iman_muslimanligi_secenler4_31-42

31 ABDÜLLAH UEMURA

HakikatKitabevi

Kitap-Download

(Müslimanlığı Seçenler1 31-42)

 

31 ABDÜLLAH UEMURA

(Japon)

Niçin müslüman oldum?Çünkü islâm dîni, Allahü teâlânın birliğini, ölümden sonra, ikinci bir hayat olduğunu, kıyâmet günü, insanların dünyada yaptıkları işler için muhâkeme edileceğini bildirmektedir. Sevgiyi, doğruluğu, dürüstlüğü ve son derece temiz ahlâklı olmayı emretmektedir. Bütün bunlar, bir insanın hak yolda rahat ve huzur içinde yaşaması için en lüzûmlu olan husûslardır. Bunlar, hiçbir dinde bu kadar açık ve vecîz olarak bildirilmemiştir. İslâmda, sadâkat [doğruluk] çok kıymetlidir. Allahü teâlâya ve kullara karşı doğruluk, islâmiyetin esasını teşkîl eder. Ben de, hakîkati ararken, onu islâm dîninde buldum ve müslüman oldum.

Bütün dinleri tedkîk ettim. Edindiğim kanaati aşağıda açıklıyorum:

Bugünkü hıristiyanlık, hiçbir zaman, Îsâ aleyhisselâmın telkîn ettiği temiz din olamaz. Îsâ aleyhisselâmın Allahü teâlâdan aldığı ve insanlara teblîg ettiği emirler tamamen değiştirilmiştir. Bugünkü İncîllerde, onun sözleri diye başka şeyler konulmuştur. Zuhûrundan bugüne kadar, saf ve temiz kalan tek din, islâm dînidir. Kur'an-ı kerim, bir kelimesi bile değişmeden, bugüne kadar gelmiştir.

Bugünkü İncîllerde, Allahü teâlânın emirleri değil, yalnız Îsâ aleyhisselâmın zamanla değiştirilen sözleri ile, yaptığı işler yazılıdır. Hâlbuki, islâm dîninde Allahü teâlânın emirleri ile Peygamberinin sözleri birbirinden ayrılmıştır. Allahü teâlânın emirleri Kur'an-ı kerimde yazılıdır. Hz. Peygamberin sözleri ise, (Hadis) ismi altında ayrıca toplanmıştır.

Müslümanlıkta, Allahü teâlâ doğrudan doğruya kullarına hitâb eder. Hıristiyanlıkta böyle birşey yoktur.

Hıristiyanlıkta, akl-ı selîm sahiplerinin kabûl edemiyeceği en mühim mes'ele, (Üç Tanrı) akîdesidir. Hıristiyanlar, tek Allaha değil, üç Tanrıya inanırlar. Hiç bir hıristiyan din adamı, bugüne kadar, bu husûsu mantıkî bir tarzda îzâh edememiştir. Etmesine de imkân yoktur. Zîrâ, bu akîde tamamiyle temelsiz ve anormaldir. Bu dünyayı ancak bir tek büyük yaratıcı yaratabilir. Üçlü Tanrıya inanmak, puta tapmak demektir. Aklı başında olan bir insan, ancak bir tek hâlıka [yaratıcıya] inanır.

Bundan mâ'ada hıristiyanlar, insanların günahkâr olarak doğduğunu, bu günahlardan temizlenmek için, kefaret vermek mecbûriyetinde bulunduklarını, eğer insanlar, hıristiyanların esas îtikatları olan üç tanrıya inanmıyacak olurlarsa, sonsuz bir ölüme mahkûm olarak, tekrar dirilmiyeceklerini telkîn ederler. O hâlde, esasen günahkâr olarak doğan ve bir daha dirilmek imkânından da mahrum bulunan insanların dünyada beyhûde yere ibâdet edecekleri yerde, hazır ellerine fırsat geçmişken, zevk ve safâ ile vakit geçirmeleri, birbirlerini aldatmaları, her türlü fenalıkları yapmaları kadar tabî'î ne olabilir?Bunun içindir ki, bugün hıristiyanlar, ahlâk ve din kâidelerine uymadan yaşamakta ve büsbütün dinsizliğe doğru gitmektedirler. Bunlar, makina hâline gelmişlerdir ve ruhları bomboştur.

Şimdi Japon dinlerine gelelim:Japonyada esas olarak iki din vardır. Bunlardan biri olan Mahayana Budistliği, ibtidâî budistlik ile sâf budistliğin birleştirilmiş şeklidir. Biraz Brahmanizme benziyor. Bunların îtikatları tedkîk edilince, Budanın bir ateist [Allahsız] olduğu görülür. Çünkü Buda, Allahü teâlâdan hiç bahs etmemekte ve beden öldüğü zaman, ruhun ölmiyeceğine de inanmamaktadır. Brahmanların ruh hakkındaki kanaatleri, bu kadar maddî değildir. Ama, öyle karışık ifâde olunmaktadır ki, ne demek istedikleri pek iyi anlaşılamamaktadır. Esasen, Brahmanların Brahma hakkındaki kanaatleri, yâni onun Allah mı, kul mu, yoksa Peygamber mi olduğu hakkındaki düşünceleri, açık ifâde olunmamıştır. Brahmanlar, dinden ziyâde, din felsefesi ile uğraşırlar. Brahmayı dâimâ gözlerinin önüne getirmek için, ona benzettikleri veya ona yakıştırdıkları eşyayı [meselâ çiçekleri] kudsî kabûl eder ve bu yüzden Allahü teâlâya tapacakları yerde, Allahü teâlânın yarattığı eşya veya hayvanlara tapmaya başlarlar.

Bütün bu karmakarışık akîdeler arasında yalnız islâm dîni, Allahü teâlâyı en doğru olarak bize tanıtmaktadır. (Allahü teâlâ bir-

dir. Azîmdir. Bütün âlemlerin rabbidir. Ne doğmuş, ne doğurmuştur. Dünyada ve Âhirette ne varsa, hepsi Onun mahlûklarıdır. Ondan başka kimseye tapılmaz. Ondan başka kimse, kullarına emir veremez. ) Japonyada ikinci din Şinto dînidir. Bu din, budistlikten daha fenadır. Çünkü, ahlâkî bir din değildir. Ayrıca, birçok tanrılara inanırlar ve ibtidâî kavmlerde olduğu gibi, bunların hepsine ayrı ayrı taparlar. [Yâni putperesttirler]

Size yukarıda, dünyada bulunan bazı dinler hakkında gayet samîmî ve muhtasar mâlûmat verdim. Bunları böylece görüp öğrendikten sonra, acaba hanginiz islâmı bir tarafa bırakarak, bunlardan birini seçerdiniz. Buna imkân var mıdır?Siz de görüyorsunuz ki, birçok karmakarışık, insan aklının aslâ kabûl edemiyeceği akîdeler arasında, islâm dîni, pırıl pırıl parlamaktadır. Tâm mantıkî ve insânî kâideleri ile, tek hak din olduğu ilk bakışta görülmektedir.

İşte ben de, ruhumun huzur ve selâmete kavuşması için, göz yaşları ile hakîkat yolunu ararken, en mâkul ve mantıkî din olarak müslümanlığı buldum ve (işte aradığım din budur) diyerek, iki elle ona sarıldım, seve seve müslüman oldum.

 

32 MUHAMMED SÜLEYMÂN TAKEUCHİ

(Japon)

Allahü teâlânın inayeti ile müslüman oldum.

Müslüman olmaya aşağıdaki sebepler ile karar verdim:

1)İslâmiyette çok kuvvetli bir kardeşlik ruhu vardır.

2)İslâmiyet, bir insanın hayatında zuhûr edebilecek her nev'den müşkilâtın bir çâresini bildirir. Din ile dünyayı birbirinden ayırmamıştır. İslâmiyette yalnız mânevi husûslar değil, bunun aksine, insanları bir araya toplamak, hangi ırk ve sınıftan olursa olsun, aynı sâfta berâber ibâdet etmek, fakirlere mu'âvenet etmek, birbirlerinin derdlerini öğrenip müştereken çâre bulmak gibi, bugünkü nizâmlara tamamen muvâfık ictimâî husûslar da mevcuttur.

3) İslâm dîni, hem ruhu, hem de bedeni terbiye etmektedir. Yâni islâmiyet ruhanî ve cismânî husûsları kendisinde cem' etmiştir.

İslâmiyetteki uhuvvet [kardeşlik], ne ırk, ne de sınıf farkı tanımaz. Bütün dünyadaki müslümanlar birbirlerinin kardeşidir. Dünyada çok müslüman vardır. İslâmiyet, akl-ı selîm sahiplerinin dînidir. İster Hindli, ister Pâkistânlı, ister Arab, ister Afganlı, ister Türk, ister Japon veya Çinli olsun, dünyada bulunan bütün müslümanlar birbirlerini kardeş bilirler. Bu sebebden, islâm dîni tamamiyle beynel-milel bir dindir. Bugün bozulmuş, perîşân hâle gelmiş insan cem'ıyyetlerini doğru yola sokacak, onun kusurlarını düzeltecek biricik vâsıta, islâm dînidir. Allahü teâlânın ihsân ettiği bir din olduğu içindir ki, hangi ırktan, hangi milletten olursa olsun, hepsinin uyacakları mezhepler vardır. İslâm dîni, medeniyet tarihinde çok mühim rol oynamış, yarı barbar insanları kısa bir zaman içinde, medeniyete vâsıl etmiştir. İslâm dîni, insanların sulh ve huzur içinde yaşamalarını ister. Onların, saadete, huzura kavuşmaları için, Îcap eden ahkâmı vaaz etmiştir. Bu husûsta diğer dinlerin, meselâ hıristiyanlık veya budizmin emirleri tamamen farklıdır. Bu iki din, insanları bir araya getirmek şöyle dursun, insanların dünyadan elini eteğini çekmesini ve birbirlerinden uzaklaşmalarını emreder. Birçok Buda mâbetleri, güç aşılabilen dağların tepesinde kurulmuştur. Bunun sebebi, buralara mümkün olduğu kadar az insanın gelmesini temîn etmektir. Japonların dînî akîdeleri tedkîk edilecek olursa, onların da birbirinden mümkün olduğu kadar uzak yaşamağı esas tuttukları görülür. Hıristiyanlara gelince, koyu hıristiyanların kiliseleri hep tenhâ yerlerde kurulmuştur. İçleri mümkün olduğu kadar karanlık tutulmuştur. Ancak son zamanlarda, kiliseler şehrin içine girebilmiştir. Hıristiyanlar, insanların günahkâr olarak doğduğunu, onun için dünyada dâimâ azâb çekmeleri Îcap ettiğini ileri sürerler. Görülüyor ki, bütün bu dinlerde din ile insan hayatı birbirinden ayrılmış, dünyadaki hayatın ancak çile çekmek olduğu telkîn edilmiştir.

Hâlbuki islâm dîni, insanları Allahü teâlânın sevgili kulları olarak kabûl eder. Mescidler köylerin tam ortasına, insanların arasına kurulmuştur. İçerleri ferah ve aydınlıktır. İnsanlar buraya seve seve ibâdete gelirler. Bir araya gelir, cemaat ile ibâdet ederler. İbâdetten sonra, birbirlerine hayr duâ ederler. Hâtırlarını sorar, Îcap ederse, birbirlerine yardım ederler. İslâmiyette muhtaç olanlara yardım etmek, hattâ yardım edemiyenin, güler yüz, tatlı dil ile bir müslümanı sevindirmesi çok sevap olur.

Bir insanda hem ruh, hem beden vardır. Allahü teâlâ, bize hem ruh, hem beden vermiştir. Biz hayatımız müddetince hem ruhu, hem de bedeni farklı terbiye etmeye ve bunları birbirinden ayırmamaya mecbûruz. İşte islâmiyet, insanın yalnız ruhî ihtiyacını değil, aynı zamanda bedenini de hesaba katmış, her ikisi için de son derece mantıkî ve ilâhî ahkâm koymuştur.

Ben yeni bir müslümanım. Müslümanlığı iki sene evvel kabûl ettim. İslâmın, ruhî ve bedenî bütün ihtiyaçlarımı birlikte karşıladığına emînim. Bugün Japonya, teknolojide son derecede ilerlemiş bir memlekettir. Bütün dünya ile başarılı olarak yarışmaktadır. Japon halkı, bu muazzam fennî terakkî ve maddî kazanç yüzünden tamamen değişmiştir. Japonyada tabî'î kaynaklar yoktur. Bütün ibtidâî maddeler hâricden gelir. Buna rağmen, diğer memleketlerden daha mükemmel ve daha ucuz mal yapabiliyoruz. Bu da, devamlı çalışmak ve aza kanaat etmek sâyesinde oluyor. İşte, mütemâdiyen, durmadan, gayret etmek, çalışmak ihtiyacında olan Japonların, ruhiyyât ve Mâneviyat ile meşgûl olmaya vakitleri kalmamış, birer makina hâline gelmişlerdir. Japonlar, şimdi kendilerini Avrupalıların maddî hayatına uydurmuşlardır. Dinleri, îmanları kalmamış, Mâneviyat ile alâkayı kesmişlerdir. Bugünkü Japonların karınları mükemmel sûrette doymuştur. Ceplerinde çok para vardır. Amma, ruhları gittikçe fakirleşmekte ve boş kalmaktadır. Mânevi fakirlik karşısında, maddî zenginliğin ne kıymeti olabilir. Vücûdü güzel elbiselerle süslenmiş, fakat ruhu boş kalmış olan insanların dünyaya ne faydası olabilir?

Benim kanaatimce, şimdi Japonyada İslâm propagandası yapmanın tâm zamanıdır. Çünkü, maddî varlık bakımından kemâle varmış olan Japonlar, ruhlarındaki noksanlığı çok iyi his etmekte ve kendilerine bir rehber aramaktadır. Ruhlarındaki bu iflâsı, yalnız ve yalnız islâm dîni telâfî edebilir. Çünkü islâmiyet, onlara aynı zamanda hayatta da rehberlik edecektir. Ben şuna emînim ki, eğer Japonyada islâm dîninin tanınması için ciddî ve muntezam bir teşkîlât kurulacak olur ve Îcap eden neşriyat yapılırsa, iki üç nesl sonra, bütün Japonlar müslüman olacaktır. Böyle olunca, müslümanlık, yalnız uzak şarkı şerefli bir mevkı'a ulaştırmakla kalmıyacak, bütün beşeriyyet bundan faydalanacaktır.

 

33 ALİ MUHAMMED MORİ

(Japon)

Bundan tâm 18 sene evvel, yâni 1929 senesinde ben Mançuryada bulunuyordum. O zamanlar, Japonya şarkta çok kudretli bir devletti.

Mançuryada dolaşırken Pieching civârında bir çölde müslümanlarla ahbâb oldum. Bunlar gayet sâde ve dindârâne bir hayat sürüyorlardı. Onların hayat tarzına, Allahü teâlâya olan itaatlarına, birbirlerine karşı olan tatlı muamelelerine, yabancılara karşı gösterdikleri misafirseverliğe ve sadâkatlarına hayrân olmuştum. Mançuryaya girdikçe, daha birçok müslümanlarla tanışmış, hepsinde aynı temiz ve güzel ahlâkı görmüş, onlara karşı büyük bir muhabbet beslemeye başlamıştım.

Bundan sonra, ancak 1946 senesinde tekrar Japonyaya dönebildim. Bu arada Japonya İkinci Dünya Savaşına katılmış ve bu savaştan mağlup bir hâlde çıkmıştı. O kudretli Japon İmparatorluğundan artık hiçbir şey kalmamıştı. O zamana kadar, Japonların çoğunun can ve yürekten bağlı olduğu budizm, tamamen bozulmuş, esasını gayb etmiş, mantıkî kısmları unutulmuş, cemiyet üzerine artık fena bir te'sîr yapmaya başlamıştı.

Japonların bir kısmı artık hıristiyanlığı kabûl etmişti. Evet, hıristiyanlık 90 seneden beri Japonyaya gelmiş bulunuyordu. Fakat hıristiyan olan Japonlar pek azdı. Şimdi bunların çoğalmış olduğunu görüyordum. Çünkü, Japonlar, Budanın artık kendilerine bir faydası olmadığını, onları mağlup olmaktan ve felaketten kurtaramadığını görmüşler, Budaya olan itimat ve muhabbetlerini gayb etmişlerdi. Şimdi yeni bir din arıyorlardı. Bilhâssa gençler, hıristiyanlığın, gayb ettikleri îmanın yerine geçeceğini sanmışlar ve hıristiyan olmuşlardı. Fakat kısa bir zaman sonra, onları hıristiyanlığa teşvîk eden misyonerlerin Amerikan veya ingiliz kapitalistlerinin birer âleti olduğunu ve onları hıristiyan yaparak yalnız budistlikten değil, aynı zamanda temiz ve dürüst Japonluktan da uzaklaştırdıklarını görmüşlerdi. Hıristiyan misyonerler, onları hıristiyan yaparken, durmadan Amerikan ve İngiliz mallarının nefâsetinden bahs ediyor, onlarda Japon mallarına karşı bir nefret uyandırıyor, memleketimize mütemâdiyen yabancı mal gelmesine sebep oluyorlardı. Yâni kapitalistler hıristiyanlık sâyesinde, bizim sırtımızdan zengin oluyorlardı.

Japonya, Rusya ile Amerika arasında bulunan bir memlekettir. Bu iki büyük devletin her biri, Japonyayı kendi nüfûzu altına almak lister. Onların bize yaptıkları telkînler, bizim ruhumuzun selâmeti için değil, kendi menfaatlarını te'mîn içindir. Hâlbuki Japonların, doğru dürüst bir ruhî mürebbîye ihtiyaçları vardı.

Benim kanaatimce, Japonların bu ihtiyacını tatmîn edecek, onların ruhunu sükûn ve selâmete kavuşturacak, onlara hayatta tâkîb edecekleri en doğru yolu gösterecek olan, ancak islâm dînidir. Ben her şeyden önce, islâmiyetteki, müslümanların birbirlerini kardeş bilmeleri meziyyetine hayrânım. İslâmiyet, bütün müslümanların, renk ve ırk farkı yapmadan, kardeş olduğunu kabûl eder ve Allahü teâlâ, insanların sulh ve selâmet içinde, birbirine hiçbir fenalık yapmadan kardeş olarak yaşamalarını emreder. Bugünkü dünyanın perîşân hâline bakınca, bundan daha mükemmel, daha doğru bir emir düşünülebilir mi?Böyle bir emri veren büyük varlığın hakîkî Allah olduğundan kim şüphe edebilir?
Geçen sene, üç müslüman Tokoşimaya gelmişlerdi. Bunlar Pâkistânlı idiler. Ben hemen kendilerini ziyâret ettim. Onlardan müslümanlık hakkında çok güzel, çok derin mâlûmat öğrendim. Ondan sonra, müslüman Japonlarla sohbet ettim. Bunlardan Tokyoda bulunan Bay Molivala ile Bay Mita beni aydınlattılar ve müslüman olmamı tavsiye ettiler. Ben de, müslümanlığı kabûl ettim.

Bütün kalbimle temennî ediyorum ki, en mantıkî, en temiz ve hak din olan müslümanlık, bütün dünya üzerine yayılarak, insanları felaketten kurtarsın. Eğer bütün dünya müslüman olursa, bu perîşân dünya bir Cennet hâline girecektir. Allahü teâlânın lutf ve azameti, insanların ruhunu tenvîr edecek, onları doğru yola sevk edecek ve insanlar nihâyet selâmete kavuşacaklardır. İnsanlar, ancak islâmiyet sâyesinde, hem ruhî, hem maddî bahtiyârlığa ve Allahü teâlânın râzı olacağı kulları olmak saadetine erişeceklerdir.

 

34 ÖMER MİTA

(Japon)

(Ömer Mita, ekonomi mütehassısı, ictimâ'î [sosyal] işlerde çalışan, fakat bir müddet budist râhibliği de yapmış ve vaazlar vermiş, müslüman olduktan sonra, bütün faaliyetini İslâmiyeti yaymak için neşriyat yapmaya hasr etmiş olan bir Japon fikir adamdır. )

Allahü teâlâya hamd-ü senâ olsun ki, üç seneden beri müslümanım. Mes'ûd bir hayata nâil oldum. Bana, hakîkî ve dürüst bir hayatın nasıl olduğunu, Pâkistânlı müslüman kardeşlerim öğretti. Bu Pâkistânlı kardeşlerim, Japonyayı ziyârete geldikleri zaman, benimle tanıştılar. Bana müslümanlığı anlattılar ve beni müslüman yaptılar. Kendilerine minnet borcum çoktur.

Japonyada ehâlînin çoğu budisttir. Fakat, hakîkatte budistlikle hiç ilgileri kalmamıştır. Artık budist âyinlerine katılmamaktadırlar. Dînî bilgilerin hemen hemen tamamını unutmuşlardır. Bunun sebebi, budistliğin çok muğlak, çok karmaşık bir felsefe olması ve bu dîni seçenlere dünyada hiç bir fayda vermemesidir. Hayatta her gün mücâdele etmek zorunda olan veya başına gelen muhtelif hâdiselere nasıl karşı koyacağını, nasıl hareket etmek Îcap ettiğini bilmiyen vasat düşünceli bir insana, budizmin hiç yardımı olmaz. Böyle bir insan, bu dîni anlıyamaz ve bu dinden hiç faydalanamaz. Hâlbuki islâm dîni, böyle değildir. İslâmiyet, herkesin anlıyabileceği, sâde, insânî ve ilâhî bir dindir. Bu din, insan hayatının bütün safhalarına nüfûz eder ve müslümanlara her bir hâdise karşısında, nasıl hareket etmek lâzım geldiğini öğretir. İslâmiyette esas, temizliktir. İslâmiyet, ruhu temiz olan insanların en mükemmel rehberidir. İslâmiyet, o kadar mantıkîdir ki, en câhil bir insan bile, onun ne dediğini anlar. İslâmiyette, diğer dinlerde olduğu gibi, imtiyazlı bir râhibler sınıfı ve râhib inhisârı (monopolu) yoktur.

Benim kanaatimce, Japonyada islâmiyetin yayılması çok kolay olacaktır. Belki başlangıçta, bazı müşkilât meydana çıkacaktır. Fakat, bu mâniler izâle edilebilir ve Japonlar müslüman olmaya başlarlar. Bu işi yapmak için, her şeyden önce Japonlara hakîkî müslümanlığı tanıtmak lâzımdır. Japonlar, gün geçtikçe maddîleşiyorlar. Fakat, bundan memnûn değildirler ve ruhlarındaki boşluğu his etmektedirler. Onlara islâm dîninin yalnız ruhanî bilgiler verdiğini değil, aynı zamanda, insanlara dünyada yapacakları bütün işler, sürecekleri hayat için de tâm ve mükemmel bir rehber olduğunu öğretmek Îcap eder.

İkinci iş olarak, Japonyaya bu neşriyatı yapabilecek kudrette, çok bilgili hakîkî müslümanların gelmesi lâzımdır. Ne yazık ki, Japonyaya muhtelif müslüman memleketlerinden gelen talebeler, bu mühîm vazîfeyi yapabilecek kudrette değildir. Bunlarla temâs ettiğim zaman, onların kendi dinleri hakkında bilgi sahibi olmadıklarını, hattâ kendi dinlerine tâbi olmadıklarını, büyük bir teessür ile gördüm. Bunlar bize rehber olamazlar. Bunlar garp dünyasına hayrân olan, Avrupa terbiyesi almış, batılıların kolejlerinde, papaz mekteplerinde okumuş kimselerdi. İslâmiyet hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı.

İslâm dîninin Japonyaya yayılması mes'elesini bütün müslümanlar ciddiyyet ile düşünmeli ve yukarıda da söylediğim gibi, bizim memlekete hakîkî âlimler göndermelidirler. Bu gelen müslümanlar, Japonlara yalnız lafla değil, kendi hâl ve hareketleri ile de bir İslâm nümûnesi olmalıdır. Biz Japonlar, sulha, hakîkate, doğruluğa, samîmiyyete, fazîlete müştâkız. Gün geçtikçe, bu güzel hasletlerimizi gayb ediyoruz. İşte, ancak İslâmiyet, bizim imdâdımıza yetişebilir ve bizi harap olmaktan kurtarabilir.

Müslümanlar büyük ve tek hâlık Allahü teâlâya îman eder. Japonların da böyle bir îmana ihtiyaçları vardır.

İslâmiyet (sulh) demektir. Japonlar kadar sulh istiyen bir başka millet yoktur. Sulha ve huzura kavuşmak için kendisi (sulh) demek olan İslâmiyeti kabûl etmek Îcap eder. İslâmiyet, insanlar ile sulh ve saadet içinde berâber bulunmak ve Allahü teâlânın emirlerine teslim olmak demektir. Bütün müslümanlar, birbirinin kardeşleridir. İnsanlık, ancak islâmiyet sâyesinde felaketlerden ve vahşetten kurtulacaktır.

 

35 Bayan FATMA KAZUE

(Japon)

İkinci Cihân Harbinden sonra, dînimize olan rağbetin gittikçe zayıflamakta olduğunu görüyordum. Japonlar, yavaş yavaş Amerikalıların hayat tarzına alışıyorlardı. Bu hayat tarzı, insanın dinle alâkasını azaltıyor, onu bir makina hâline sokuyordu. Fakat, böyle maddîleşen insanlarda bir büyük nâkısa vardır. Ben bu eksikliği his ediyordum. Ruhumda bir boşluk vardı. Bu hayat tarzından memnûn değildim. Fakat, noksan olan neydi, bunu anlamaya imkân bulamıyordum.

Bir müddet kalmak için, Tokyoya gelen bir müslümanı ziyâret ettim. Onun din hakkındaki sözlerine ve ibâdet tarzına son derecede hayrân oldum. Ona birçok suâller sormaya başladım. Verdiği cevaplar, hem beni memnûn ediyor, hem de ruhumdaki boşluğu dolduruyordu. O, bir tek hâlık [yaratıcı] olduğunu, bu yaratıcının, saadet ve selâmet ile yaşamamız için neler yapmamız lâzım geldiğini bize bildirdiğini, kendisinin de, onun emirlerine uygun olarak yaşadığını anlattı. Bu sözler, benim üzerimde o kadar derin bir te'sîr yaptı ki, ben de onun dînini kabûl etmek istediğimi bildirdim ve onun rehberliği ile müslüman oldum. Müslüman olduktan sonra, yaratana bu kadar yakın olarak yaşamanın ne büyük bir saadet olduğunu kalbimde his etmeye başladım. Hayat tarzım değişti ve huzura kavuştum.

Müslümanlığın hak din olduğunu anlamak için, birbirlerine selâm verişlerine dikkat etmek yeter. Biz birbirimize (Gün aydın) veya (geceler hayr olsun) der geçeriz. Bu kuru, maddî sözlerin yerine, müslümanlar birbirlerine, (Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühu) derler ki, bunun mânası, (Huzur ve selâmet, Allahü teâlânın rahmeti ve bereketi sizin üzerinize olsun)demektir. Bundan daha güzel bir söz, bir selâm tarzı düşünülebilir mi?Müslüman arkadaşım, bana müslümanların nelere îman ettiği, islâmiyetin hangi esaslara dayandığı ve nasıl ibâdet edildiği hakkında birçok kıymetli mâlûmat verdi. Bunlar çok sâde, çok mantıkî ve insânî idi. Gördüm ve inandım ki, İslâmiyet, temiz, sâde, mantıkî ve sulh içinde bir hayatı mümkün kılan bir dindir. Gerek şahsî, gerek ictimâ'î hayatta, insanların sulh ve sükûna kavuşabilmeleri için, bu dîne tâbi olmaları lâzımdır. Bunun için, kendim sulh ve selâmete kavuştuktan sonra, bütün âilem fertlerini, dostlarımı, ahbâblarımı müslüman olmaya kavuşturmak için çalışıyorum.

 

36 THOMAS İRVİNG

(Kanadalı)

Niçin müslüman olduğumu size bildirmek için, müslüman olmadan evvel ve müslüman olduktan sonra, neler his ettiğimi ve müslümanlık ile nasıl temâs edip, bundan nasıl feyz aldığımı anlatmam Îcap etmektedir. Her şeyden evvel, şunu bildireyim ki, binlerce Kanadalı ve Amerikalı, benim, müslüman olmadan evvel, düşündüğüm gibi düşünmekte, aynı noksanlığı duymakta, kendilerine hakîkî müslümanlığı öğretecek Ehl-i sünnet âlimlerini beklemektedir.

Ben çocuk iken, dînim olan hıristiyanlığa iki elimle sarılmıştım. Çünkü din, benim için ruhî bir ihtiyaçtı. Fakat büyüdükçe, hıristiyanlıkta birçok noksanlıklar bulunduğunu görmeye başladım. Îsâ aleyhisselâmın hayatı ve Onun [hâşâ] Allahın oğlu olduğu hakkında verilen bilgiler, bana hurâfe, hayâlî şeyler gibi geliyordu. Çünkü aklım kabûl etmiyordu. Kendi kendime, (Eğer hıristiyanlık, hak din ise, niçin dünyada hıristiyan olmayan birçok insan var?Niçin yahudilerle hıristiyanların esas din kitapları birbirinin aynı iken, diğer husûslarda birbirlerinden ayrılmışlar?Hıristiyan olmıyanlar, başka hiç bir kabahat işlemedikleri hâlde, niçin mahv ve perîşân olacaklar?Birçok milletler, niçin hemen hıristiyan olmuyorlar?) gibi suâller soruyordum.

Bu esnâda Hindistânda vazîfe görmüş olan bir misyonere tesâdüf ettim. O bana, (Müslümanlar çok inatçıdır. Ne kadar uğraşsam, onları aslâ hıristiyan yapamıyorum. Onlar hakîkî dînin hıristiyanlık değil, müslümanlık olduğunu ileri sürüyor ve dinlerini değiştirmek için yaptığım bütün gayretlerim netîcesiz kalıyor) diye dert yandı. Bu sözler, müslümanlık hakkında duyduğum ilk tarif oldu. İçimde, hem müslümanlığa karşı bir merak, hem de dinlerine bu kadar sâdık olan müslümanlara karşı büyük bir takdîr hissi uyandı. (Şu müslümanlığı biraz yakından tedkîk edeyim) dedim. Üniversitede (Şark Edebiyatı) derslerini tâkîbe başladım. Şarklıların, bizim inandığımız (üç tanrı) akîdesini red ederek, akl-ı selîme tam muvâfık olan (Tek Allah) akîdesini kabûl ettiklerini gördüm. Îsâ aleyhisselâm, kendi dînini neşrederken muhakkak, bir tek Allahdan ve kendisinin yalnız Onun bir kulu ve Peygamberi olduğundan bahs etmişti. Onun bahs ettiği Allah, muhakkak, merhametli bir Allah olmalıydı. Hâlbuki, bu güzel ve doğru îman, birtakım mânasız efsâneler, sonradan eklenen hurâfeler, puta tapanların hıristiyanlığa soktuğu bid'atler arasında gayb olup gitmiş, merhametli ve müşfik tek Allah yerine, kendisine ancak râhibler vâsıtası ile erişilebilinen, insanları daha doğarken günahkâr halk eden bir üçlü tanrı zuhûr etmişti. O hâlde, sâf ve temiz (tek Allah) akîdesini insanlara tekrar telkîn için yeni bir dîne, yeni bir Peygambere lüzûm vardı. Avrupa, o sıralarda yarı barbar bir hâldeydi. Bir taraftan vahşî kavmler memleketleri isti'lâ ediyor, bir taraftan ufak bir zümre, din perdesi altında, her türlü kötülüğü, fenalığı yapıyordu. İşte insanlık böyle feci bir hâlde iken ve tamamiyle putperestliğe ve dinsizliğe dönmüşken, Îsâ aleyhisselâmdan [tarihçilere göre] yedi asır sonra, şarkta Allahü teâlânın son Peygamberi Muhammed zuhûr ederek, insanlara hakîkî Allahın hakîkî dînini telkîne başladı ki, bu dînin esasını, tek hâlıka îman etmek teşkîl ediyordu.

Ben bunları okuyup öğrenince, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin, Allahü teâlânın son ve hakîkî Peygamberi olduğuna inandım. Çünkü:

1)Yukarıda da söylediğim gibi, insanların yeni bir Peygambere ihtiyaçları vardı.

2)Benim, Allahü teâlâ hakkındaki bütün düşüncelerim, bu büyük Peygamberin neşrettiği dîne tamamen uyuyordu.

3) Kur'an-ı kerimin Allahü teâlânın kelâmı olduğunu, onu okuduğum zaman hemen his etmiştim. Kur'an-ı kerimin bildirdikleri ile Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin hadis-i şerifleri [sözleri] beni her cihetten tatmîn ediyor, ruhumu huzura kavuşturuyordu. İşte, bunun için müslüman oldum.

Emîn olunuz ki, yukarıda da beyan ettiğim gibi, binlerce Amerikalı ve Kanadalı, hıristiyanlıktaki noksanları ve yanlışlıkları benim gibi his etmektedir. Amma ne çâre ki, onlar benim gibi İslâm dînine tâm nüfûz etmek imkânını bulamamışlardır ve bir rehbere muhtaçdırlar.

İslâmiyete böylece îman ettikten sonra, müslümanlık hakkında neşredilmiş olan kitapları tedkîk etmeye başladım. Bu husûsta, burada tavsiye edebileceğim birkaç eserden bahs etmek isterim. Hindli bir hayr sahibi bana Q. A. Jairazby H. W. Lovlegroveun (What is İslâm = İslâm nedir) adlı kitabını yolladı. Bu kitabı bilhâssa tavsiye ederim. İçinde çok sâde, çok pratik ve çok doğru bilgiler vardır. Bu kitap, İslâmı en iyi tarif eden bir kitaptır. Bunun bütün dünyaya dağıtılması, İslâmiyetin intişârı cihetinden çok faydalı olur. Bundan sonra, Maulvi Muhammed Alînin İngilizce Kur'an-ı kerim tercümesini okudum ve beğendim. Bunlardan başka, daha bazı kitapları da okudum ve İslâmiyet hakkında neşriyat yapan mecmû'aları da ihmâl etmedim. Montrealda islâmiyet hakkında neşrolunmuş birçok Fransızca eserler buldum. Bunların bir kısmı İslâmiyetin lehinde, bir kısmı ise aleyhinde yazılmıştı. Fakat aleyhde yazılı eserlerde bile, İslâmın büyüklüğü gizlenemiyordu. Bunlar bile, bu dînin hak din olduğunu bana bir kere daha isbât ediyordu.

 

TENBÎH: (Herkese Lâzım Olan Îman) kitabını hazırlayan biz, İhlâs Anonim Şirketi, İslâm dînini doğru olarak öğrenmek istiyen temiz insanlara hizmet etmek için, İngilizce, Fransızca, Almanca ve daha başka dillerde kitaplar hazırladık. Bunların hepsi büyük ve hakîkî islâm âlimlerinin eserlerinden toplanan bilgilerden meydana gelmiştir. Bu kitapların ismleri, bazı kitaplarımızın sonunda bildirilmiştir. Adresi, kitabımızın başında yazılı olan (Hakîkat Kitabevi)nden, mektûbla isteyenlere hemen gönderilmektedir. Bu kitapları dikkat ile okuyan insâflı her insanın islâm dînine samîmî olarak îman edeceğine ve seve seve müslüman olacağına inanıyoruz. Çünkü İslâm dîni, akl-ı selîm sahiplerinin kabûl edeceği akîdelerden ve ahkâmdan ibârettir. Akl-ı sakîm sahipleri, ruhları hasta olanlar, nefslerine düşkün olanlar, yalnız kendi çıkarlarını düşünenler, İslâm dînini idrâk ve takdîr edemez.

 

37 Prof. Dr. ABDÜLKERÎM GERMANUS

(Macar)

(Prof. Dr. Germanus, Budapeşte Üniversitesinde “Şark ilimleri” profesörü olup, bütün dünyaca meşhûrdur. Kendisi Birinci ve İkinci Cihân Harbleri esnâsında Hindistânı gezmiş ve bir müddet Tagorenin idare ettiği (Şanti Naketen) Üniversitesinde hocalık yapmıştır. Bundan sonra, Delhîye gelmiş ve (Câmia-i Milliyye)de müslüman olmuştur. Prof. Germanus bilhâssa Türk lisanı ve Türk edebiyatı üzerinde büyük bir nüfûz sahibi [otorite] kabûl edilmektedir. )

Daha yeni delikanlı olmuştum. Yarı çocuk sayılırdım. Yağmurlu birgün, elime eski bir resimli dergi geçti. Bunda uzak memleketlere âid resimler bulunuyordu. Sayfaları kaydsızca çevirirken, birdenbire bir resime gözlerim takıldı. Bu resimde birtakım tek katlı küçük evler, bunların etrâfında, içinde güller bulunan bahçeler vardı. Evlerin damları üzerinde bizim bilmediğimiz biçimde birtakım güzel elbiseler giymiş insanlar oturuyor ve bir yarım ayın ancak aydınlattığı alaca karanlık sema altında kendileri ile sohbet eden birisini dikkat ile dinliyorlardı. İnsanlar, elbiseler, evler, bahçeler Avrupadakilerden tamamen farklı idi. Resim altında bulunan ifâdeden anlaşıldığına göre, bu resim, Arabistânda, küçük bir şehirde, bir meddâhı dinleyen Arabları gösteriyordu. Ben, o zaman onaltı yaşındaydım. Macaristanda, koltuğa kurulmuş bir üniversite talebesi Macar olarak, bu resime baktıkça, kendimi sanki orada, o Arabların yanında, meddâhın tatlı ve gür sadâsını duyuyor, bundan zevk alıyordum. Bu resim, hayatıma bir istikâmet verdi. Hemen Türkçe öğrenmeye başladım. Çünkü artık şark ile alâkam hâsıl olmuştu. Türkçe öğrendikçe, farkına vardım ki, Türk dilinde Türkçe kelimeler azdır ve Türkçenin şiiri, Fârisî, nesri ise, Arabî ile takviye edilmiştir. O hâlde şarkı iyice anlamak için, bu iki dili de öğrenmek Îcap ediyordu. İlk Üniversite tâtîlinde Macaristana en yakın olan Bosnaya gitmeye karar verdim. Hemen yola çıktım. Bosnaya gelince, bir otele iner inmez (Buradaki müslümanlar nerede bulunur?) diye sordum. Bana bir yer tarif ettiler. Oraya gittim. Türkçeyi daha ancak yarım yamalak biliyordum. Acaba Türklerle anlaşabilecek miydim?Müslümanlar, kendi mahallelerinde, bir kahvede toplanmışlar, keyf çatıyorlardı. Bunlar şalvarlı, bellerinde kuşak ve kuşağın içinde parlak kınlı hançerler bulunan ciddî sûretli, iri yarı insanlardı. Başlarındaki sarıklar ve geniş şalvarları ile hançerleri, onlara biraz acâib bir görünüş veriyordu. Ben, biraz mahcûb, biraz korkak bir hâlde kahveden içeri girerek, bir köşeye büzüldüm. Biraz sonra, onların kendi aralarında gizli gizli hafîf sesle konuştuklarını ve gözleri ile bana işaret ettiklerini gördüm. Muhakkak benden bahs ediyorlardı. Aklıma, Macaristanda işittiğim ve müslümanların hıristiyanları nasıl öldürdüklerini anlatan hikâyeler geldi. (Şimdi yerlerinden kalkacaklar, hançerlerini çekerek beni boğazlıyacaklar) diye düşünüyor, buraya geldiğime bin kere pişman oluyordum. Nasıl firâr edeceğim diye plânlar yapıyor, fakat, korkudan yerimden kımıldayamıyordum. Birkaç dakika sonra, garson bana güzel kokulu bir fincan kahve getirdi. İşâretle, bunun bana kendilerinden, o kadar korktuğum müslümanlardan ikrâm edildiğini bildirdi. Korka korka onlara baktığım zaman, onlardan biri samîmî ve tatlı bir gülümseme ile bana bakarak selâm verdi. Ben de korkudan titreyen dudaklarımla gülümsemeye çalışarak selâmına mukâbele ettim. Benim düşman zannettiğim bu adamlar, yerlerinden kalkarak yanıma geldiler.

Kalbim hâlâ şiddet ile çarpıyor, (şimdi bana saldıracaklar) diye bekliyordum. Hâlbuki, hepsi dostça etrâfıma dizildiler. Tekrar selâm verdiler. Biri sigara uzattı. Sigarayı yakarken, kibritin verdiği ışıkta, uzaktan vahşî görünen bu adamların yüzlerinde çok mübârek bir ifâde olduğunu hayret ile gördüm. Korkum biraz zâil oldu. Pek noksan Türkçem ile onlarla konuşmaya gayret ettim. Daha ağzımdan ilk Türkçe kelimeler çıkarken, onların yüz ifâdeleri büsbütün güzelleşti. Artık dost olmuştuk. Hançerle saldıracak zannettiğim kimseler, beni evlerine dâvet ettiler. Birçok ikrâmlarda bulundular. Bana şefkat ellerini uzattılar. Onlar yalnız benim istirâhatımı, iyiliğimi istiyorlardı. İşte müslümanlarla ilk muârefem [tanışmam], böyle oldu. Ondan sonra, birçok hâdiseler birbirlerini tâkîb etti. Her yeni hâdise, gözümde başka bir perdeyi açtı. İslâm memleketlerini birer birer ziyâret ettim. Bir müddet, İstanbul Üniversitesinde okudum. Anadolunun ve Sûriyenin güzel yerlerini ziyâret ettim. Bu arada Türkçeden başka, Arabî ve Fârisî de öğrenmiş olduğumdan, Budapeşte Üniversitesi beni (İslâm Eserlerini Araştırma) Enstitüsüne profesör olarak tâyîn etti. Üniversitede asırlardan beri toplanmış birçok eski eserleri buldum. Bunları incelemeye başladım. Pekçok güzel şeyler öğrendim. Bu esnâda, İslâm dîni hakkında da bilgiler topluyordum. Bunları inceledikce, İslâmiyet kalbime nüfûz ediyor ve ben okuduğum kitapların [bunların arasında özellikle Kur'an-ı kerim ile Hadis-i şerif kitaplarının] te'sîri altında kalıyordum. Nihâyet, tekrar şarka giderek bu sefer islâm dînini çok yakından tedkîk etmeye karar verdim. Bu seferki seyâhatim, beni Hindistâna götürdü. Ruhum boştu. Ruhum susamıştı. Delhîye geldiğim gece, rü'yâmda Muhammed bana göründü. Üzerinde sâde, fakat çok kıymetli bir elbise vardı. Bu elbiselerden bana doğru, çok güzel bir koku geliyordu. Kibâr, çok güzel, sevimli, parlak yüzü ve nûr saçan tatlı gözleri karşısında, dilsiz kalmıştım. Bana çok tatlı, fakat emredici bir sesle ve arabî olarak, (Neden üzülüyorsun?Önündeki yolu artık biliyorsun. Doğru yolun hangisi olduğunu seçecek bir seviyeye vardın. Hiç durma ve hemen o yola gir!) buyurdu. Bütün vücûdüm titriyordu. Kendisine arabî olarak, (Yâ Resûlallah ! Sen Allahın Peygamberisin! Ben artık buna inandım. Fakat acaba müslüman olursam huzura kavuşacak mıyım?Sen çok büyük bir varlıksın!Sen, bütün düşmanlarını yendin ve dâimâ doğru yolu gösterdin!Fakat, ben zevallı, âciz bir kul, göstereceğin yolda bulunabilecek miyim?) dedim. Muhammed ciddî ciddî bana baktı ve yavaş yavaş Kur'an-ı kerimden meâl-i şerifi, (Biz dünyayı size bir mesken, dağları da dayanak olarak yaratmadık mı?Sizleri çift olarak dünyaya getirdik ve size dinlenmek için, uyku nîmetini verdik) olan, Nebe' sûresinin yedi, sekiz, dokuz ve onuncu âyetlerini okudu. Bunları söylerken, ağzından çıkan kelimeler, gümüş çıngırakların sesi gibi, tatlı tatlı çınlıyordu. Kan ter içinde kalmıştım. (Allahım, ben artık uyuyamıyorum, etrâfımda bulunan ve kalın örtüler içinde saklı duran muammaları [anlaşılmaz şeyleri] çözemiyorum. Yâ Resûlallah, yâ Muhammed! Bana yardım et, beni aydınlat!) diye bağırmaya başladım. Bir yandan da, o büyük Peygambere eziyyet vermekten korkuyordum. Buğazımdan anlıyamadığım sadâlar çıkıyor, çırpınıyordum. Nihâyet, kendimi bir boşluğa yuvarlanıyormuş gibi his ettim ve tere batmış bir hâlde uyandım. Kalbim şiddet ile atıyor, kulaklarım çınlıyordu.

Cuma günü, Delhîde Şâh cihân câmiinde şöyle bir hâdise oldu. Sarı saçlı, donuk beyaz yüzlü yabancı bir genç, bazı yaşlı müslümanların arasında câmiye giriyordu. Bu bendim. Üzerimde bir Hindli elbisesi vardı. Yalnız, göğsüme bana İstanbulda verilen bir altın madalyayı takmıştım. Câmideki müslümanlar, bana hayret ile nazar ediyorlardı. Ben ve arkadaşlarım minberin yakînine vâsıl olduk. Biraz sonra, ezan sesi duyulmaya başladı. Câmiin içinde bulunan yaklaşık 4000 kişinin, sanki bir ordu gibi sür'at ile bir hizâya geldiğini gördüm. Namaz başlamıştı. Ben de onlarla berâber namaza durdum. Bu benim için unutulmaz bir ân idi. Namaz bitip hutbe de okunduktan sonra, Abdülhay beni elimden tutarak minbere götürdü. Minbere giderken, yere bağdaş kurmuş olanlara çarpmamak için, son derece dikkat ediyordum. Nihâyet minberin yakînine vâsıl oldum ve merdivenlerini çıkmaya başladım. Daha ilk adımlarımı attığım zaman, beyaz sarıklar altında bulunan birçok yüzlerin, tarla içindeki papatyalar gibi, bana çevrildiğini görüyordum. Minber etrâfında toplanmış olan ulemâ bana teşvîk edici nazarlarla bakıyorlardı. Onların bu bakışı, lâzım olan kuvveti bana veriyordu. Minbere çıktım. Etrâfıma baktım. Önümde muazzam bir insan denizi vardı. Herkes başını kaldırmış, dikkat ile beni dinliyordu. Ağır ağır ve arabî olarak söze başladım. (Ey burada hazır bulunan çok muhterem insanlar!Ben buraya uzak bir memleketten, orada öğrenemiyeceğim şeyleri öğrenmek için geldim. Burada maksadıma kavuştum ve ruhum huzur ile doldu. ) Sonra, onlara, tarihte islâmiyetin aldığı mevki', Allahü teâlânın, büyük Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın elinde muhtelif mucizeler yarattığını, bugün islâm devletleri, eski kudretlerini gayb etmişlerse, bunun sebebinin, müslümanların, dinlerine, Îcap eden ri'âyeti göstermemeleri olduğunu anlattım. Bazı müslümanların, çok kere insanın kendi başına birşey yapamıyacağını, bunun için, çalışmaya lüzûm olmadığını, çünkü her şeyin Allahü teâlâdan geldiğini, insanın bunu değiştiremiyeceğini söylediklerini, hâlbuki, Kur'an-ı kerimde, Allahü teâlânın (İnsanlar kendilerini düzeltmedikce, hiçbir şeyin düzelmiyeceğini ve kendileri gayret etmezlerse, hiçbir şeyi başaramıyacaklarını), (Çalışanlara yardım edeceğini) beyan buyurduğunu ilâve ettim. Kur'an-ı kerimde, insanların dâimâ çalışması, âciz kalmaması hakkında yazılı olan âyet-i kerimeleri ele alarak, bunları birer birer îzâh ettim. Nihâyet, muhtasar bir duâ yaparak minberden indim.

Minberi terk ederken, gök gürültüsü gibi, bir “ALLAHÜ EKBER!”! sesi câmii çınlattı. Büyük bir heyecan içindeydim. Etrâfımı göremiyordum. Refîkım Aslanın beni kolumdan tutarak sür'at ile câmiden çıkardığının farkına vardım. (Neden böyle acele ediyoruz?) diye sordum. (Arkana bak!) dedi. Başımı arkaya çevirdim. Aman Allahım, bütün cemaat arkamdan koşarak bana yetişmeye çalışıyordu. Yanıma geldiler. Bir kısmı boynuma sarılarak beni kucaklıyor, bir kısmı ise, elimi öpmeye çalışıyordu. Başka bir kısmı, onlara duâ etmemi taleb ediyordu. (Allahım, benim gibi çok âciz bir kulun, onların gözünde âlî bir insan olarak görünmesine müsâade etme!) diye yalvarıyordum. O kadar mahcûb olmuştum ki, kendimi bu temiz müslümanların malını çalmış veya onlara hıyânet etmiş zannediyordum. İşte o gün anladım ki, halkın beğendiği bir politikacının eline muazzam bir kuvvet geçiyor!Eğer böyle bir politikacı, halkın ona verdiği kuvveti fena kullanırsa, memleket harap olur.

O gün, bütün müslüman kardeşlerime, çok âciz bir kul olduğumu söyliyerek evime döndüm. Fakat onların dostluğu, sevgisi, bana karşı gösterdikleri hürmet, haftalarca devam etti. Bana, o kadar büyük bir sevgi gösterdiler ki, bunun te'sîri, hayatımın sonuna kadar bana kâfî gelecektir.

 

38 İBRÂHÎM VOO

(Malayalı)

Ben, müslüman olmadan evvel katolik bir hıristiyandım. Misyonerler beni katolik yapmıştı. Fakat, bu dîne bir türlü ısınamıyordum. Çünkü, râhibler, üç Allaha inanmaklığımı istiyorlar ve sonra İşâ-i rabbânîyi yâni [Îsâ aleyhisselâmın etinin ekmek ve kanının şarap olduğunu temsîl eden âyini] ve kudsî ekmeğe tapmak mecbûriyetini emrediyorlardı. Papanın, günahsız olduğunu ve o ne derse yapmak Îcap ettiğini ve buna benzer aklın kabûl etmediği birçok şeyleri öğretiyorlar, bunlara inanılmazsa, insanın mahv ve perîşân olacağını söylüyorlardı. Râhiblerden, söyledikleri şeylerin ne demek olduğunu soruyor, onlardan aklımın kabûl edeceği bir îzâh bekliyordum. Fakat hiç biri, bu husûsta tafsîlat veremiyor, (Bunlar kudsî sırlardır. Kimsenin aklı ermez) demekle iktifâ ediyorlardı. Bir insan aklı ermediği bir şeyi nasıl kabûl ederdi ?Ben yavaş yavaş bu işte bir sakatlık olduğunu, hıristiyanlığın doğru bir din olmadığını düşünüyor ve ondan büsbütün nefret ediyordum. Hele, râhiblere başka bir dinden, meselâ islâmiyetten bahs edilse, hemen ifrit kesiliyorlar, (Muhammed bir yalancıdır. İslâm uydurma bir dindir) diye bar-bar bağırıyorlardı. (Peki, bu din, niçin yalancı bir dindir?) diye sorduğum zaman, buna da bir cevap veremiyorlar, kekeliyorlardı. Onların bu hâli, beni islâm dînini yakından tedkîk etmeye sevk etti. Malayada bulunan müslümanlarla temâs ettim. Onlardan dinleri hakkında bilgi taleb eyledim. Bunlar râhiblere hiç benzemiyordu. Bana islâmiyet hakkında çok güzel mâlûmat verdiler. Şunu da sözlerime ilâve edeyim ki, başlangıçta kendileri ile adamakıllı münâkaşa ettim. Fakat onlar, benim bütün suâllerime o kadar inandırıcı cevaplar verdiler, bunları o kadar metânet ve sabrla karşıladılar ki, yavaş yavaş gözümün önünde bir perde açıldığını, içime büyük bir huzur ve ferahlık geldiğini his ediyordum. Birçok hurâfelerle dolu olan hıristiyanlığın tam aksine, bu dinde herşey akla uygun, mantıkî ve fikrî idi. Müslümanlar tek bir hâlıka [yaratıcıya] inanıyorlardı. Bu büyük yaratıcı, insanların günahkâr olduğunu söylemiyor, onlara nîmetini bol bol ihsân ediyordu. Verdiği emirler arasında, benim anlamadığım tek şey yoktu. İbâdetleri, sırf Allahü teâlâya hamd etmek içindi. Onlar muhtelif resmlere, işaretlere tapmıyorlardı. Kudsî kitapları olan Kur'an-ı kerimin her âyetinin lezzetini ruhumda duyuyordum. İbâdet için muhakkak bir mâbete gitmek mecbûriyeti yoktu. İnsan, evinde yâhut herhangi bir yerde ibâdet edebilirdi. Bütün bunlar, o kadar güzel, doğru ve insânî şeylerdi ki, ben artık, hakîkî Allah dîninin, müslümanlık olduğunu kabûl ettim ve seve seve müslüman oldum.

 

39 İSMÂ'ÎL WİESLEW ZEJİLERSKİ

(Polonyalı)

1900 senesinde Polonyada Krokov şehrinde doğdum. Âilem Polonyanın ismi tarihe geçen meşhûr bir âilesidir. Babam tam bir ateist [dinsiz] idi. Fakat, buna rağmen çocuklarının katolik terbiyesi almasına izin vermişti. Polonyada çok katolik vardı. Annem de koyu bir katolik olduğundan, bizim de katolik olarak yetişmemizi istiyordu. Ben, dîne karşı büyük bir saygı sahibi idim. Gerek ferdin, gerek cem'ıyyetin hayatında dînin en mühim bir rehber olduğuna inanıyordum.

Bizim âile, sık sık yabancılarla görüşürdü. Babam gençliğinde, çok seyâhatlar yapmış ve birçok ecnebî ahbâblar te'mîn etmişti. Bundan dolayı biz, diğer ırklara, medeniyetlere, dinlere karşı bir saygı besliyorduk. Kimseyi kimseden ayırmaz, her millete, her ırka, kısaca her insana karşı hürmet duyardık. Ben kendimi Polonyalı değil, dünya vatandaşı sayardım.

Âilemin dünya işlerinde düşüncesi, tam (orta yolu tutmak) fikrine dayanıyordu. Babam, hiçbir iş görme âdeti olmıyan aristokrat [imtiyazlı] bir sınıftan gelmiş olmasına rağmen, tenbelliği, işsizliği hiç sevmez, herkesin muhakkak bir işi olmasını tavsiye ederdi. Diktatörlüğün tamamiyle aleyhinde idi. Fakat, dünyada kurulmuş olan nizâmı ve intizâmı bozacak bir sosyal inkılâbı [devrimi] da aslâ kabûl etmiyordu. Eski zamanın getirdiği âdetlere büyük bir saygısı vardı. Bunların bozulmasını istemiyordu. Kısaca, babam kurûn-u vüstânın [Orta çağın] modernleşmiş ve orta yoldan yürüyen bir şövalyesi idi. Babamın bana verdiği hür terbiye, beni bir müdekkık [araştırmacı] yapmış, sosyal mes'eleleri araştırmaya başlamıştım. Dünyada çözülmesi lâzım birçok sosyal, siyâsî, ekonomik problemler vardı. Bunları çözmek ve doğru yolu bulmak için ne yapmak gerekiyordu?Görüyordum ki, insanlar bu işlerde birbirinden çok uzak iki cebheye ayrılmıştı. Bir tarafta kapitalizm, diğer tarafta komünizm. Bir tarafta baskı ve terör, diğer tarafta tamamen başıboşluk. Hâlbuki, insanların rahat ve huzur içinde yaşaması için, bu iki cebhenin bir anlaşmaya varması ve orta bir yol bulması Îcap ediyordu. Benim kanaatime göre insan cemiyeti, hür, fakat disiplinli, bugünkü hayat şartlarına uygun, fakat eski âdetlere de saygılı bir esasa dayanmak zorunda idi. (Tam orta yolda yürümek) prensiplerine uygun olarak yetiştirilen, benim gibi bir insanın böyle düşünmesi gayet tabî'î idi. Bize (İlerlemiş muhâfazakârlar = Progressive Traditionalist) adını koymuşlardı.

Onaltı yaşına bastığım zaman, (Acaba katolik dîni, bu esası kuramaz mı?) diye düşünmeye başladım. Bunun için, katolik dînini daha yakından inceledim. O zaman, kilisede bana telkîn edilen akîdelerin bazısının, bir türlü aklıma yatmadığını gördüm. Bunların en başında üç tanrı mes'elesi geliyordu. Sonra İşâ-i rabbânî [Îsâ aleyhisselâmın etinin ekmeğe, kanının şarapa dönmesi] inancı, Allahü teâlâya duâ ederken, muhakkak araya bir papaz koymak mecbûriyeti ve bizim gibi bir insan olan Papanın, günahsız olduğu iddiâsı, yâni ona bir nev' tanrılık verilmesi, birtakım işaret, resim ve heykellere, ibtidâî insanlar gibi tapılması, birtakım garîb hareketler yapılması, beni yavaş yavaş hıristiyanlıktan nefret duymaya sevk etti. Bu dînin insânlığı felaketlerden halâs etmesi şöyle dursun, esası çürük ve hiçbir kıymeti olmıyan bâtıl bir inanış olduğunu düşünmeye başladım. Artık dîne karşı tamamen kayıdsız kaldım.

İkinci Cihân Harbinden sonra, içimde tekrar bir dîne inanma ihtiyacı duydum. Farkına vardım ki, insanlık hiçbir zaman dinsiz kalamaz. İnsanların ruhu dîne muhtacdır. Din, en büyük rehber, en derin tesellî menbâ'ıdır. Dinsiz insan mahv olmaya mahkûmdur. İnsanlara en büyük fenalık, dinsizlikten gelmektedir. Tâm ve mükemmel bir cemiyet hayatı yaşayabilmek için, insanların birbirine bağlanması, doğru yolda yürümesi, ancak din sâyesinde mümkindir. Şunun da farkına vardım ki, bugünkü mütekâmil bir insan, bugünün hayat şartlarına, ilmin bugün eriştiği dereceye uymıyan, yalnız birtakım garîb fikirlerden ibâret olan ve akl-ı selîme uygun gelmiyen bir dîni de kabûl edemez. Hıristiyanlık dîni böyle idi. Acaba diğer dinler nasıldır diye merak ederek, dünyada bulunan bütün dinleri tedkîk etmeye karar verdim. Amerikalı Quakerlerin dînini, Unitarianları, hattâ Behâîleri bile tedkîk ettim. Fakat bunların hiçbiri, beni tamamiyle tatmîn etmedi.

Nihâyet İslâmiyeti keşf ettim. Elime Esperanto lisanında yazılmış (İslâmo Esperantiste Regardata) isminde bir kitap geçti. Bu kitabı, müslüman bir İngiliz olan, İsmâ'îl Colin Evans neşretmişti. İşte bu kitap, beni 1949 senesinde, müslümanlığa götüren rehber oldu. Onu okudum. Kâhirede (Dâr-ut-teblîg-ul-islâm) teşkilâtına mürâceat ettim ve onlardan müslümanlık hakkında mâlûmat istedim. Oradan bana gönderilen, gene Esperanto dilinde yazılmış (İslâmo Chies Religio) isminde bir kitap, benim îmanımı tamamladı ve müslüman oldum.

Müslümanlık, çocukluktan beri taşıdığım düşünce, arzu ve temennîlerime tam cevap vermektedir. İslâmiyette hem hürriyet, hem de disiplin vardır. İslâmiyet, Allahü teâlâya karşı olan vazîfelerimizi sayarken, dünyada da rahat ve huzur içinde yaşamak için lâzım olan şeyleri bildirir. İslâmiyet, bütün insanlar için, hattâ her canlı için, haklar tanır. İctimâ'î mes'elelerde, islâmiyet en mühim problemleri en doğru tarzda çözmüştür. Ben bir sosyolog olarak, islâmiyetteki (zekât) ve (Hac) vazîfelerinin büyüklüğüne ve mükemmelliğine hayrân kaldım. Kendisine, dünya malından fazla pay verilmiş kimsenin, malının belli bir kısmını fakirlere dağıtması [zekât] ve zengin, fakir, büyük rütbeli, küçük rütbeli, yaşlı, genç, tüccâr, esnâf, asker, bütün müslümanların bir araya gelerek yanyana Allahü teâlâya ibâdet etmeleri ve birbirini tanımaları [cemaat ile namaz ve hac], bugün sosyal ilimlerin erişmek istediği ve bir türlü vâsıl olamadıkları yüksek gayelere, islâm dîninin çoktan vardığını göstermektedir. İslâm dîni bu sâyede, kapitalizm ile komünizm arasında en mükemmel vasat yolu göstermiş, bütün insanların arzuladığı husûsları te'mîn etmiştir. İslâmiyet, hangi ırk, hangi milliyyet, hangi sosyal derece, hangi renkten ve dilden olursa olsun, dünyadaki bütün insanları bir araya getirebilen, onlara aynı hakları veren, servet farkını, ictimâ'î [sosyal] yardımı ayarlayan, aynı zamanda onlara Allah korkusunu da aşılayarak, maddî ve mânevi disiplini sağlıyan muazzam bir dindir. İslâmiyette tenkid edilen poligami [yâni teaddüd-i zevcât, birkaç kadınla evlenmek] bile, insanların biyolojik ihtiyacına göre bildirilmiş bir keyfiyyet olup, hiç bir zaman tek kadınla yaşamayan katoliklerin, iki yüzlü monogamisinden [tek kadınla evlenmek] daha dürüst bir hükmdür.

Son söz olarak, Allahü teâlâya, bana doğru yolu gösterdiği ve beni kendi rızasına kavuşturan hak yola kavuşturduğu için hamd-ü senâ ederim.

 

40 MÜ'MİN ABDÜRRAZZAK SELLİAH

(Sri-Lankalı = Seylanlı)

Bir zamanlar, islâmın en büyük düşmanıydım. Çünkü, bütün âile efrâdım, bütün tanıdıklarım bana islâmın saçma sapan, uydurma ve insanı doğru Cehenneme götürecek bir din olduğunu söylüyor ve benim müslümanlarla konuşmamı men ediyorlardı. Ben de müslümanları gördükçe hemen kaçıyor, arkalarından onlara lânet ediyordum. O zamanlar, rü'yâmda, birgün bu dîni yakından tedkîk ederek ona hayrân kalacağımı ve müslümanlığı kabûl edeceğimi görseydim, muhakkak hayra yormazdım.

Niçin müslüman oldum?Buna vereceğim cevap çok kısadır. İslâmda beni kendisine çeken en büyük meziyyet, bu dînin çok sâde, tertemiz, gayet mantıkî, herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilen, bunun yanında, içinde çok derin nasihatlar ve hikmetler bulunan bir din olmasıdır. İslâm dînini daha tedkîk etmeye başlar başlamaz, benim üzerimde büyük bir te'sîr yaptı ve onu hemen kabûl edeceğimi anladım.

Ben hıristiyan terbiyesi gördüm. Elime verilen İncîlden daha kıymetli bir din kitabı bulunmadığını zannediyordum. Fakat Kur'an-ı kerimi okumaya başlayınca, bu kitabın elimdeki İncîlden kat kat üstün olduğunu, bana İncîlin öğretmediği birçok güzel şeyleri öğrettiğini hayret ile gördüm. Hıristiyan dîninde, akl-ı selîmin kabûl edemiyeceği birçok efsâne, garîb îtikatlar vardı. Kur'an-ı kerim, bütün bunları red ediyor, insanlara onların anlıyacağı ve her bakımdan doğru bulacağı esasları öğretiyordu. Yavaş yavaş İncîl gözümden düşmeye başladı. Artık, iki elimle Kur'an-ı kerime sarılmıştım. Onda okuduğum her şeyi anlıyor, beğeniyor, hayrân oluyordum. Demek oluyor ki, hak din, islâm dîni idi. Bunu idrâk edince, İslâmiyeti kabûle karar verdim ve îman ederek huzur ve sevgi dînine kavuştum.

İslâmiyette en çok beğendiğim ve beni kendisine kuvvet ile cezb eden husûs, müslümanların birbirini kardeş kabûl etmesidir. Renk, ırk, meslek, milliyyet, memleket farkı olmadan, dünyada bütün müslümanlar, birbirlerini kardeş bilirler, severler, birbirlerine iyilik etmeği, yardım etmeyi mukaddes vazîfe kabûl ederler. İncîlin (Komşunu kendin gibi seveceksin) kâidesi, ancak müslümanlarda vardır. Diğer dinlerin hiçbirinde yoktur. İslâmiyetteki kardeşlik, yalnız lafta kalan bir bağlılık değildir. Dünyadaki bütün müslümanlar, her zaman, her yerde, birbirini tanısın, tanımasın, dâimâ el ele verirler, birbirlerine yardıma koşarlar.

İslâmiyette takdîr ettiğim ikinci bir husûs da, bu dinde hiçbir hurâfenin, anlaşılmaz bir husûsun bulunmayışıdır. Müslümanlık ahkâmı, mantıkî, pratik, aklî ve moderndir. İslâm dîni, tek bir hâlık [yaratıcı] tanır. Ruh-ul-kuds kelimesi Kur'an-ı kerimde vardır. Fakat bu, Allahü teâlânın kudsiyyeti veya Cebrâîl ismindeki melek mânasına gelir. Ayrı bir ilâh değildir. İslâmın ahkâmı, yâni emir ve yasakları, son derece sâde, mantıkî ve her bakımdan, en modern yaşama tarzına uygundur. Bütün dünyanın kabûl edebileceği tek hak din, İslâm dînidir.

 

TENBÎH: Ruh-ul-kuds kelimesi, Kur'an-ı kerimde birkaç sûrede vardır. Bulundukları yere göre, çeşidli mânalara geldiği, tefsîr kitaplarında yazılıdır. Kısaca, Cebrâîl ismindeki melek, Allahü teâlânın hayat verici, koruyucu sıfatları, Îsâ aleyhisselâmın ruhu, İncîl kitabı mânalarına gelmektedir. Kelimenin mânası, temiz ruh demektir.

 

41 FÂRÛK B. KARAI

(Zengibarlı)

Müslümanlığı, büyük Peygamber Muhammed aleyhisselâma hayrân olduğum için kabûl ettim. Zengibarda birçok müslüman ahbâbım vardı. Müslümanlık hakkında çok güzel şeyler anlatıyorlardı. Bana verdikleri müslümanlığa âid kitapları âile fertlerimden gizli olarak okuyordum. Nihâyet, 1940 senesinde, ne olursa olsun, müslüman olmaya karar verdim. Âilemin ısrârlarına ve o zamana kadar mensûb bulunduğum Parsi dîninin râhiblerinin tazyîklerine rağmen, müslüman oldum. Bu sebebden başıma neler geldiğini, ne gibi zorluklarla karşılaştığımı uzun uzadıya anlatmıyacağım. Âilem beni, îmandan mahrum etmek için akla sığmaz vâsıtalara başvurdu. Bana çok eziyyet ettiler. Fakat, bir kere hidâyete eriştikten sonra, her cins tehdîde mukavemet ederek, hak dînime kuvvet ile sarıldım. Şimdi tek Allahı ve Onun son Peygamberi Muhammed aleyhisselâmı, cânımdan çok seviyorum.

Âilemin bana çıkardığı her türlü müşkillere, Cebel-i târık kayaları gibi karşı koydum. Bu zorluklarla uğraşırken (Ben Allahü teâlânın emrettiği yoldayım. Allahü teâlâ her şeyin doğrusunu bilir ve beni korur) îtikatım bana kuvvet ve cesaret veriyordu.

Guyratide Kur'an-ı kerimi okuyup tedkîk etmek fırsatı buldum. Kur'an-ı kerimi okudukça, ona tamamen bağlandım. Dünyada başka hiçbir dînin insanlara doğru yolu gösteremiyeceğine bütün kalbimle inandım. Kur'an-ı kerim, insanlara sâdelik içinde yaşamağı, kardeşliği, eşitliği ve insanlığı öğreten, dünyada ve âhirette rahat ve huzur içinde bir hayat bahş eden mukaddes bir kitaptır. İnsanlar için en büyük rehber olan, Allahü teâlânın bu kitabının getirdiği islâm dîni, dünyanın sonuna kadar devamlı kalacaktır.

 

42  KAPTAN KUSTO

(Fransız)

[Fransada müslümanlık, her sanatta, her cihette şöhret kazanmış kimseler arasında hızla intişar ediyor. Hıristiyanlığı bırakarak İslâm dînini tercîh edenlerin adedi yüzbine ulaştı. Katolikliğin Fransada en yüksek makamı olan “Paris Arşovekliği” bu rakamı tasdik eyledi.

İslâm dînini tercîh edenlerin sâdece işsizler, memurlar değil, her cihette şöhret kazan mış kimseler olması, nazar-ı dikkati celb etmektedir.

Müslümanlığı tercîh edenlerin arasında denizaltı araştırmaları ile bütün dünyanın yakından tanıdığı Kaptan Kusto yer alıyor.

Fransada dünyaca meşhûr kimselerin müslümanlığı kabûl etmelerinin te'sîrleri devam ederken, dünyanın en meşhûr denizaltı kâşiflerinden Kaptan Kusto, İslâm dînini tercîh etmekle hayatının en doğru kararını verdiğini söyledi.

Televizyonda yayınlanan (Yaşayan Deniz) programı ile okyanusların sırlarını bir bir gözler önüne getiren Kaptan Kusto, İslâm dînini tercîh etmesine asl sebep olan vak'anın, Atlas Okyanusu ile Akdeniz sularının birbirine karışmadığını tesbît ettikten sonra, bunun 1400 sene önce dünyaya indirilen Kur'an-ı kerimde beyan buyurulduğunu görmesi olduğunu bildirdi.]

Kaptan Kusto, İslâm dînini tercîh etmesine sebep olan hâdiseyi şöyle anlattı:

(1962 senesinde Alman ilim adamları, Aden körfezi ile Kızıldenizin birleştiği Mendeb boğazında, Kızıldenizin suyu ile Hind Okyanusunun suyunun birbirine karşımadığını bildirmişlerdi. Biz de, Atlas Okyanusu ile Akdenizin sularının birbirine karışıp, karışmadığını tedkîk etmeye başladık. Evvelâ, Akdenizin kendine hâs sıcaklığı, tuzluluğu ve kesâfeti ile ihtivâ ettiği canlıları tesbît ettik. Aynı tedkîkatı Atlas Okyanusunda tekrarladık. İki su kütlesi binlerce seneden beri Cebelitârık boğazında birleşiyordu. Bu vaziyette, iki su kütlesinin karışması ile tuzluluk, kesâfet gibi unsurların birbirlerine müsâvî, hiç olmazsa yakın olması Îcap ediyordu. Hâlbuki, her iki denizin en yakın kısmlarında bile deniz suyu kendi hâssasını koruyordu. Yâni, iki denizin birleşme noktasında bir su perdesi iki deniz suyunun birbirine karışmasına mani oluyordu. Bu hâli anlattığım Profesör Maurice Bucaille, bunda şaşılacak bir şey olmadığını, İslâmın kudsî kitabı Kur'an-ı kerimin bunu açık bir şekilde yazdığını söyledi. Hakîkaten bu hâl Kur'an-ı kerimde dosdoğru açıklanıyordu. Bunu öğrenince Kur'an-ı kerimin (Allahü teâlânın kelâmı) olduğuna inandım. Hak din olan İslâmiyeti seçtim. İslâm dîni, mânevî gücü ile bana gayb ettiğim oğlumun acısına dayanma sabrını verdi. )

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol