşar. Faydalı ilâcı kullanan herkesin derdden kurtulması gibidir. Dinsiz kimselerin ve milletlerin birçok işlerinde muvaffak olduklarını görüyoruz. Kur'an-ı kerime uygun olarak çalıştıkları için muvaffak oluyorlar. Fakat âhırette de, saadete kavuşabilmek için Kur'an-ı kerime îman ederek, niyyet ederek uymak lâzımdır.] Bekara sûresinin, (Ey akıl sahipleri, düşününüz! Kâtili öldürünüz diye verdiğim emrde ölüm değil, hayat olduğunu anlarsınız!) meâlindeki, yüzyetmişdokuzuncu âyeti, bu sözümüzün vesikasıdır. Beyt:

    Eğer hâkimin sopası olmasaydı,
    Serhoş kâfir, Kâbe içine kusardı.

Şunu da söyliyelim ki, Allahü teâlâ, herşeyin sebebsiz, şartsız mâliki, hepimizin sahibidir. Bütün insanlar, Onun mahlûku, kullarıdır. Kullarına verdiği her emri ve herşeyi istediği gibi kullanması, hep yerindedir ve faydalıdır. Bunda, zulüm, fesat olamaz. Memurlar, âmirlere, kullar sahiplere emrlerin, işlerin sebebini soramaz.

Bütün insanları Cehenneme koyup, sonsuz azâb yapsaydı, kimin birşey söylemeğe hakkı olabilirdi? Çünki kendi yarattığı, yetiştirdiği mülkünü kullanıyor. Başkası yok ki, onun mülküne tecâvüz olsun ve zulüm denilebilsin. Hâlbuki, insanların kullandığı, öğündükleri mallar, mülkler, hakîkatte onların değil, hepsi Onundur. Bizim bunlara el uzatmamız, karışmamız, hakîkatte zulümdür. Allahü teâlâ, bu dünyanın düzeni için ve bazı faydalara yol açması için, bunları bize mülk kılmış ise de, hakîkatte hepsi Onundur. O hâlde, bizim bunları, asl sahibinin mubâh ettiği, izn verdiği kadar kullanmamız yerinde olur.

Peygamberlerin Allahü teâlâ tarafından bizlere haber verdikleri herşey ve her emr doğrudur.

Kâfirlere ve îman ile gidenlerden âsîlere, mezârda kabr azâbı olduğunu, Muhbir-i sâdık haber vermiştir. Kâfirler ve müminler [veyahud yalnız müminler] kabre konulunca, Münker ve Nekîr ismindeki iki melek gelip süâl soracaklardır. Kabr, dünya ile âhıret arasında bir köprü, bir geçid olduğundan, kabr azâbı bir bakımdan dünya azâblarına benziyor ki, sonsuz değildir. Bir bakımdan da, âhıret azâblarına benzer ki, âhıret azâbı cinsindendir. Mümin sûresinin, (Sabah, akşam, ateş ile azâb olunurlar) meâlindeki kırkaltıncı âyet-i kerimesi, kabr azâbını bildiriyor. Kabrdeki nîmetler de, hem dünya, hem de âhıret rahatlıklarına benzer.

İyi bir kimse, tâlihli bir insan, kusurları, günâhları, lutf ve ihsân ile afv olunan ve yüzüne vurulmıyan kimsedir. Eğer günâhı yüzüne vurulursa ve bunun için de, merhamet olunarak, yalnız dünya sıkıntıları çektirilip günâhları, böylece temizlenen kimse de, çok tâlihlidir. Bununla da temizlenmeyip, geri kalan günâhları için, kabr sıkması ve kabr azâbı çekerek günâhları biten, kıyâmet gününe, mahşer meydanına günâhsız olarak götürülen de, ne kadar çok tâlihlidir. Eğer böyle yapmayıp, âhırette de cezâlandırılırsa, yine insâfdır ve adalettir. Fakat o gün, günâhlı olan ve mahcûb ve yüzleri kara olan, ne kadar güç durumdadır. Fakat bunlardan, müslüman olanlara yine acınacak, bunlar, sonunda yine merhamete kavuşacak, Cehennem azâbında, sonsuz kalmaktan kurtulacaklardır ki, bu da, ne kadar büyük nîmettir. Yâ Rabbî! Bize ihsân ettiğin îman ışığını söndürme, kusurlarımızı ört! Sen herşeyi yapabilirsin!

[Îmanın beşinci şartı, âhıret gününe inanmaktır]. Kıyâmet günü, elbette vardır. O gün gökler, yıldızlar ve [şu üzerinde yaşadığımız] Erd, dağlar, denizler ve hayvanlar, nebâtlar ve madenler, hâsılı herşey, [madde ve kuvvet] yok olacaktır. Gökler parçalanacak, yıldızlar dağılacak, yeryüzü, dağlar, toz olup savrulacak. Bu yok oluş, Sûrun ilk işareti ile olacaktır. İkinci nefhasında, herşey tekrar yaratılıp, insanlar, mezârdan kalkacak, mahşer yerinde toplanacaktır. Eski Yunan felesofları [ve kendilerine müsbet ilim adamı diyenler], yâni herşeyi aklları ile çözmeğe kalkışanlar, gökler ve yıldızlar yok olmaz dedi. [Bunların yok olacağını fen kabûl etmiyor, böyle gelmiş böyle gidecektir diyerek müşâhede, tedkîk ve tecribeye dayanan, fen bilgisine iftirâ ediyorlar.] Bazısının aklı, hiç de işlemediği için, kendilerine müslüman diyor. Ahkâm-ı islâmiyyeden çoğunu da yapıyor. Şuna daha çok şaşılır ki, bazı müslümanlar, bunların sözüne, kitaplarına inanıp, bunları müslüman, hattâ islâm âlimi, din büyüğü sanıyor. Bunların küfürlerini, kâfir olduklarını söyliyenlere kızıyor. Bu kâfirleri medh ve müdâfe'a ediyorlar. Hâlbuki bunlar, Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere inanmıyor. Bütün Peygamberlerin sözbirliği ile, bildirdiklerini inkâr ediyor. Tevkîr sûresinin, (Güneşin zıyâsı kalmadığı, karardığı ve yıldızlar solduğu zaman) meâlindeki ve İnşikak sûresinin, (Gökler yarıldığı ve Rablerinin emrlerini işittikleri zaman) ve (Gökler, Allahü teâlânın emrlerini elbette yapar) meâlindeki ve En-Nebe' sûresinin, (O gün, gökler, elbette yarılır) meâlindeki âyetleri ve bunlar gibi âyet-i kerimeler çok vardır. Bu kimseler, bilmiyor ki, müslüman olmak için, yalnız kelime-i şehâdeti söylemek yetişmez. İnanmak lâzım olan şeylerin hepsine inanmak, tasdîk etmek ve küfürden, yâni küfre sebeb olan sözlerden ve işlerden uzaklaşmak ve kâfirleri sevmemek, müslüman olmak için şarttır. İnsan, ancak bu sûretle müslüman olur. Bu şart bulunmadıkca müslümanlık olmaz.

Âhırette, dünyadaki işlerden süâl ve hesâb vardır. Âhırete mahsûs olan bir terâzî ve Sırât köprüsü denilen bir geçid vardır. Bunları Muhbir-i sâdık haber vermiştir. Peygamberlik ne demek olduğunu bilmiyen bazı câhillerin, bunlara inanmaması, bunların yok olmasını göstermez. Var olan şeylere yok demek kıymetsiz, boş söz olur.Peygamberlik makamı, aklın üstündedir. Peygamberlerin doğru sözlerini, akla uydurmaya çalışmak, Peygamberliğe inanmamak, güvenmemek olur. Âhıret işlerinde, Peygamberlere, akla danışmadan tâbi olmak, uymak lâzımdır. Peygamberlik makamı, aklın hudûdunun, çerçevesinin dışında, üstündedir. Akıl, eremediği şeyleri, kendine uymıyor sanır. Akıl, Peygamberlere uymadıkca, yüksek derecelere çıkamaz, eremez. Uygun olmamak, yâni muhâlif olmak başkadır, erememek, anlıyamamak başkadır. Çünki uymamak, ancak anladıktan sonra olabilir.

Cennet ve Cehennem vardır. Kıyâmet günü, hesâbdan sonra, birçokları Cennete gönderilecek, birçoğu da, Cehenneme sokulacaktır. Cennetin sevabı, nîmetleri ve Cehennemin azâbı ebedîdir, sonsuzdur. Bunlar, Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmektedir. Muhyiddîn-i Arabî (Füsûs) kitabında, (Sonunda herkes rahmete kavuşacaktır) diyor ve (Rahmetim herşeyi kapladı) âyet-i kerimesini bildirip, (Kâfirler, Cehennemde üçbin sene kalarak, sonra Cehennem, bunlara serin ve rahat olacaktır, nasıl ki ateş, dünyada İbrâhîm aleyhisselâma selâmet olmuştu. Allahü teâlâ azâb vaat ettiği sözünden dönebilir) diyor. (Ehl-i dilden, hiçkimse, kâfirlerin Cehennemde ebedî kalacağını söylemedi) diyerek, burada da, doğru yoldan ayrılmaktadır. A'râf sûresinin, (Rahmetim herşeyi içine aldı) meâlindeki yüzellibeşinci âyet-i kerimesinin, dünyada rahmetin, müminlere ve kâfirlere berâber olduğunu gösterdiğini anlıyamadı. Âhırette, kâfirlere rahmetin zerresi bile yoktur. Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı kerimde bunu bildiriyor ve (Rahmetim herşeyi kaplamıştır) buyurduktan sonra meâlen, (Rahmetim, benden korkup, haramlardan kaçanlar ve zekâtlarını verenler ve Kur'an-ı kerimime inananlar içindir) buyuruyor. Muhyiddîn-i Arabî, âyet-i kerimenin başını okuyup, sonunu bırakıyor. Yine A'râf sûresinin ellibeşinci âyetinde meâlen, (Rahmetim, îmanı ve ihsânı olanlaradır) buyuruldu. İbrâhîm sûresinin, (Allahü teâlâ, Peygamberlerine verdiği sözden döner sanmayınız) meâlindeki kırkyedinci âyet-i kerimesi, diğerlerine verdiği sözden döner demek değildir. Burada, yalnız Peygamberlerine verdiği sözden dönmez buyurması belki, Peygamberlerinin kâfirlerden daha kuvvetli ve onlara gâlib olması için verdiği sözden demektir ki, böylece hem Peygamberlerine, hem de bunların düşmanı olan kâfirlere söz verilmektedir. O hâlde, bu âyet-i kerime, hem Peygamberlerine, hem de düşmanlarına verdiği sözden dönmiyeceğini bildiriyor ki, sözünü isbât için yazdığı bu âyet-i kerime, onun yanıldığını meydana çıkarıyor. Şunu da söyliyelim ki, düşmanlarına verdiği sözden dönmesi, dostlarına verdiği sözden dönmek gibi, yalancılık olur ki, Allahü teâlâya bunu söylemek çok yersizdir. Çünki, kâfirlere azâb etmiyeceğini biliyorken, bir fayda için, bilgisinin aksine olarak, sonsuz azâb edeceğim diyor demek, çok çirkin bir sözdür. Ehl-i dilin, kâfirlerin Cehennemde kalmıyacaklarını söylemeleri de, Muhyiddîn-i Arabînin keşf ile, yâni kalbi ile anlıyarak, söylediği sözlerdendir. Kalbe doğan şeylerde, çok hatâ olur. Din büyüklerinin, Peygamberimizden ve Eshâb-ı kirâmdan alarak yazdıklarına muhâlif olan, böyle keşflerin, kıymeti ve ehemmiyyeti yoktur. [İbni Teymiyye de, kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalacaklarını inkâr etmektedir.]

[Îmanın ikinci şartı, meleklere inanmaktır]. Melekler, Allahü teâlânın kullarıdır. Günâh işlemez ve yanılmaz ve unutmazlar. Tahrîm sûresi altıncı âyet-i kerimesinde meâlen, (Melekler, emr olundukları şeyde Allahü teâlâya karşı gelmezler ve emr olundukları şeyi yaparlar) buyuruldu. Yimezler ve içmezler. [Yâni, yimeğe ve içmeğe ihtiyaçları yoktur.] Erkek ve dişi değildirler. Kur'an-ı kerimde, meleklerin, erkeklere mahsûs kelime ve harfler ile bildirilmesi, erkeklerin kadınlardan daha şerefli ve daha üstün oldukları içindir. Nitekim, Allahü teâlâ, kendini de, bunun için, böyle kelime ve harflerle bildirmektedir.

Allahü teâlâ, insanlardan bazısını Peygamber olarak seçdiği gibi, meleklerden de bazılarını, Peygamber olarak ayırmıştır. Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğu buyurdu ki, (İnsanların büyükleri, meleklerin büyüklerinden daha üstündür). İmâm-ı Gazâlî, imam-ı Mâlik ve şeyh Muhyiddîn-i Arabî, (Meleklerin büyükleri, daha üstündür) dedi. Bu fakirin anladığına göre, meleklerin evliyâlık tarafı Peygamberlerin evliyâlığından üstündür. Fakat, Nebîlerin ve Resûllerin yetiştiği bir derece vardır ki, melek oraya yetişemez. Bu şerefli derece, Peygamberlere toprak maddelerinden gelmiştir. Bu da, insana mahsûsdur. Yine bu fakire gösterildi ki, Peygamberliğin yüksekliği yanında, evliyâlığın yüksekliği, hiç kalmakta, büyük deniz yanında, bir damla kadar da görünmemektedir. O hâlde, Peygamberlik yolundan gelen üstünlük, evliyâlık yolundan kavuşulan yükseklikten, katkat daha üstündür. O hâlde, her bakımdan, toplu üstünlük Peygamberlerde, bir bakımdan üstünlük meleklerdedir. Sözün doğrusu, Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunun dediğidir. Allahü teâlâ, onların çalışmalarının mükâfatını bol bol ihsân eylesin! Demek oluyor ki, Evliyâdan hiçbiri, hiçbir Peygamberin derecesine çıkamaz. Velînin başı, dâimâ bir Peygamberin ayağı altındadır.

Şunu iyi bilmeli ki, herhangi bir sözde, âlimler ile sôfiyye arasında uygunsuzluk bulunursa, iyi ve ince düşünülünce, âlimlerin haklı ve doğru olduğu görülüyor. Bunun sebebi, âlimler Peygamberlere tâbi oldukları için, onların Peygamberlik derecelerine ve o derecelerin ilimlerine bakıyor. Bilgilerini oradan alıyorlar. Sôfiler ise, Peygamberlerin evliyâlık derecelerine ve buradaki marifetlere bakıyorlar. Peygamberlik derecesinden alınan ilimler evliyâlık derecelerinden alınan ilimlerden, elbette daha doğrudur. Bu sözlerimi daha geniş, daha derin olarak aklı, ilmi yüksek, hakîkatleri anlamış, Allahü teâlânın rahmetlerine ve feyzlerine kavuşmuş, kıymetli oğlum, Muhammed Sâdıka yazdığım mektûbda [ikiyüzaltmışıncı mektûb] bildirdim. Arzu eden, oradan okusun! [Mürşid-i kâmiller, ictihâd derecesinde yüksek âlim oldukları için, hem ilim, hem de marifet sahibidirler. Yâni (Zül-Cenâhayn)dırlar.]

ÎMAN: Ehl-i sünnet âlimlerinin  kitaplarında, dinden olduğu, yâni inanılması lâzım olduğu bildirilen şeyleri, kalbin tasdîk etmesi, kabûl etmesi, inanması demektir. Kalbin inandığını, dil ile söylemek de lâzımdır demişlerdir. [Fakat söylemek, îmanın kendisi olmayıp, kalbdeki îmanın bildirilmesidir. Îmanı, özrsüz söylemiyen kâfir olur. İkrâh, yâni tehdîd ile, yâni ölüm veya bir uzvun kesilmesi ile veya şiddetli cân yakılmakla zorlanınca, îmanını saklamak afv olur ve söylemiyen veya aksini söyliyen kâfir olmaz dediler. Bu eki (Milel-nihal) kitabından aldık.]

Kalbde îman bulunduğuna alâmet, küfürden teberrî etmek, kaçınmaktır ve kâfirlikten, kâfirlere mahsûs olan şeylerden meselâ beline zünnâr bağlamak ve bunun gibi, kâfirlik alâmeti olan şeyleri kullanmaktan sakınmaktır. Küfürden teberrî demek, Allahü teâlânın düşmanlarını sevmemektir. Kâfirler, kuvvetli, hâkim olup da, zararlarından korkulduğu zaman, kalbi ile sevmemek, korku olmadığı zaman, hem kalb, hem de her vâsıta ile karşı koymak lâzımdır. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde sevgili Peygamberine kâfirleri ve münâfıkları sevmemeği, çalışıp, onlardan üstün olmağı emr ediyor. Çünki, Allahü teâlânın ve Peygamberinin düşmanlarından uzak olmadıkça O ve Resûlü sevilmiş olmaz ve seviyorum demek doğru olmaz. Bir kimse, îmanım var dese, fakat küfürden teberrî etmese, hem müslümanlığa, hem de dinsizliğe inanmış, iki dinli olmuş olur ki, bunlara (Mürted) denir. Bunlara münâfık gözü ile bakmak lâzımdır. Kalbde îman bulunması için, küfürden teberrî, elbette lâzımdır. Bu teberrînin en aşağı derecesi kalb ile teberrîdir. En yüksek, en iyi derecesi de, hem kalb ile, hem kalıp ile olmaktır. Yâni, kalbdeki ayrılığı söz ile, hareket ile belli etmektir. Fârisî mısra' tercemesi:

     Düşmânlık etmedikce, dostluk olamaz!

Bazıları, sevginin bu şartını, Ehl-i beyti “radıyallahü teâlâ anhüm”, [yâni Peygamberimizin akrabâsını ve torunlarını] sevmekte yanlış kullanıyor. Bunları sevmek için, Peygamberimizin üç halîfesine “radıyallahü teâlâ anhüm” ve müslümanlardan bir çoğuna düşmanlık etmek lâzımdır diyor. Bu sözleri, çok yanlıştır. Çünki sevginin alâmeti, sevgilinin düşmanlarını sevmemektir. Yoksa sevgiliden başka, herkese düşmanlık demek değildir. Aklı olan herkes bilir ki, Peygamberimizin Eshâbı, Ehl-i beyte düşman değil idi. Hele Eshâb-ı kirâmın en büyükleri olan bu üç halîfe, Peygamberimizin uğruna mallarını, cânlarını fedâ etti. Mevkı'lerini, şöhret ve îtibarlarını, Onun için terk etti. Müslümanların Ehl-i beyti sevmesi, Kur'an-ı kerimde açıkça emr olunuyor. Resûlullahın saadet-i ebediyyeye çağırması ve kavuşturması nîmetinin şükrü, karşılığı olarak, Ehl-i beytin  sevgisi isteniyor. O hâlde, nasıl olur da, bu büyüklerin, Ehl-i beyte düşmân olması düşünülebilir ve söylenebilir.

İbrâhîm aleyhisselâmın bu kadar büyük olması ve bütün insanlar arasında, ikinciliği kazanması ve Peygamberler babası olmakla şereflenmesi, hep Allahü teâlânın düşmanlarından teberrî etmesi sebebi ile idi. Allahü teâlâ, (Mümtehine) sûresinde meâlen, (Ey müminler! İbrâhîm aleyhisselâmın gösterdiği güzel yolda yürüyünüz! Yâni siz de, onun gibi ve onunla berâber bulunan müminler gibi olunuz! Onlar, kâfirlere dedi ki: Bizden sevgi beklemeyiniz! Çünki siz, Allahü teâlâyı dinlemeyip başkalarına tapıyorsunuz. O taptıklarınızı da sevmiyoruz. Sizin uydurma dîninize inanmıyoruz. Bu ayrılık, aramızda düşmanlığa sebeb oldu. Siz, Allahü teâlânın, bir olduğuna inanmadıkca ve emrlerini kabûl etmedikce bu ayrılık, kalbimizden silinmeyecek, her şekilde kendini gösterecektir) buyuruyor.

Bu fakire göre, Allahü teâlânın rızasını ve sevgisini kazanmak için küfürden teberrî gibi, hiçbir amel ve ibâdet yoktur. Kâfirlere ve küfre, Allahü teâlânın zâtı, kendisi düşmandır. İnsanların tapındıkları bütün mâbutlar ve bunlara tapanlar, Allahü teâlânın zâtının düşmanlarıdır. Cehennemde sonsuz yanmak, bu alçak işin cezâsıdır. Nefslerin arzusu ve her dürlü günâhlar ise böyle değildir. Bunlara, Allahü teâlânın düşmanlığı, kendinden değil, sıfatlarındandır. Allahü teâlânın günâhkârlara gazab etmesi, kızması, kendi gazabı ile değil, gadab sıfatı iledir. Bunlara azâb etmesi, horlaması hep sıfatları ve fi'lleri iledir. Günâhkârlar, bunun için Cehennemde sonsuz kalmıyacak, belki bunlardan çoğunu isterse [Cehenneme sokmadan] afv edecektir. Allahü teâlânın küfre ve kâfirlere düşmanlığı, zâtından olduğu için rahmet ve re'fet sıfatları, âhırette kâfirlere yetişemiyecek ve rahmet sıfatı, zâtın düşmanlığını, ortadan kaldıramıyacaktır. Zâtın düşmanlığı, sıfatın acımasından daha kuvvetlidir. Sıfat ile yapılan şey, zâtın yaptığını değiştiremez. Hadis-i kudsîde buyuruyor ki: (Rahmetim gadabımı aşmıştır). Bunun manâsı, rahmet sıfatım, gadab sıfatımı aşmıştır. Yâni, müminlerin günâhkârlarına karşı olan, gadab sıfatımı aşmıştır demektir. Yoksa, rahmet sıfatı, kâfirlere, müşriklere karşı olan zâtın gadabını aşar demek değildir.

Süâl: Allahü teâlâ, dünyada kâfirlere merhamet ediyor. Nitekim yukarıda söylendi. O hâlde, dünyada rahmet sıfatı, zâtın gadabını aşmıyor mu?

Cevâb: Kâfirlere dünyada merhamet edilmesi görünüştedir. Yâni, merhamet şeklinde görünen, istidrâcdır, hîledir. Nitekim, (Mü'minûn) sûresinde meâlen, (Kâfirlere çok mal ve evlat vererek onlara yardım mı, iyilik mi ediyoruz? Küfürlerine karşılık olarak onlara, bol bol iyilikleri, çabuk çabuk gönderiyor muyuz zannediyorlar? Hayır, öyle değildir. Bu yardım, onlara iyilik değil, belki istidrâcdır. Azmaları, kudurmaları ve Cehenneme gitmeleri içindir) buyuruyor. A'râf ve Nûn sûresinde, (Onları yavaş yavaş azâba yaklaştırıyorum. Haberleri olmuyor. Onlar azdıkca, dünya nîmetlerini arttırarak, fırsat veriyorum. Aldanıyorlar. Onlara hazırladığım azâb çok şiddetlidir) meâlindeki âyet-i kerimesi de böyle olduğunu açıkça göstermektedir.

FÂİDE: Cehennemde sonsuz olarak yanmak, küfrün karşılığıdır. Burada denilir ki, bir kimse, îmanı varken, kâfirlerin rüsûm ve âdetlerini yapar, onların ibâdetlerine, âdetlerine, bayramlarına kıymet verirse, âlimlerimiz, bu kimsenin îmanının gideceğini, mürted olacağını bildiriyor. [Çünki bu hâller, küfürden teberrî etmemektir.] Zamanımız müslümanlarının çoğu, bu belâya yakalanmıştır. Âlimlerimizin bu sözüne göre, zamanımızda, Hindistândaki müslüman denilen insanların çoğu, Cehennemde ebedî azâb çekeceklerdir. Hâlbuki, Peygamberimiz buyurdu ki, (Kalbinde zerre kadar îmanı olan Cehennemde sonsuz olarak kalmıyacak, çıkarılacaktır). Sen buna ne dersin?

Cevâb: Şöyle deriz ki, bir kimse, dinde inanılması lâzım olan şeylerden, bir dânesine bile inanmamış veya şübhe etmiş ise veya beğenmemiş ise îmanı gider. Kâfir olur. Cehennemde ebedî yanacaktır. Bir kimse, Kelime-i tevhîd söyleyip, bunun manâsını kabûl eder, Muhammed , Allahü teâlânın Peygamberidir, her sözü doğrudur, güzeldir deyip, ona uygun olmıyanlar yanlıştır, fenâdır diye inanırsa ve son nefesinde de öyle ölüp, âhırete, bu îman ile giderse, bu kimse, kâfirlere mahsûs olan âdetlere ve bayramlara katılır, kâfirlerin mukaddes bildikleri günlerinde ve gecelerinde, onların yaptıklarını yaparsa Cehenneme girer. Amma, kalbinde zerre kadar îmanı olduğu için, [yâni bildirdiğimiz gibi, kısaca inandığı için] Cehennemde sonsuz kalmaz. [Kısaca inanmış olmak için, dinde inanılması lâzım olan şeylerden birini işitince, şübhe etmeden inanması lâzımdır.] Bu fakir, birgün, bir hasta ziyâretine gitmiştim. Ölüm hâlinde idi. Kalbine teveccüh ettim. Kalbi kararmış idi. O zulmetin temizlenmesi için çok uğraştım. Fayda vermedi. Uzun zaman yokladıktan sonra, o siyahlıkların, kâfirlik bulaşıklıkları ve sıfatları olduğu ve kâfirler ile ve küfür ile olan bağlılığından, berâberliğinden olduğu anlaşıldı. O kadar uğraştığım hâlde, o zulmetler temizlenemedi. Bunların ancak, küfrün cezâsı olan, Cehennem ateşi ile temizleneceği anlaşıldı. Fakat, kalbinde zerre kadar îman nûru da görüldüğünden, bunun sâyesinde Cehennemden çıkarılacaktır. Hastayı bu hâlde görünce, cenâze namazını kılayım mı, diye düşünceye daldım. Kalbimi uzun zaman yokladıktan sonra, kılmak lâzım olduğunu anladım. Demek ki, kalbinde îman varken, [Zarûret olmadığı hâlde bile] kâfirlerle düşüp kalkan, onların bayramlarına, paskalyalarına uyanların cenâze namazlarını kılmalıdır. Bunları kâfir bilmemelidir. Nitekim bu gibilere, bugün [Hindistânda] böyle yapılmaktadır. Bunların, îmanları sâyesinde Cehennemden çıkacaklarına inanmalıdır. Fakat, hiç îmanı olmıyanlara [Muhammed aleyhisselâmın bir sözünü ve âdetini bile beğenmiyenlere] afv ve mağfiret yoktur ve küfürlerinin karşılığı olarak Cehennem azâbında sonsuz kalacaklardır. [(İbni Âbidîn)in beşinci cildinde, dörtyüzseksenbirinci (481) sayfayı okuyunuz! Din düşmanları, müslümanları aldatmak için, kâfirlerin âdetlerini, bayramlarını, müslüman âdeti, müslümanların mubârek günü diyerek, bunların gâvurluk ve kâfirlik olduğunu örtmeğe uğraşırlarsa, genç ve sâf müslümanlar bunlara aldanmamalıdır. Güvendikleri hâlis müslümanlara, namaz kılan akrabâlarına, dînini bilen baba dostlarına sorup öğrenmelidir. Çünki, bugün bütün dünyada, gerek îmanı ve küfrü tanımakta, gerekse ibâdetleri doğru yapmakta, câhillik özr değildir. Dînini bilmediği için aldanan, Cehennemden kurtulamıyacaktır. Allahü teâlâ bugün, dînini dünyanın her tarafına duyurmuş, îmanı, helâlı, haramı, farzları öğrenmek pek kolaylaşmıştır. Bunları lüzûmu kadar öğrenmek farzdır.]

Hulâsa, kâfirlerin âdet ve merâsimlerine katılanda, zerre kadar îman varsa, [yâni kalbinden kelime-i tevhîdin manâsına, kısaca inanmış ise ve îmanı gideren bir iş ve sözde bulunmadı ise] Cehennem azâbına girecek ise de, Cehennemde ebedî kalmıyacaktır. Îmanı olanlardan büyük günâh işleyen [ve tevbe etmeden ölen]lere gelince, Allahü teâlâ, bu günâhları isterse afv eder, isterse günâhı temizleninceye kadar, Cehennemde azâb eder. Bu fakirin anladığına göre, Cehennem azâbı ister sonsuz olsun, ister bir zaman olsun, küfür için ve küfür sıfatları ve bulaşıklıkları içindir. Küfürden teberrî eden, kaçınan, îman sahiplerinin yaptıkları büyük günâhlar, yâ îmanları hurmetine, cenâb-ı Hakkın merhameti ile veya tevbe etmeleri ile veya şefaate kavuşmaları ile afv olunur. Böyle afv olmıyanlar, dünya sıkıntıları ve derdleri ile veya son nefesde cân verirken, çekecekleri zahmetler ile temizlenir. Bunlarla da temizlenmezse, bazıları kabr azâbı çekmekle afva kavuşur. Bazıları ise, kabr azâbı ve sıkıntıları ve kıyâmet gününün şiddetleri ile afv olunup, günâhları biter ve Cehennem azâbı ile temizlenmeğe lüzûm kalmaz. Nitekim, En'âm sûresi, seksenikinci âyetinde meâlen, (Îman edip de îmanlarını şirk ile bulaştırmıyanlar, Cehennemde ebedî kalmaktan emîndirler. Onlar için, bu korku yoktur) buyuruldu. Bu âyet-i kerime, sözümüzün doğru olduğunu göstermektedir. Çünki burada (Zulüm), şirk demektir. Herşeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bilir.

Süâl: Allahü teâlâ, küfürden başka, bazı günâhları işliyenlerin de Cehenneme gireceklerini bildiriyor. Meselâ, bir mümini, bile bile öldürenin cezâsı Cehennemde sonsuz kalmaktır buyuruyor. Peygamberimiz: (Bir namazı bile bile, vaktinde kılmayıp, kaza edene, Cehennemde bir Hukbe azâb edeceklerdir) buyuruyor. [Bir Hukbe, seksen âhıret senesi demektir.] O hâlde, Cehennem azâbı, yalnız kâfirlere değildir denilirse, cevâb veririz ki, Cehennem azâbı, müslüman öldürmenin haram olmasına aldırış etmiyen, helâl diyerek öldüren içindir. Nitekim Ehl-i sünnet âlimleri , tefsîrlerinde böyle manâ vermişlerdir. Küfürden başka günâhlara Cehennemde azâb olunacağını bildiren haberler, hep bu günâhlarda küfür bulaşıklığı olduğu içindir. Meselâ, günâhı hafîf görerek, ehemmiyyet vermiyerek işlemek, islâm dîninin emrlerini aşağı görerek, namaz kılmamak ve günâh yapmak gibi şekllerdedir. Peygamberimiz, (Ümmetimden büyük günâhları işliyenlere şefaat edeceğim) buyuruyor. Bir kerre de, (Allahü teâlânın rahmeti, benim ümmetim içindir. Bunlara âhırette azâb yoktur) buyurdu. Yukarıda, manâsı yazılan âyet-i kerime de, bu sözümüzü kuvvetlendirmektedir. [İntihâr etmek, yâni kendini öldürmek, başkasını öldürmekten daha büyük günâhdır.]

Kâfirlerin, âkıl ve bâlig olmadan ölen çocuklarının ve dağda, çölde doğup büyüyerek, bir din işitmeden ölen ve eski zamanlarda bir dînin, zâlimler tarafından bozulduğu, değiştirildiği ve yeni bir Peygamber gelmeden önce ölen dinsizlerin âhırette ne olacaklarını, oğlum Muhammed Sa'îde  yazdığım mektûbda, uzun olarak bildirmiştim, oradan okuyup anlayınız! [Bu mektûb, ikiyüzellidokuzuncu mektûbdur.]

Îmanın artmasında ve eksilmesinde, âlimlerimiz başka başka söyledi. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe , îman, artmaz ve azalmaz buyurdu. İmâm-ı Şâfi'î , artar ve azalır, dedi. Îman, kalbin tasdîk ve yakîni olduğundan azalması, çoğalması olmaz. Azalıp çoğalan bir inanış, îman olmaz. Buna, (Zan) denir. İbâdetleri, Allahü teâlânın sevdiği şeyleri yapmakla, îman cilâlanır, nûrlanır, parlar. Haram işleyince, bulanır. O hâlde, çoğalmak ve azalmak, amelden, işlerden dolayı, îmanın cilâsındadır. Kendisinde değildir. Bazıları cilâlı, parlak îmana, çok dedi ve parlak olmıyan îmandan, daha çoktur, dedi. Bunlar, sanki, cilâlı olmıyan îmandan bazısını, îman bilmedi. Cilâlılardan bazısını da, îman bilip, fakat az dedi. Îman, parlaklıkları başka başka olan, karşılıklı iki ayna gibi oluyor. Cilâsı fazla olup, karşısındaki cismi parlak gösteren ayna, az parlak gösteren aynadan, daha çoktur demeğe benzer. Başka birisi de, iki ayna müsâvîdir. Yalnız, cilâları ve karşılarındakileri göstermeleri, yâni hâssaları, sıfatları başka başkadır demesi gibidir. Bu iki adamdan ikincisinin görüşü, daha keskin ve doğrudur. Birincisi görünüşe bakmış, öze, içe girmemiştir. Anlatması bu fakire nasip olan bu misâl, îmanın azalıp çoğalmadığına inanmıyanların, sözlerini ortadan kaldırmış oldu ve her müminin îmanı, her bakımdan, Peygamberlerin, îmanlarına benzemedi. Çünki, onların îmanı, çok nûrlu ve çok parlak olduğundan, ümmetlerinin karanlık ve bulanık îmanlarından katkat daha çok meyveler ve kazançlar hâsıl edecektir. Bir hadis-i şerifde, (Ebû Bekr-i Sıddîkın  îmanı, bu ümmetin hepsinin îmanlarının toplamından daha ağırdır) buyuruldu. Bu da, îmanın nûru, parlaklığı bakımındandır. Fazlalık, aslda, özde değil, sıfatlardadır. Nitekim, Peygamberler de, herkes gibi insandır. İnsanlık bakımından, arada fark yoktur. Fark, kâmil, üstün sıfatlardan ileri gelmektedir. Üstün sıfatları olmıyan, sanki olanlardan ayrıdır. Bununla berâber, insan olmakta hepsi birdir. Aralarında azlık, çokluk yoktur. İnsanlık, azalır, çoğalır denilemez. Bazıları îmanı anlatırken, (Dil ile tasdîk, dil ile söylemektir) demişlerdir ki, bu vakt, inanmak da, zannetmek de, îman oluyor ve îman, azalıp çoğalabiliyor. Fakat, îmanın doğrusu, kalbin tasdîk, iz'ân etmesi, yâni inanmasıdır. Zan ve şübheye, îman denmez.

İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe , (Ben hak olarak, yâni elbette müminim demelidir) diyor. İmâm-ı Şâfi'î  ise, (İnşâallah müminim demelidir) diyor. Bu ikisi arasındaki fark, yalnız sözdedir. Çünki şimdiki îman söylenirken, elbette müminim, demelidir. Son nefesindeki îman söylenirken, inşâallah, o zaman da müminim demelidir. Fakat, inşâallah diyerek şarta bağlamaktansa, her zaman, elbette demek, daha ihtiyâtlı ve daha uygundur.

Evliyânın kerâmetine inanmak lâzımdır. Allahü teâlâ, bu dünyada, her işi, âdet-i ilâhiyyesi, kanûn-i ilâhîsi ile yaratmaktadır [yâni fen derslerinde öğrenilen kanûn, nizâm ve düzgünlük ile yaratmaktadır, yapmaktadır]. Evliyâsının [yâni çok sevdiği kullarının] elinden, âdet-i ilâhiyyesi dışında, bazı şeyler yaratır, yapar ki, buna (Kerâmet) denir. Kerâmete inanmıyan, dünyanın her tarafında, her zaman, sık sık görülmüş ve ağızdan ağıza yayılmış olan vak'alara inanmamış olur. Allahü teâlânın, Peygamberlerin elinde ve onların sözleri ile, âdet-i ilâhiyyesini bozarak, kimsenin yapamıyacağı şeyler yaratmasına, (Mucize) denir ki, mucize gösteren bir kimse, Peygamber olduğunu ilân eder. Kerâmet gösteren kimse ise, Peygamber olmadığını ve bir Peygamberin  yolunda bulunduğunu söyler. [Mucize, peygamberlere mahsûsdur. Bu kelimeyi, onlardan başkası için söylemek câiz değildir.]

Hulefâ-i râşidînin, [yâni Peygamberimizden sonra gelen dört halîfesinin] birbirinden üstünlükleri, hilâfetleri sırası iledir. Ebû Bekr ile Ömerin, müminlerin hepsinden üstün olduğunu, Sahâbîlerin hepsi ve Tâbiînin hepsi söylemiştir. Bu sözleri, din imamlarımızdan çoğu, kitaplarında yazmıştır. Bunlardan biri, imam-ı Şâfi'î dir. Ehl-i sünnet îtikatını toplamış ve yazmış olan büyük âlim, Ebül-Hasen-i Eş'arî diyor ki, önce Ebû Bekrin, sonra Ömerin, bütün müminlerden üstün olduğu meydandadır, muhakkaktır. Büyük âlimlerden imam-ı Zehebî diyor ki: (Ali  halîfe iken, büyük bir galabalık içerisinde (Ebû Bekr ve Ömer, bu ümmetin en üstünüdür) buyurduğunu işitenlerden seksenden ziyâde kimse, bize söyledi. Bunlardan çoğunun ismini bildiriyor ve buna inanmıyanlar çok çirkin, çok kötü kimselerdir. Allahü teâlâ, onları kıyâmette, fenâ hâlde karşılayacaktır diyor. Dîn-i islâmda, Kur'an-ı kerimden sonra en kıymetli ve en inanılır Kitap olan (Buhârî-yi şerif) kitabının sahibi, imam-ı Buhârî diyor ki: Ali  buyurdu ki, (Peygamberimizden sonra, bu ümmetin en iyisi, en yükseği Ebû Bekr, sonra Ömerdir. Sonra bir başkasıdır). Bu sırada oğlu, Muhammed ibni Hanefiyye, o da sensin! deyince: (Ben de, her müslüman gibi, bu ümmetten biriyim) buyurmuştur. İmâm-ı Zehebî ve başka âlimler dedi ki: İmâm-ı Ali  buyurdu ki, (Dikkat ediniz, iyi dinleyiniz! Bazı kimselerin beni, Ebû Bekr ile Ömerden üstün tuttuklarını işittim. Bunlardan biri elime geçerse, iftirâ edenlerin cezâsını ona yaparım. Çünki o, iftirâcıdır). Dâre-Kutnî diyor ki: İmâm-ı Ali  buyurdu ki, (Beni Ebû Bekrden ve Ömerden üstün tutan bir kimse, elime geçerse, iftirâ edenlere yaptığım gibi ona dayak cezâsı veririm). Bunlar gibi, daha nice haberler, Sahâbe-i kiramın  çoğundan, o kadar gelmiştir ki, kimsenin inkâr etmesine yol ve imkân kalmamıştır. Hattâ, şî'îlerin büyük âlimlerinden olan, Abdürrazzak diyor ki, Ali, Ebû Bekri ve Ömeri , kendinden üstün tuttuğu için, ben de onları üstün tutuyorum. Çünki onları üstün tutmaz isem, imam-ı Aliyi  çok sevdiğim hâlde, ona uymamış olurum. Bu da, benim için büyük bir günâh olur.

[Murtezâ adındaki bir yahudi, (Hüsniyye) ismindeki kitabında, uydurma hikâyeler yazıyor ve üç halîfeye kâfir diyor. (Eshâb-ı kirâm) ve (Hak Sözün Vesîkaları) kitaplarında, onlara güzel cevâb verilmiştir. Hazret-i Alînin yolunda olan hakîkî alevîlerden böyle çirkin, alçak sözler hiç işitilmemiştir]. Ebû Bekr ile Ömer için yazdıklarımızı büyük âlim, İbni Hacer-i Heytemînin  (Savâ'ık-ul-muhrika) kitabından aldık. [Bu Kitap, 1404 [m. 1984] senesinde, İstanbulda da basdırılmıştır.]

İmâm-ı Osmanın imam-ı Aliden yüksek olduğuna gelince, Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğu dedi ki: (Şeyhayndan sonra, [yâni Ebû Bekrden ve Ömerden sonra], müslümanların yükseği Osmandır. Ondan sonra, Alidir . Dört mezheb imamlarımız da, böyle buyurdu. İmâm-ı Mâlik, Osmanın  üstünlüğünden şübhe etti, deniliyorsa da, (Şifâ) kitabının sahibi Kâdı Iyâd, (Sonradan Osmanın  üstün olduğunu söyledi) diyor. İmâm-ı Kurtubî de, (Doğrusu inşâallah budur) diyor. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfenin, (Ehl-i sünnetin alâmeti, Şeyhaynın üstünlüğüne inanmak ve iki dâmâdı sevmektir) sözünden, iki dâmâddan birini, diğerinden üstün görmediği anlaşılıyor diyenler varsa da, bu fakirin anladığına göre, İmâmın böyle söylemesinin, başka sebebi vardır. Yâni, iki dâmâdın hilâfetleri zamanında, müslümanlar arasında karışıklık çıkmış, fitneler başlamış olduğundan, kalblerde soğukluk ve kırıklık olduğunu gören İmâm, iki dâmâdı sevmek kelimesini uygun bulmuş ve bunların sevgisine, Ehl-i sünnetin alâmetidir demiştir. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe için Osmanın  daha yüksek olduğunda şübheliydi, denilebilir mi? Çünki, Hanefî mezhebindeki âlimlerin kitapları hep (Üstünlük, hilâfetleri sırası iledir), yazısı ile doludur. Hulâsa, Şeyhaynın üstün olduğu kat'îdir. Osmanın, Aliden  daha üstün olması, bu kadar kat'î değildir. Fakat, Osmanın, hatta Şeyhaynın üstünlüğünü inkâr edenlere kâfir demekten kaçınmalıdır. Bunları bid'at sahibi ve doğru yoldan ayrılmış müslüman bilmelidir. Çünki, âlimlerimizin bir kısmı bunlara kâfir dememiştir. Bunların hâli, alçak Yezîdin hâline benziyor ki, âlimlerimiz, ne olur ne olmaz diye ona lânete izn vermemiştir.

Hulefâ-i râşidîni sevmemek yolu ile, Peygamberi incitmek, imam-ı Haseni ve Hüseyni sevmemek yolu ile incitmek gibidir. Peygamberimiz buyurdu ki, (Eshâbımı incitmekte, Allahü teâlâdan korkunuz! Benden sonra, onları kötü bilmeyiniz. Onları seven, beni sevdiği için sever. Onlara düşmanlık eden, bana düşmanlık etmiş olur. Onları inciten, beni incitir. Beni inciten de, Allahü teâlâya eziyyet etmiş olur ki, buna azâb eder). Ahzâb sûresi, elliyedinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine eziyyet edenlere dünyada ve âhırette lânet olsun!) buyuruldu. Büyük islâm âlimi, Sa'deddîn-i Teftâzânî (Akâid-i Nesefiyye) şerhinde, (Bu üstünlük sırasında insâf etmelidir) diyorsa da, onun bu sözü, insâfsızdır ve şübhe etmesi yersizdir. Çünki büyüklerimiz diyor ki, burada üstünlük demek, sevapları daha çok demektir. İyilikleri, doğrulukları ile, herkese faydalı olmasının çokluğu demek değildir. Aklı olan, bunlara kıymet vermez. Sahâbe-i kiram ve Tâbiîn-i ızâm, bize imam-ı Alînin  iyiliklerini gösteren, o kadar hâller ve hâdiseler bildiriyor ki, başka hiçbir Sahâbîden bu kadar bildirmediler. Bununla berâber, yine onlar, üç halîfenin daha yüksek olduğunu bildirmiştir. Görülüyor ki, üstün olmaya sebeb, fazîletlerin, menkıbelerin çok olması değildir. Üstünlük başka sebebden ileri gelmektedir. Bu sebebi anlıyanlar ancak, vahyi, meleğin gelmesini görmekle şereflenen, seçilmiş bahtiyârlardır. Bunlar, üstünlük sebeblerini açıkça veya işaretle görüp anlamıştır. Onlar da, Peygamberimizin Eshâb-ı kirâmıdır. O hâlde, (Akâid-i Nesefî) şârihinin, (Üstünlükten maksad, sevapların çokluğu ise, bu üstünlük sırasında şübhenin yeridir) demesi yersizdir. Çünki bu üstünlük sırası, islâmiyetin sahibi tarafından açıkça bildirilmeseydi, o zaman şübhenin yeri olurdu. Bildirildikten sonra, niçin şübhe ediyor? Eshâb-ı kirâm, bu üstünlüğü açıkça veya işaretle anlamasalardı, hiç bildirirler miydi? Dördünü de berâber bilen ve aralarında üstünlük aramak lüzûmsuzdur diyenlerin, bu sözü lüzûmsuzdur. Din büyüklerinin söz birliğine, lüzûmsuz lâf demekten daha lüzûmsuz, daha boş lâf olur mu? Yoksa, üstün kelimesi mi, onların böyle boşu boşuna söylemesine yol açıyor. Muhyiddîn-i Arabînin, (Hilâfetlerin sırası, ömrlerinin sırasına göre idi) demesi de, müsâvî olmalarını göstermez. Çünki halîfelik başkadır, üstünlük başkadır. Bu sözü, üstünlük bakımından söyledi dersek, yine güvenilecek, şâhit tutulacak bir söz olmayıp, onun hatâlı sözlerinden biri olmuş olur. Onun, Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerine uymıyan birkaç keşfi, buluşları, doğru değildir. Böyle sözlere ancak, ruhları hasta, kalbleri bozuk olan veya herşeyi körü körüne taklîd eden uyar.

Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasındaki muhârebelerin, ayrılıkların, iyi sebeblerden ileri geldiğine, dünya nîmetleri için, nefsin arzuları için olmadığına inanmak lâzımdır. Sa'deddîn-i Teftâzânî, hazret-i Aliyi  aşırı sevenlerden olduğu hâlde, diyor ki: (Onların ayrılıkları ve muhârebeleri hilâfet için değildi. İctihâdda yanılmadan ileri gelmişti). [Fatih sultan Muhammed hân devri âlimlerinden Ahmed-i Hayâlî hazretleri, Ömer Nesefînin (Akâid-i Nesefî) kitabına, Sa'deddîn-i Teftâzânînin yaptığı büyük şerhe, ayrıca çok kıymetli bir hâşiye yazmıştır.] Hayâlî, bu hâşiyesinde diyor ki: (Hazret-i Muaviye  ve onunla berâber olanlar, hazret-i Aliye  uymadı. Bununla berâber onun, o zamanda bulunanların en üstünü olduğunu ve halîfelik onun hakkı olduğunu biliyor ve söyliyorlardı. Hazret-i Osmanı  şehit edenleri yakalıyarak cezâlarını vermediği için, ısyân etmişlerdi). Karamânî hâşiyesinde, [yâni (Şerh-ı akâid) kitabı kenârlarına yaptığı açıklamalarda] diyor ki, imam-ı Ali “kerremallahü vecheh” buyurdu ki: (Kardeşlerimiz bizi dinlemedi. Onlar kâfir değildir. Günâha da girmediler. Çünki dinden, islâmiyetten anladıklarını yapıyorlar.) İctihâdda yanılmak kabahat olmadığı ve birşey söylenmiyeceği şübhesizdir. Sahâbe-i kiramın, Peygamberimizin sohbetinde, dersinde yetiştiklerini düşünerek, hepsini iyi bilmemiz ve hepsine hurmet göstermemiz lâzımdır. Peygamberimizi sevdiğimiz için, hepsini sevmeliyiz! Zîrâ, (Onları seven, beni sevdiği için sever ve onlara düşmanlık eden, bana düşman olduğu için eder) buyurulmuştur. Yâni Eshâbıma  olan sevgi, bana olan sevgidir ve onlara olan düşmanlık, bana düşmanlıktır. Ali  ile muhârebe eden Eshâb-ı kirâmın bize hiçbir yakınlığı ve hiçbir tanışıklığımız yok. Hattâ bu muhârebeleri bizi üzüyor, incitiyor. Fakat, Peygamberimizin Eshâbı oldukları için, onları sevmekle emr olunduk. Herbirini incitmekten, onlara düşmanlık etmekten men olunduk. O hâlde, hepsini sevmeğe mecbûruz. Onları, Peygamberimizi sevdiğimiz için severiz. Onlara düşmanlıktan ve eziyyet etmekten kaçınırız. Çünki onların incitilmesi ve düşmanlığı, Peygamber efendimize gider. Yalnız haklı olanı ve yanılanı söyleriz. Yâni, hazret-i Emîr , haklı idi. Ona karşı gelenler, hatâ etmiş idi. Bundan fazla birşey söylemek, doğru değildir. Muhammed Eşrefe yazdığım mektûbda, bunları uzun bildirmiştim. Anlamadığınız birşey kaldı ise, o mektûbu okuyunuz! [Adı geçen mektûb, ikiyüzellibirinci [251] mektûb olup, (Eshâb-ı kirâm) kitabına tercemesini eklemiştik. Bu kitapta çok lüzûmlu ve kıymetli bilgiler ve imam-ı Rabbânînin hâl tercemesi de vardır.]

İBÂDETLER: Îmanı, îtikadı düzelttikten sonra, fıkh ahkâmını, [yâni dînimizin emr ettiği ve yasak ettiği işleri] öğrenmek, elbette lâzımdır. Farzları, vâcibleri, helâl ve haramları, sünnet ve mekruhları ve şübhelileri lüzûmu kadar öğrenmeli ve bu bilgi ile hareket etmelidir. Fıkh kitaplarını öğrenmek, her müslümana lâzımdır. [Bunları bilmeden müslümanlık olmaz.] Allahü teâlânın emrlerini yapmaya, Onun beğendiği gibi yaşamaya çalışmalıdır. Onun en çok beğendiği ve emr ettiği şey, hergün beş vakt namaz kılmaktır. Namaz, dînin direğidir. Namazın, ehemmiyyetinden ve nasıl kılınacağından birkaç şey bildireceğim. Cân kulağı ile dinleyiniz! Önce, sünnete [yâni fıkh kitaplarında yazılana] tâm uygun olarak, abdest almalıdır. Abdest alırken yıkanması lâzım olan yerleri üç defa ve her def'asında, her taraflarını temâm yıkamaya çok dikkat etmelidir. Böylece, sünnete uygun abdest alınmış olur. Başa mesh ederken, başın her tarafını kaplıyarak sığamalıdır. Kulakları ve enseyi iyi mesh etmelidir. Ayak parmaklarını hilâllerken, [yâni parmak aralarını temizlerken] sol elin küçük parmağını, ayak parmaklarının alt tarafından, aralarına sokulması bildirilmiştir. Buna ehemmiyyet vermeli, müstehab diyip geçmemelidir. Müstehabları hafîf görmemelidir. Bunlar, Allahü teâlânın sevdiği şeylerdir ve beğendikleridir. Eğer, bütün dünyayı vermekle, beğendiği bir işin yapılabileceği bilinmiş olsa ve dünyayı verip o iş yapılabilse, çok kâr edilmiş olur ve birkaç saksı parçası verip kıymetli bir elması ele geçirmek gibi olur. Yâhud, birkaç çakıl parçasını verip, ölmüş bir sevgilinin ruhunu geriye getirerek, hayat kazandırmak gibidir.

Namaz, müminlerin mîracıdır. Yâni, mîraç gecesinde Peygamberimize ihsân olunan nîmetler, bu dünyada, Onun ümmetine yalnız namazda tattırılmaktadır. Erkekler, farz namazları cemaat ile kılmaya çok dikkat etmeli, hattâ birinci tekbîri imam ile berâber almağı kaçırmamalıdır. [Kadınların gerek cemaat ile namaz kılmak için, gerekse hâfız dinlemek veya mevlid dinlemek için, câmilerde erkekler arasına karışmaları ve hele sevap kazanmak için Cuma namazlarına gelmeleri günâhdır.]

Namazları vaktinde kılmak [ve vaktinde kıldığını bilmek] şarttır. [Yalnız iken, her namazı evvel vaktinde kılmalı, ikindiyi ve yatsıyı İmâm-ı a'zamın kavline göre kılmalıdır. Namaz ne kadar geç kılınırsa sevabı o kadar azalır. Müstehab olan vaktler, cemaat ile kılmak için, mescide gitmek içindir. Namazı kılmadan vakti çıkarsa, adam öldürmüş gibi büyük günâh olur. Kaza etmekle, bu günâh afv olmaz. Yalnız borc ödenir. Bu günâhı afv ettirmek için, tevbe-i nasûh yapmak veya hacc-i mebrûr yapmak lâzımdır. (İbn-i Âbidîn).]

Namazda Kur'an-ı kerimi sünnet olan miktarda okumalıdır. Rükû'de ve secdelerde hareketsiz durmak, herhâlde lâzımdır. Çünki, farz veya vâcibdir. Rükû'den kalkınca, öyle dik durmalıdır ki, kemikler yerlerine yerleşsin. Bundan sonra, bir miktar, bu şekilde durmak farzdır veya vâcib veya sünnet demişlerdir. İki secde arasında oturmak da böyledir. Bunlara herhâlde çok dikkat etmelidir. Rükû'de ve secdelerde tesbîh en az üç kerredir. Çoğu yedi veya onbirdir. İmâm için ise, cemaatin hâline göredir. Kuvvetli bir insanın, sıkıntısı olmadığı zamanlarda, yalnız kılarken, tesbîhleri, en az miktarda söylemesi, ne kadar utanacak bir hâldir. Hiç olmazsa, beş kerre söylemelidir. Secdeye yatarken, yere daha yakın âzayı, yere daha evvel koymalıdır. O hâlde, önce dizler, sonra eller, daha sonra burun, en sonra da alın konur. Dizlerden ve ellerden, evvelâ sağlar yere konur. Secdeden kalkarken, yukarıda olan âza evvel kaldırılır. O hâlde, evvelâ alın kaldırılmalıdır. Ayakta iken, secde yerine, rükû'de iken ayaklara, secdede burun ucuna ve otururken iki ellere veya kucağına bakılır. Bu söylediğimiz yerlere bakıp da, gözler etrâfa kaymaz ise, namaz, cem'ıyyetle kılınabilir. Yâni kalb de, dünya düşüncelerinden kurtulabilir. Huşû' hâsıl olur. Nitekim, Peygamberimiz böyle buyurmuştur. El parmaklarını rükû'de açmak ve secdede birbirlerine yapıştırmak sünnettir. Bunlara da dikkat etmelidir. Parmakları açık yâhud bitişik bulundurmak sebebsiz, boş şeyler değildir. İslâmiyyetin sahibi [yâni Peygamberimiz] faydalarını düşünerek böyle yapmıştır. Bizler için, islâmiyetin sahibine uymak kadar büyük bir fayda yoktur “aleyhissalevâtü vesselâm”. Bu söylediklerimiz, fıkh kitaplarında bildirilen şeyleri yapmaya teşvîktir, heveslendirmektir. Allahü teâlâ, bize ve size islâmiyetin gösterdiği sâlih işleri yapmak nasip etsin! Peygamberlerin seyyidi, efendisi, en iyisi, en üstünü hurmeti için “aleyhi ve aleyhim ve alâ âli küllin minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ”, bu düâmızı kabûl buyursun! Âmîn. Îmanı tashîh ettikten sonra, eğer namazın faydasını ve ona mahsûs üstünlükleri anlamak isterseniz, üç mektûbu okuyunuz! Bunlardan birini oğlum Muhammed Sâdıka, ikincisini mîr Muhammed Nu'mâna, üçüncüsünü Tâceddîn hazretlerine yazmıştım. [Bunlar, (Mektûbât)ın birinci cildinde 260, 261 ve 263. cü mektûblardır.

İnsanın yükselmesini, saadet-i ebediyyeye kavuşmasını, bir tayyârenin uçmasına benzetirsek, îtikat ile amel, yâni îman ile ibâdet, bunun gövdesi ve motorları gibidir. Tesavvuf yolunda ilerlemek de, bunun enerji maddesi, yâni benzini demektir. Maksada ulaşmak için, tayyâre elde edilir. Yâni, îman ve ibâdet kazanılır. Harekete geçmek için, kuvvet maddesi yâni tesavvuf yolunda ilerlemek lâzımdır.]

Tesavvuf, ehl-i sünnet îtikatından ve islâmiyetin emrlerinden başka şeylere kavuşmak için değildir. Ehl-i sünnet îtikatının yakînî ve vicdânî olması, yâni sağlamlaşması, şübhe getiren te'sîrlerle sarsılmaması içindir. Akıl ile, delîl ile kuvvetlendirilen îman, böyle sağlam olamaz. Ra'd sûresi otuzuncu âyetinde meâlen, (Kalblere îmanın sinmesi, yerleşmesi ancak ve yalnız zikr ile olur) buyuruldu. Tesavvufun ikinci gayesi, ibâdetlerde kolaylık, lezzet hâsıl olması, nefs-i emmâreden doğan tenbelliklerin, sıkıntıların giderilmesidir. Şunu da iyi anlamalı ki, tesavvufa sarılmak, herkesin bilmediklerini görmek, gaybden haber vermek, nûrları, ruhları ve kıymetli rü'yâlar görmek için değildir. Bunların hepsi, boş ve faydasız şeylerdir. Her zaman görülen zıyânın, çeşidli renklerin ve tabî'atteki güzelliklerin ne kusurları vardır ki, insan bunları bırakıp da, başka şeyler görmek için, birçok sıkıntılara katlansın. Çünki bu zıyâ da, o nûrlar da, bu güzel şekller de, o şeyler de hepsi, Allahü teâlânın yarattığı şeylerdir ve hepsi Onun varlığını ve kudretinin sonsuzluğunu gösteren şâhitlerdir.

Tesavvuf yolu çoktur. Bunların içinde en lüzûmlusu ve en uygunu sünnete yapışan ve bid'atlerden kaçan büyüklerimizin yoludur. Bu büyükler, her sözlerinde ve her hareketlerinde, sünnete uyup da, kendilerinde hiçbir keşf, kerâmet, hâl, görüş ve bilişler hâsıl olmaz ise, hiç üzülmezler. Fakat bunların hepsi hâsıl olup da, sünnete uymakta gevşek davranırlarsa, bunları hiç beğenmezler. İşte bunun içindir ki, bunların yolunda simâ' ve raks, [yâni mûsikî ve dans gibi şeyler] yasaktır. Böyle şeylerden hâsıl olacak lezzet ve hâllere kıymet vermemişlerdir. Hattâ, yüksek sesle zikr etmeğe bid'at demişler. Bundan hâsıl olan şeylere dönüp bakmamışlardır. Birgün büyük üstâdımın huzurunda, sofrada hizmet ediyordum. Kendilerini sevenlerden, şeyh Kemâl yemeğe başlarken, huzurlarında yüksek sesle Besmele çekti. Bu hâl, kendilerine çok tadsız gelip şiddetle men ettiler ve (Bir daha, bizimle berâber yemekte bulunmamasını ona söyleyiniz!) dediler. Üstâdım hazretlerinden duymuştum ki, hâce Muhammed Behâeddîn-i Buhârî, Buhârâ âlimlerini toplayıp, üstâdı, seyyid Emîr Gilâl hazretlerinin evine götürdü. Yüksek sesle zikr etmek bid'attir, bundan vazgeçiniz dediler. Seyyid hazretleri de, doğru sözü, her nerede olursa olsun, anlayıp seve seve aldıkları için kabûl buyurup, artık yapmayız dediler. [Celâleddîn-i Rûmî da, zikrin kalb ile, sessiz olacağını (Mesnevî)de yazmaktadır.] Bu yolun büyükleri, zikrin bile yüksek sesle yapılmasını bu derece men edince, simâ' ve raks, coşmak, zıplamak, na'ra atmak gibi şeylere, bağırmaya ne demezler?

Bu fakire göre islâmiyetin izn vermediği şeylerin, hâsıl edeceği bütün hâller, zevkler, hep istidrâcdır. Zîrâ, kâfirlerde ve fâsıklarda da böyle hâller hâsıl olmakta ve bu kâinât aynasında, onlar da, tevhîd, keşf gibi şeyler öğrenmekte, içlerine doğmaktadır. Eski Yunân felesoflarından ve Hindistândaki cûkiyye [Berehmen dînindeki dervîş] ve Berehmen papaslarında da, bu hâller görülmektedir. Hâllerin doğru olmasına alâmet, islâmiyete uygun olmaları ve haram şeylerden hâsıl olmamalarıdır. Simâ [mûsikî] ve raks [dans], lehv ve la'bdır, yâni oyundur. Lokmân sûresi altıncı âyetinde, (Lehv-el-hadis) tegannî ile okumağı yasak etmek için indi. Abdüllah ibni Abbâsın talebesinden olan, imam-ı Mücâhid, Tâbiînin büyüklerindendir. Bu âyet-i kerimenin, tegannîyi yasak ettiğini bildirdi. (Medârik tefsîri)nde, [ve büyük âlim Senâullah-i Pânî Pûtî hazretlerinin on cild olan (Tefsîr-i Mazharî)sinde], (Lehv-el-hadis) musikî demektir diyor. Abdüllah ibni Abbâs ve Abdüllah ibni Mes'ûd , bu âyet-i kerimenin, tegannîyi yasak ettiğine yemin etmiştir. İmâm-ı Mücâhid, Furkan sûresi, yetmişikinci âyetinin meâl-i şerifinin, (Günâhları afv ve magfiret edilecek olanlardan biri, tegannî, şarkı okunan yerlerde bulunmıyanlardır) olduğunu bildirdi. Îtikatta mezhebimizin imamı olan, Ebû Mensûr-i Mâ-Türîdînin, (Zamanımızdaki, tegannî ile okuyan hâfızların, nağmelerini işiterek, Kur'an-ı kerimi ne güzel okudun diyen kimse, kâfir olur. Karısı boş olur. O zamana kadar, yaptığı ibâdetlerinin sevabı gider) dediğini, kitaplar yazmaktadır. Ebû Nasr-ı Debbûsî buyuruyor ki, kâdı Zahîreddîn-i Hârezmî buyurdu ki, (Bir şarkıcıdan veya başka bir yerden tegannî dinliyen veya başka, herhangi bir haram işi gören kimse, haram olduğuna inanarak veya inanmıyarak, bunlara, ne güzel dese, o anda îmanı gider. Çünki Allahü teâlânın emrine ehemmiyyet vermemiş olur. İslâmiyyete kıymet vermiyen kimsenin, kâfir olacağını, bütün müctehidler, sözbirliği ile bildirmiştir. Böyle kimselerin ibâdetleri kabûl olunmaz. Önce kazanmış olduğu sevaplar yok edilir. Böyle felaketten Allahü teâlâya sığınırız!).

Mûsikînin haram olduğunu bildiren, âyet-i kerime ve hadis-i şerifler ve fıkh âlimlerinin yazıları o kadar çoktur ki, saymak güçdür. Tegannînin câiz olduğunu gösteren, mensûh bir hadis veya bir fetvâ görülürse, ehemmiyyet vermemelidir. Çünki hiçbir âlim, hiçbir zamanda, tegannînin mubâh olduğuna fetvâ vermemiş, raks [dans] etmeğe izn verilmemiştir. İmâm-ı Zıyâeddîn-i Şâmî , (Mültekıt) adındaki kitabında böyle bildirmektedir.

Tesavvufcuların birşeyi yapıp yapmaması, helâl veya haram olmasını göstermez. Onlara bakılmaz. Yaptıklarına da birşey demeyiz. Mâzur görürüz. Onların hâlini, Allahü teâlâ bilir ve bildiği gibi karşılar. Birşeyin helâl veya haram olduğunu anlamak için, imam-ı a'zam Ebû Hanîfenin, imam-ı Ebû Yûsüf Ensârînin ve imam-ı Muhammed Şeybânînin sözlerine bakılır. Ebû Bekr-i Şiblî ve Ebül-Hüseyn-i Nûrî ve Cüneyd-i Bağdâdî  gibi, tesavvuf büyüklerinin yapıp yapmadıklarına bakılmaz. [Fakat, bunların islâmiyetten verdikleri haberler çok doğrudur. Bildirdiklerinin hepsine inanmak ve uymak lâzımdır.] İslâmiyyetten ve tarîkatten haberi olmıyan, ham sofular, pîrimiz böyle yaptı diye, behâne ederek, hayhuy etmeği, tegannî ve dans etmeği, din ve ibâdet hâline sokmuşlar. Bunlarla sevap kazanıyoruz sanmışlar. En'âm sûresinin yetmişinci ve A'râf sûresinin ellinci âyetinde meâlen, (Ey sevgili Peygamberim! Dinlerini, ibâdetlerini, [şarkı ile, mûsikî ile] oyun ve eğlence hâline sokanlardan uzak ol! Onlar Cehenneme gideceklerdir) buyurulmuştur.

Yukarıda bildirilenlerden anlaşılıyor ki, haram olduğu kat'î olan işleri, beğenen kâfir olur. Müslüman değildir, mürted olmuştur. [Hâlbuki haramları, tatlı gelse dahî, çirkin bilerek, üzülerek yapanlar kâfir olmaz.] O hâlde, düşünmeli ki, haramlara kıymet verenlerin ve bunları ibâdet bilenlerin hâli ne oluyor? Cenâb-ı Hakka sonsuz hamd ve şükr olsun ki, bizi yetiştiren büyüklerimiz, bu pisliğe bulaşmadı. Kendilerine uyarak, bu şenî' şeyleri yapmaktan bizleri kurtardılar. İşittiğime göre, büyük üstâdımın kıymetli oğulları, tegannîye tutulmuş. Cuma geceleri toplanıp, ilâhîler, kasîdeler okumağı âdet edinmiş. Orada bulunan tanıdıklarımızın çoğu da, bunlara uyup, geliyormuş. Bunu duyunca çok, hem de pekçok hayret ettim. Başkalarının talebesi, kendi üstâdlarının yaptığını behâne ederek, onlar da yapıyor. İslâmiyyetin yasak ettiğini, pîrlerinin yapması ile örtbas ediyorlar. Hakları olmamakla berâber, kendilerine pîrlerini siper ediyorlar. Hâlbuki, bizim arkadaşlarımız, bu kabahatlerine acaba neyi behâne edebilecekler? Hem islâmiyet haram etmiş, hem de büyüklerimiz kaçınmıştır. Bu işi, islâmiyet de, tesavvuf da beğenmiyor. İslâmiyyet men etmeseydi bile, yalnız büyüklerimizin yolunda bulunmıyan şeyleri yapmak, ne kadar çok şenî' olurdu? Ayrıca, islâmiyet de haram ettiğinden, şenâ'atin büyüklüğünü düşünmelidir. Hepinize selâm ederim.

[İmâm-ı Rabbânî hazretleri, üçüncü cildin yetmişikinci mektûbunda, hâce Hüsâmeddîn Ahmede buyuruyor ki:

(Kur'an-ı kerimi, kasîdeleri ve mevlidi güzel sesle okumak câizdir. Haram olan, nağme yapmak, yâni sesi mûsikî perdelerine uydurmaktır ki, harfler değişmekte, manâ bozulmaktadır. Bunları, nağme yapmadan ve Allah rızası için okumak şartı ile, güzel sesle okumak câizdir. Fakat, dinlerini kayırmıyanlar, bu şartları gözetmiyeceklerinden, buna da müsâ'ade etmemek, bu fakire daha uygun geliyor). Kadın, erkek, bir arada olmamak da lâzımdır].

geri    mektubat    ileri

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol