iman_imanin_sartlari
|
ÎMANIN ŞARTLARI
(Bu zat yine sorarak, yâ Resûlallah! (Îmanın ne olduğunu da bana bildir)dedi). İslâmın ne olduğunu sorduktan ve cevap verildikten sonra, Cebrâîl, Resûl-i ekrem efendimizden, îmanın hakîkatini ve mahiyetini açıklamasını sordu. Îman, lügatta bir kimseyi tâm doğru sözlü bilmek, ona inanmak demektir. İslâmiyette îman demek; Resûl-i ekremin, Allahü teâlânın peygamberi olduğunu ve Onun tarafından seçilmiş, haber verici nebî olduğunu doğru bilmek ve inanarak söylemek ve Onun Allahü teâlâ tarafından kısaca bildirdiklerine kısaca inanmak ve geniş bildirdiklerine etraflıca inanmak ve gücü yettikçe, kelime-i şehâdeti dil ile de söylemektir. Kuvvetli îman şöyledir ki, ateşin yaktığına, yılanın zehirleyip öldürdüğüne yakîn üzere inanıp kaçtığı gibi, gönlünden tâm olarak, Allahü teâlâyı ve sıfatlarını büyük bilerek inanmak, Onun rızasına ve cemâline koşmak ve gazabından, azâbından kaçmak ve îmanı, mermer üzerine yazılan yazı gibi sağlam olarak gönlüne yerleştirmektir. Îman ile islâm birdir. Kelime-i şehâdetin mânasına inanmak, her ikisinde de vardır. Bazı umûm ve husûs ayrılıkları var ise de, lügat mânaları ayrı olmakla berâber, islâmiyette ayrılıkları yoktur. Îman tek birşey midir, birkaç parçanın birleşiği midir?Birleşik ise, kaç parçadan yapılmıştır?Ameller, ibâdetler, îmandan mıdır, değil midir?Îmanım var derken, inşâallah demek câiz midir, değil midir?Îmanda azlık çokluk olur mu? Îman mahlûk mudur? Îman etmek, insanın elinde midir?Yoksa müminler zorla mı îman etmiştir? Eğer îmanda zor, cebr varsa, herkesin îman etmesi neden emrolunmuştur?Bunları ayrı ayrı bildirmek çok uzun sürer. Bunun için herbirinin cevabını burada ayrı ayrı bildirmiyeceğim. Şu kadar bilmelidir ki, Eş'arî ve Mu'tezile mezheplerine göre, mümkün olmıyan bir şeyin yapılmasını, Allahü teâlânın emretmesi câiz değildir. Kendisi mümkün ise de, insanların gücü yetmediği şeyleri emretmesi de, Mu'tezileye göre câiz değildir. Eş'arîye göre ise, bu câizdir. Fakat, emretmemiştir. İnsanın havada uçmasını emretmek böyledir. Îman, ibâdetler ve amellerde, Allahü teâlâ, kullarından gücü yetmediği şeyleri istememiştir. Bunun için, müslüman iken deli olan, gâfil olan, uyuyan, ölen kimse, bu hâlinde tasdik etmekte değil ise de, müslümanlıkları devam etmektedir. Bu hadis-i şerifte, îmanın lügat mânasını düşünmemelidir. Çünkü lügat mânası, tasdik ve inanmak demek olduğundan, arab câhillerinden, bu mânayı bilmiyen kimse yoktur. Nerde kaldı ki, Eshâb-ı kirâm bilmemiş olsunlar. Cebrâîl aleyhisselâm, îmanın mânasını Eshâb-ı kirâma öğretmek istiyordu. Bunun için, Resûlullaha islâmiyette neye îman denildiğini sormaktadır. Resûlullah de, îmanın belli altı şeye inanmak olduğunu şöyle bildirdi: 1 - (Önce, Allahü teâlâya inanmaktır) buyurdu. Îman demek, keşf ile bularak veya vicdânla bularak, yâhut bir delîl ile aklın anlaması yolundan veya seçilmiş, beğenilmiş bir söze güvenerek ve uyarak, belli altı şeye cân ve gönülden inanmak ve dil ile de söylemektir. Bu altı şeyden birincisi, Allahü teâlânın vâcib-ül-vücûd ve hakîkî mâbut ve bütün varlıkların yaratıcısı olduğuna inanmaktır. Dünya âleminde ve âhiret âleminde bulunan herşeyi, maddesiz, zamansız ve benzersiz olarak yoktan var eden, ancak Allahü teâlâdır diye kesin inanmaktır. [Her maddeyi, atomları, molekülleri, elementleri, bileşikleri, organik cismleri, hücreleri, hayatı, ölümü, her olayı, her reaksiyonu, her çeşit kuvveti, enerji nev'lerini, hareketleri, kanûnları, ruhları, melekleri, canlı cansız her varı, yoktan var eden ve hepsini, her ân varlıkta bulunduran, yalnız Odur. ] Âlemlerde olan herşeyi, [hiçbiri yok iken, bir anda] yarattığı gibi, [her zaman, birbirlerinden de var etmektedir. Kıyâmet zamanı gelince, herşeyi bir ânda] yine yok edecektir. Her varlığın hâlıkı, yaratanı, sahibi, hâkimi Odur. Onun hâkimi, âmiri, üstünü yoktur diye inanmak lâzımdır. Her üstünlük, her kemâl sıfat, Onundur. Onda, hiçbir kusur, hiçbir noksan sıfat yoktur. Dilediğini yapabilir. Yaptıkları, kendine veya başkasına faydalı olmak için değildir. Bir karşılık için yapmaz. Bununla berâber, her işinde, hikmetler, faydalar, lutflar ve ihsânlar vardır. Kullarına iyi olanı, faydalı olanı vermeye, kimisine sevap, kimisine azâb yapmaya mecbûr değildir. Âsîlerin, günah işliyenlerin hepsini Cennete koysa, fadlına, ihsânına yakışır. İtâ'at, ibâdet edenlerin hepsini Cehenneme atsa, adaletine uygun olur. Fakat müslümanları ve ibâdet edenleri Cennete sokacağını, bunlara sonsuz nîmetler, iyilikler vereceğini, kâfirlere ise, Cehennemde sonsuz azâb edeceğini dilemiş ve bildirmiştir. O, sözünden dönmez. Bütün canlılar îman etse, itaat etse, Ona hiçbir faydası olmaz. Bütün âlem kâfir olsa, azgın, taşkın olsa, karşı gelse, Ona hiçbir zarar vermez. Kul, birşey yapmak dileyince, O da isterse, o şeyi yaratır. Kullarının her hareketini ve her şeyi yaratan Odur. O dilemezse, yaratmazsa, hiçbir şey hareket edemez. O dilemezse, kimse kâfir olamaz. Kimse isyan edemez. Küfrü, günahları diler ise de, bunlardan râzı değildir. Onun işine, kimse karışamaz. Niçin böyle yaptı. Şöyle yapsaydı demeye, sebebini sormaya kimsenin gücü ve hakkı yoktur. Şirkten, küfürden başka, herhangi büyük günahı işleyip, tevbesiz ölen kimseyi, dilerse affeder. Küçük bir günah için dilerse azâb eder. Kâfir, mürted olarak ölenleri hiç affetmiyeceğini, bunlara sonsuz azâb edeceğini bildirmiştir. Müslüman olan, yâni (Ehl-i kıble) olup, ibâdet eden, fakat, îtikadı (Ehl-i sünnet) îtikatına uymıyan ve tevbe etmeden ölen kimseye, Cehennemde azâb edecek ise de, böyle (Bid'at sahibi) müslümanlar, Cehennemde sonsuz kalmıyacaktır. Allahü teâlâyı, dünyada baş gözü ile görmek câizdir. Fakat, kimse görmemiştir. Kıyâmet günü, mahşer yerinde, kâfirlere ve günahı olan müminlere, kahr ve celâl ile; sâlih olan müminlere ise, lutf ve cemâl ile görünecektir. Müminler, Cennette, cemâl sıfatı ile görecektir. Melekler ve kadınlar da görecektir. Kâfirler, bundan mahrum kalacaklardır. Cinnîlerin de mahrum kalacaklarını bildiren haber kuvvetlidir. Âlimlerin çoğuna göre, (Müminlerin makbûl olanları, her sabah ve akşam, derecesi aşağı olanlar ise, her Cuma günü ve kadınlar, dünya bayramı gibi, yılda birkaç kere, tecellî-i cemâl ile ve rü'yet ile müşerref olacaklardır). [Şeyh Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, fârisî (Tekmîl-ül-îman) kitabında buyuruyor ki: Hadis-i şerifte buyuruldu ki, (Kıyâmet günü Rabbinizi, ondördüncü ayı gördüğünüz gibi görürsünüz!). [Abdülhak-ı Dehlevî, 1052 [m. 1642] de Delhîde vefât etti. ] Allahü teâlâ dünyada anlaşılamadan bilineceği gibi, âhirette de anlaşılamadan görülecektir. Ebül Hasen-i Eş'arî ve imam-ı Süyûtî ve imam-ı Beyhekî gibi büyük âlimler, meleklerin de Cennette Allahü teâlâyı göreceklerini bildirmişlerdir. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe ve başka âlimler, cinnin sevap kazanmıyacaklarını ve Cennete girmiyeceklerini, ancak mümin olanlarının Cehennemden kurtulacaklarını bildirdiler. Kadınlar, dünyadaki bayram günleri gibi senede birkaç kere göreceklerdir. Müminlerin kâmil olanları, her sabah ve akşam, diğerleri ise Cuma günleri göreceklerdir. Bu fakire göre, mümin kadınlar ve melekler ve cin de bu müjdeye dahildirler. Fâtımat-üz-zehrâ ve Hadîcet-ül-kübrâ ve Âişe-i sıddîka ve diğer ezvâc-i tâhirât ve Meryem ve Âsiye gibi kâmil ve ârif hâtûnların diğer kadınlardan müstesnâ tutulmaları uygun olur. İmâm-ı Süyûtî de buna işaret etmektedir. ] Allahü teâlânın görüleceğine inanmalı, nasıl görüleceği düşünülmemelidir. Çünkü, Allahü teâlânın işleri akıl ile anlaşılmaz. Dünya işlerine benzemez. [Fizik ve kimyâ bilgileri ile ölçülemez. ] Allahü teâlânın ciheti, karşıda bulunması yoktur. Allahü teâlâ, madde değildir. Cism değildir. [Element değildir. Karışım, bileşik değildir. ] Sayılı değildir. Ölçülmez. Hesap edilmez. Onda değişiklik olmaz. Mekânlı değildir. Bir yerde değildir. Zamanlı değildir. Öncesi, sonrası, önü arkası, altı üstü, sağı solu yoktur. Bunun için, insan düşüncesi, insan bilgisi, insan aklı, Onun hiçbir şeyini anlıyamaz. Onun nasıl görüleceğini de kavrıyamaz. El, ayak, cihet, yer ve bunlar gibi, Allahü teâlâ için câiz olmıyan kelimelerin, âyet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde bulunması, bizim anladığımız ve bildiğimiz, bugün kullanılan mânalarda değildir. Böyle âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere (Müteşâbihât) denir. Bunlara inanmalı, ne ve nasıl olduklarını anlamaya kalkışmamalıdır. Yâhut, bunlar, kısaca veya uzun olarak, (Tevil) olunur. Yâni, Allahü teâlâya yakışacak başka mâna verilir. Meselâ, el kelimesi, kudret, enerji demek olur. Muhammed aleyhisselâm, Allahü teâlâyı, mîraçta gördü. Bu görmesi, dünyadaki baş gözü ile görmek gibi değildi. Bir kimse, Allahü teâlâyı dünyada gördüm dese, o zındıktır. Evliyânın görmesi, dünya ve âhiret görmeleri gibi değildir. Yâni (Rü'yet) değildir. Onlara (Şühûd) hâsıl olmaktadır. [Yâni kalb gözü ile, misâlini görürler. ] Evliyâ-i kiramdan, gördüm diyenler oldu ise de, sekr hâlinde iken, yâni akılları başlarında değil iken, şühûdü, rü'yet sanmışlardır. Yâhut, tevil ederek anlaşılabilecek sözlerden biridir. Suâl: Allahü teâlânın dünyada baş gözü ile görülmesinin câiz olduğu yukarıda bildirilmişti. Câiz olan bir şeyin hâsıl olduğunu söyliyen kimse, niçin zındık olsun?Vâkı' olduğunu söyliyen kâfir olursa, o şeye câiz denilebilir mi? Cevap: Lügatte, câiz demek, olması da, olmaması da uygundur demektir. Fakat, Eş'arî mezhebinde, rü'yetin câiz olması demek; Allahü teâlâ, bu dünyada yakın olmanın, karşısında olmanın ve dünyada yaratmış olduğu fizik kanûnları ile görmenin dışında olarak, insanda bambaşka bir görmek kuvveti yaratmaya kâdirdir demektir. [Ebülhasen Ali bin İsmâîl Eş'arî, 330 [m. 941] de Bağdâdda vefât etti. ]Meselâ, Çinde bulunan kör bir kimseye, Endülüsteki sivri sineği göstermeye veya dünyadaki insana, ayda ve yıldızda bulunanı göstermeye kâdirdir ve câizdir. Böyle kuvvet, Allahü teâlâya mahsûstur. İkinci olarak, dünyada gördüm demek, âyet-i kerimeye ve âlimlerin söz birliğine uygun değildir. Bunun için, böyle birşeyi söyliyen kimse (Mülhid) veya (Zındık) dır. Üçüncü cevap olarak deriz ki, dünyada rü'yetin câiz olması, Onu dünyada, fizik kanûnları ile olan görmek câiz olur demek değildir. Hâlbuki, Allahü teâlâyı gördüm diyen kimse, başka şeyleri gördüğü gibi gördüm demektedir. Bu ise, câiz olmıyan bir görmektir. Bunun gibi, küfre sebep olan şeyleri söyliyen kimseye mülhid veya zındık denir. [Mevlânâ Hâlid hazretleri], bu cevaplardan sonra (Dikkat ediniz!) buyuruyor. Bununla, ikinci cevabın daha sağlam olduğuna işaret ediyor. [(Mülhid) ve (Zındık), kendisinin müslüman olduğunu söyler. (Mülhid) bu sözünde samîmîdir. Kendisinin müslüman olduğuna, doğru yolda bulunduğuna inanmaktadır. (Zındık) ise, İslâm düşmanıdır. İslâmiyeti içerden yıkmak, müslümanları aldatmak için müslüman görünmektedir.] Allahü teâlâ üzerinden, gece gündüz ve zaman geçmesi düşünülemez. Allahü teâlâda, hiçbir bakımdan, hiçbir değişiklik olmıyacağı için, geçmişte, gelecekte şöyledir, böyledir denemez. Allahü teâlâ, hiçbir şeye hulûl etmez. Hiçbir şeyle birleşmez. Allahü teâlânın zıddı, tersi, benzeri, ortağı, yardımcısı, koruyucusu yoktur. Anası, babası, oğlu, kızı, eşi yoktur. Her zaman, herkes ile hazır ve herşeyi muhît ve nâzırdır. Herkese can damarından daha yakındır. Fakat, hazır olması, ihâta etmesi, berâber ve yakın olması, bizim anladığımız gibi değildir. Onun yakınlığı, âlimlerin ilmi, fen adamlarının zekâsı ve Evliyânın keşf ve şühûdü ile anlaşılamaz. Bunların iç yüzünü, insan aklı kavrıyamaz. Allahü teâlâ, zatında ve sıfatlarında birdir, hiçbirinde değişiklik, başkalaşmak olmaz. Allahü teâlânın ismleri (Tevkîfî)dir. Yâni, islâmiyette bildirilen ismleri söylemek câiz olup, bunlardan başkasını söylemek câiz değildir. [Meselâ Allahü teâlâya âlim denir. Fakat, âlim demek olan fakîh denmez. Çünkü, islâmiyet, Allahü teâlâya fakîh dememiştir. Bunun gibi, Allah adı yerine, tanrı demek câiz değildir. Çünkü tanrı, ilah, mâbut demektir. Meselâ, hindlilerin tanrıları öküzdür, denilmektedir. (Birdir Allah, Ondan başka tanrı yok) denilebilir. Başka dillerdeki Dieu, Gott ve God kelimeleri de, ilah, mâbut mânasına kullanılabilir. Allah adı yerine kullanılamaz. ] Allahü teâlânın ismleri sonsuzdur. Binbir ismi var diye meşhûrdur. Yâni, ismlerinden binbir dânesini insanlara bildirmiştir. Muhammed aleyhisselâmın dîninde, bunlardan doksandokuzu bildirilmiştir. Bunlara (Esmâ-i hüsnâ) denir. Allahü teâlânın (Sıfat-ı zâtiyye)si altıdır. [Bunları yukarıda bildirmiştik. ] (Sıfat-ı sübûtiyye)si, (Mâtürîdiyye) mezhebinde sekizdir. (Eş'ariyye) mezhebinde ise yedidir. Bu sıfatları da, zatı gibi, ezelîdir, ebedîdir. Yâni sonsuz olarak vardırlar. Mukaddestirler. Mahlûkların sıfatları gibi değildirler. Akıl ile, zan ile ve dünyadakilere benzetilerek anlaşılamazlar. Allahü teâlâ, bu sıfatlarından birer örnek, insanlara ihsân buyurmuştur. Bunları görerek, Allahü teâlânın sıfatları biraz anlaşılabilir. İnsan, Allahü teâlâyı anlıyamıyacağı için, Allahü teâlâyı düşünmek, anlamaya kalkışmak câiz değildir. Allahü teâlânın sekiz sıfat-ı sübûtiyyesi, zâtının aynı da değildir, gayrı da değildir. Yâni sıfatları, kendisi değildir. Kendisinden başka da değildir. Bu sekiz sıfat: Hayat, ilim, sem', basar, kudret, kelâm, irâde ve tekvîn'dir. Eş'ariyye mezhebinde, tekvîn sıfatı, kudret sıfatı ile birdir. Meşiyyet de, irâde demektir. Allahü teâlânın sekiz sıfatından herbiri basîttir, bir hâldedir. Hiçbirinde, hiçbir değişiklik olmaz. Fakat, mahlûklara te'alluk bakımından herbiri çoktur. Bir sıfatın mahlûklara te'alluku, etkisi bakımından çok olması, bunun basît olmasına zarar vermez. Bunun gibi, Allahü teâlâ, bu kadar çeşidli mahlûkları yarattı ve hepsini, her ân, yok olmaktan korumaktadır. Fakat, O, yine birdir. Onda değişiklik olmaz. Her mahlûk, her ân, her bakımdan Ona muhtaçdır. O, hiç kimseye muhtaç değildir. 2 - Îman edilmesi, inanılması lâzım olan altı şeyden ikincisi: (Onun meleklerine inanmaktır). Melek, elçi, haber verici veya kuvvet demektir. Melekler, cismdir. Latîftir. Gaz hâlinden de daha latîftirler. Nûrânîdirler. Diridirler. Akıllıdırlar. İnsanlardaki kötülükler, meleklerde yoktur. Her şekle girebilirler. Gazlar, sıvı ve katı olduğu gibi ve katı olunca, şekil aldığı gibi, melekler de güzel şekller alabilirler. Melekler, büyük insanların bedeninden ayrılan ruhlar değildirler. Hıristiyanlar, melekleri, böyle ruh zannediyor. Enerji, kuvvet gibi, maddesiz de değildirler. Eski filozoflardan bir kısmı, böyle zannediyordu. Hepsine (Melâike) denir. Melekler, her canlıdan önce yaratıldı. Onun için, kitaplara îmandan önce, meleklere îman edilmesi bildirildi. Kitaplar da, Peygamberlerden öncedir. Kur'an-ı kerimde de, inanılacak şeylerin ismi, bu sıra ile bildirilmektedir. Meleklere îman şöyle olmalıdır: Melekler, Allahü teâlânın kullarıdır. Ortakları değildir. Kızları değildir. Kâfirler, müşrikler, öyle zannettiler. Allahü teâlâ, meleklerin hepsini sever. Allahü teâlânın emirlerine itaat ederler. Günah işlemezler. Emirlere isyân etmezler. Erkek ve dişi değildirler. Evlenmezler. Çocukları olmaz. Hayat sahibi, diridirler. Abdüllah ibni Mes'ûddan gelen haberde, meleklerden bir kısmının çocukları olduğu, İblîs ve cin bunlardan olduğu bildirilmekte ise de, bunun cevabı kitaplarda uzun yazılıdır. Allahü teâlâ, insanları yaratacağını buyurduğu zaman, (Yâ Rabbî! Yer yüzünü ifsâd edecek ve kan dökecek mahlûkları mı yaratacaksın?) gibi meleklerin (Zelle) denilen suâlleri, bunların mâsum, günahsız olmalarına zarar vermez. Sayısı ençok olan mahlûk meleklerdir. Bunların sayılarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Göklerde, meleklerin ibâdet etmedikleri, boş bir yer yoktur. Göklerin her yeri, rükû'da veya secdede olan meleklerle doludur. Göklerde, yerlerde, otlarda, yıldızlarda, canlılarda, cansızlarda, yağmur damlalarında, ağaçların yapraklarında, her molekülde, her atomda, her reaksiyonda, her harekette, herşeyde meleklerin vazîfeleri vardır. Her yerde, Allahü teâlânın emirlerini yaparlar. Allahü teâlâ ile mahlûkları arasında vâsıtadırlar. Bazıları, diğer meleklerin âmiridir. Bazıları, Peygamberlere haber getirir. Bazıları, insanların kalbine iyi düşünce getirir ki, buna (İlhâm) denir. Bazılarının, insanlardan ve bütün mahlûklardan haberi yoktur. Allahü teâlânın cemâli karşısında kendilerinden geçmişlerdir. Herbirinin belli yeri vardır. Oradan ayrılamazlar. Bazısının iki, bazısının dört veya daha çok kanadı vardır. [Her hayvanın kanadı ve tayyârelerin kanadları, kendilerinin yapısında olup, birbirlerine benzemediği gibi, meleklerin kanadı da, kendi cinslerindendir. İnsan, görmediği, bilmediği birşeyin adını işitince, bunu bildiği şeyler gibi zannedip aldanır. Meleklerin kanadları vardır. İnanırız. Fakat, nasıl olduğunu bilemeyiz. Kiliselerde ve bazı mecmû'a ve filmlerde, melek diye görülen kanadlı kadın resimleri uydurmadır. Müslümanlar böyle resim yapmaz. Müslüman olmıyanların yaptığı bu bozuk resimleri doğru sanmamalı, düşmanlara aldanmamalıdır. ] Cennet melekleri, Cennettedir. Bunların büyüklerinin adı (Rıdvân)dır. Cehennem meleklerine (Zebânî) denir. Bunlar, Cehennemde emrolunan vazîfelerini yapar. Cehennem ateşi bunlara zarar vermez. Denizin balığa zararlı olmaması gibidir. Cehennem zebânîlerinin büyükleri ondokuzdur. En büyüğünün ismi (Mâlik)dir. Her insanın hayr ve şer, bütün işlerini yazan, ikisi gece, ikisi gündüz gelen dört meleğe, (Kiramen kâtibîn) veya (Hafaza melekleri) denir. Hafaza meleklerinin, bunlardan başka olduğu da, bildirilmiştir. Sağ taraftaki melek, soldakinin âmiridir ve iyi işleri ve ibâdetleri yazar. Soldaki, kötülükleri yazar. Kabirlerde, kâfirlere ve âsî müslümanlara azâb edecek melekler ve kabirde suâl soracak melekler vardır. Suâl meleklerine (Münker ve Nekir) denir. Müminlere soranlara (Mübeşşir ve Beşîr) de denir. Meleklerin birbirlerinden üstünlükleri vardır. En üstünleri dörttür. Bunların birincisi (Cebrâîl) aleyhisselâmdır. Bunun vazîfesi, Peygamberlere (Vahy) getirmek, emir ve yasakları bildirmektir. İkincisi (Sûr) denilen boruyu üfürecek olan (İsrâfîl) aleyhisselâmdır. Sûru iki defa üfürecektir. Birincisinde, Allahü teâlâdan başka her diri ölecektir. İkincisinde, hepsi tekrar dirilecektir. Üçüncüsü, (Mikâîl) aleyhisselâmdır. Ucuzluk, pahalılık, kıtlık, bolluk, [İktisâdî nizâm] yapmak, [ferahlık ve huzur getirmek] ve her maddeyi hareket ettirmek, bunun vazîfesidir. Dördüncüsü, (Azrâil) aleyhisselâmdır. İnsanların ruhunu alan budur. [Fârisî dilinde ruha, can denir. ] Bu dört melekten sonra üstün olan melekler, dört sınıftır: (Hamele-i Arş) denen melekler, dört dânedir. Kıyâmette sekiz olacaklardır. Huzur-i ilâhîde bulunan meleklere, (Mukarrebîn) denir. Azâb meleklerinin büyüklerine, (Kerûbiyân) denir. Rahmet meleklerine, (Ruhâniyân) denir. Bunların hepsi, meleklerin, havâssı, yâni üstünleridir. Bunlar, Peygamberlerden başka, bütün insanlardan daha üstündür. Müslümanların sâlihleri ve velîleri, meleklerin avâmından, yâni, aşağılarından daha eftal, daha üstündür. Meleklerin avâmı, müslümanların avâmından, yâni âsî ve fâsıklardan eftaldir. Kâfirler ise, her mahlûktan daha aşağıdır. Sûrun birinci üfürülmesinde, dört büyük melekten ve hamele-i Arştan başka, bütün melekler de yok olacaktır. Bundan sonra, hamele-i Arş ve daha sonra dört melek yok olacaktır. İkincisinde, önce bütün melekler dirilecektir. Hamele-i Arş ile bu dört melek, sûrun ikinci üfürülmesinden önce dirilecektir. Demek ki, bu melekler, bütün canlılardan önce yaratıldıkları gibi, her canlıdan sonra yok olacaklardır. 3 - Îman edilmesi lâzım olan altı şeyden üçüncüsü: (Allahü teâlânın indirdiği kitaplarına inanmaktır). Allahü teâlâ, bu kitapları, melek ile, bazı Peygamberlerin mübârek kulaklarına söyliyerek, bazılarına ise, levha üzerinde yazılı olarak, bazılarına da, meleksiz işittirerek indirdi. Bu kitapların hepsi Allahü teâlânın kelâmıdır. Ebedî ve ezelîdirler. Mahlûk değildirler. Bunlar, meleklerin veya Peygamberlerin kendi sözleri değildir. Allahü teâlânın kelâmı, bizim yazdığımız ve zihinlerimizde tuttuğumuz ve söylediğimiz kelâm gibi değildir. Yazıda, sözde ve zihinde bulunmak gibi değildir. Harfli ve sesli değildir. Allahü teâlânın ve sıfatlarının nasıl olduğunu, insan anlıyamaz. Fakat, o kelâmı, insanlar okur. Zihinlerde saklanır ve yazılır. Bizimle berâber olunca, hâdis olur. Allahü teâlânın kelâmı, insanlarla berâber olunca, mahlûk ve hâdistir. Allahü teâlânın kelâmı olduğu düşünülünce, kadîmdir. Allahü teâlânın indirdiği kitapların hepsi haktır, doğrudur. Yalan, yanlış olamaz. Cezâ, azâb yapacağım deyip de affetmesi câiz denildi ise de, bizim bilemediğimiz şartlara veya Onun irâdesine, isteğine bağlıdır. Yâhut, kulun hak ettiği azâbı affeder demektir. Cezâyı, azâbı bildiren kelâm, birşeyi haber vermek değildir ki, affedince, yalancılık olsun. Allahü teâlânın vaat ettiği nîmetleri vermemesi câiz değil ise de, azâbları affetmesi câizdir. Akıl da, âyet-i kerimeler de, böyle olduğunu göstermektedir. Bir mani, sıkıntı olmadıkça, âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere, açıkça anlaşılan mânaları vermek lâzımdır. Bunlara benziyen başka mâna vermek câiz değildir. [Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler Kureyş lügatı ve lehcesi iledir. Kelimelere, bindörtyüz sene önce, Hicâzda kullanılan mânaları vermek lâzımdır. Zamanla değişip, bugün kullanılan mânaları vererek tercüme yapmak doğru değildir. ] (Müteşâbihât) denilen âyet-i kerimelerde, anlaşılamıyan gizli mânalar vardır. Bunların mânasını, ancak Allahü teâlâ bilir ve kendilerine (İlm-i ledünnî) verilen pek az seçilmiş büyükler, kendilerine bildirildiği kadar, anlıyabilirler. Başka kimse anlıyamaz. Onun için, müteşâbih âyetlerin, Allah kelâmı olduğuna îman etmeli, mânalarını araştırmamalıdır. Eş'arî mezhebindeki âlimler, böyle âyetleri, kısaca veya geniş olarak (Tevil) etmek câiz olur dedi. Tevil demek, kelimenin çeşidli mânaları arasından meşhûr olmıyanı seçmek demektir. Meselâ İsrâ sûresinde, (Allahın eli, onların ellerinin üstündedir) meâlindeki âyet-i kerime, Allahü teâlânın kelâmıdır. Allahü teâlâ, bununla neyi murâd ediyor ise, öylece inandım demelidir. Bunun mânasını ben anlıyamam, ancak Allahü teâlâ bilir demek, en iyi yoldur. Yâhut Allahü teâlânın ilmi, bizim ilmimiz gibi değildir. İrâdesi bizim irâdemize benzemez. Allahü teâlânın eli de, kulların elleri gibi değildir. Allahü teâlânın indirdiği kitaplarda, bazı âyetlerin yalnız okunması, yâhut yalnız mânası veya ikisi birden (Nesh) edilmiş, Allahü teâlâ tarafından değiştirilmiştir. Kur'an-ı kerim, bütün kitapları nesh etmiş, hükmlerini yürürlükten kaldırmıştır. Kur'an-ı kerimde, kıyâmete kadar, hiçbir zaman, yanlışlık, unutulmak, ziyâde ve noksanlık olmaz. Geçmişteki ve gelecekteki bütün ilimler, Kur'an-ı kerimde vardır. Bunun için, bütün semavî kitaplardan üstün ve kıymetlidir. Resûlullahın en büyük mucizesi, Kur'an-ı kerimdir. Bütün insanlar ve cin bir araya gelse, hepsi, Kur'an-ı kerimin en kısa bir sûresi gibi bir söz söyliyebilmek için uğraşsalar, söyliyemezler. Arabistânın belîg, edîb, fasîh şairleri bir araya geldi. Çok uğraştılar. Üç kısa âyet gibi bir söz söyliyemediler. Kur'an-ı kerime karşı duramadılar. Şaşkına döndüler. Allahü teâlâ, islâm düşmanlarını, Kur'an-ı kerim karşısında âciz, mağlup etmektedir. Kur'an-ı kerimin belâgati, insan gücünün üstündedir. İnsanlar, onun gibi söylemekten âciz kalmaktadır. Kur'an-ı kerimin âyetleri, insanların nazmına, veznli olmıyan nesrine, kâfiyeli sözlerine benzemiyor. Bununla berâber, Arabistândaki edîblerin, kullandığı harflerle söylenmiştir. Semavî kitaplardan bize bildirileni yüz dörttür. Bunlardan on suhuf (Âdem) aleyhisselâma, elli suhuf Şis (Şît) aleyhisselâma, otuz suhuf (İdrîs) aleyhisselâma, on suhuf (İbrâhîm) aleyhisselâma indirildiği meşhûrdur. (Tevrât) kitabı Mûsâ aleyhisselâma, (Zebûr) kitabı Dâvüd aleyhisselâma, (İncîl) kitabı Îsâ aleyhisselâma ve (Kur'an-ı kerim) Muhammed aleyhisselâma indirilmiştir. Bir insan, emir vermek veya yasak etmek veya birşey sormak, bir haber vermek istese, önce bunları zihinde düşünür, hazırlar. Zihinde bulunan bu mânalara (Kelâm-ı nefsî) derler. Bu mânalara arabî, fârisî veya türkçe denemez. Çeşidli dillerde söylenmesi, bunların başka başka mânalar almasına sebep olmaz. Bu mânaları anlatan sözlere (Kelâm-ı lafzî) denir. Kelâm-ı lafzî, çeşidli dillerle anlatılabilir. Bundan anlaşılıyor ki, kelâm-ı nefsî, başka sıfatlar gibi, meselâ ilim, irâde, görmek... gibi, kelâm sahibinde bulunan, basît, değişmez, ayrı bir sıfattır. Kelâm-ı lafzî ise, kelâm-ı nefsîyi anlatan ve insanın kulağına gelen ve söyliyenin ağzından çıkan harfler topluluğudur. İşte Allahü teâlânın kelâmı, hiç susmak olmıyan ve mahlûk olmıyan ve zâtı ile bulunan, ezelî ve ebedî bir kelâmdır. Sıfat-ı zâtiyyesinden ve ilim, irâde gibi, sıfat-ı sübûtiyyelerinden başka olarak, başlı başına bir sıfattır. Kelâm sıfatı da basîttir. Hiç değişmez. Harfli, sesli değildir. Emr, yasak, haber vermek gibi ve arabî, fârisî, ibrânî, türkçe, süryânî olmak gibi başkalaşması, parçalanması yoktur. Böyle şekller almaz. Yazılmaz. Zihin, kulak ve dil gibi âletlere, vâsıtalara muhtaç değildir. Hangi dil ile söylemek istense, söylenebilir. Böylece, arabî söylenirse, Kur'an-ı kerim denir. İbrânî olarak söylenirse, Tevrâttır. Süryânî olunca, İncîldir. [(Şerh-ul-mekâsid) kitabında, yunânî söylenirse İncîl, süryânî olunca, Zebûrdur diyor. ] [Şerh-ül-mekâsidi Sa'düddîn Teftâzânî yazmış, 792 [m. 1389] da Semerkandda vefât etmiştir. ] Kelâm-ı ilâhî çeşidli şeyleri bildirir. Kıssaları, yâni olayları bildirirse (Haber) olur. Böyle olmazsa, (İnşâ) olur. Yapılması lâzım olan şeyleri bildirirse, (Emr) olur. Yasakları bildirirse, (Nehy) olur. Fakat, kelâm-ı ilâhîde hiç değişiklik ve çoğalmak olmaz. İnen kitapların ve sayfaların hepsi, Allahü teâlânın kelâm sıfatındandırlar. Kelâm sıfatından, yâni kelâm-ı nefsîdendirler. Arabî olunca, Kur'an-ı kerimdir. Harfli olup, yazılan ve söylenen ve işitilen ve zihinde ezberlenen, nazm hâlinde indirilen vahye (Kelâm-ı lafzî) ve (Kur'an-ı kerim) denir. Bu kelâm-ı lafzî, kelâm-ı nefsîyi gösterdiği için, buna da, kelâm-ı ilâhî ve sıfat-ı ilâhî demek câizdir. Hepsine Kur'an-ı kerim denildiği gibi, parçalarına da Kur'an denilir. Kelâm-ı nefsînin mahlûk olmadığını, kadîm olduğunu, doğru yolun âlimleri sözbirliği ile söylemektedir. Kelâm-ı lafzînin hâdis veya kadîm olmasında sözbirliği yoktur. Hâdis olduğunu bildirenlerden bir kısmı, kelâm-ı lafzînin hâdis olduğunu söylememelidir dedi. Eğer, hâdis denilirse, kelâm-ı nefsînin hâdis olduğu anlaşılabilir buyurdular. En iyi söz de budur. İnsanların zihni, birşeyi göstereni işitince, hemen o şeyi hâtırlar. Ehl-i sünnet âlimlerinden, Kur'an-ı kerim hâdistir diyenlerin bu sözü, ağzımızla okuduğumuz, ses ve kelimelerin mahlûk olduğunu bildirmektedir. Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile, kelâm-ı lafzînin de, nefsînin de, Allah kelâmı olduğunu söylediler. Bu sözde, mecaz yoluna sapanlar oldu ise de, Kelâm-ı nefsî Allah kelâmıdır demek, Allahü teâlânın kelâm sıfatıdır demektir. Kelâm-ı lafzî Allah kelâmıdır demek, Allahü teâlâ onun hâlıkıdır demektir. Suâl: Yukarıdaki yazılardan anlaşılıyor ki, Allahü teâlânın ezelî olan kelâmı işitilmez. Allah kelâmını işittim demek, okunan ses ve kelimeleri işittim demek olur. Yâhut, okunan ses ve ezelî olan kelâm-ı nefsîyi anladım demek olur. Bütün Peygamberler, hattâ herkes, bu iki şekilde de işitebilmektedir. Mûsâ aleyhisselâmı, (kelîmullah) diye ayırmanın sebebi nedir? Cevap: Mûsâ aleyhisselâm, âdet-i ilâhiyyenin dışında olarak, harfsiz, sessiz olan kelâm-ı ezelîyi işitti. Cennette, anlaşılamaz ve anlatılamaz olarak, Allahü teâlâ görüleceği gibi, anlatılamaz olarak işitti. Başka kimse, böyle işitmedi. Yâhut, Allah kelâmını, sesle işitti. Fakat, yalnız kulakla değil. Vücûdünün her zerresi, her yandan işitti. Yâhut, yalnız ağaç tarafından işitti. Fakat, ses ile değildi. Hava titreşimi veya başka olaylarla işitmedi. Bu üç hâlden biri ile işittiği için (Kelîmullah) adına kavuştu. Muhammed aleyhisselâmın, mîraç gecesinde, kelâm-i ilâhîyi işitmesi ve Cebrâîl aleyhisselâmın vahy alırken işitmesi de böyle idi. 4 - Îman edilmesi, inanılması lâzım olan altı şeyden dördüncüsü, (Allahü teâlânın Peygamberlerine inanmaktır). İnsanları, Allahü teâlânın beğendiği yola kavuşturmak, doğru yolu göstermek için gönderilmişlerdir. Rüsül, resûller demektir. Lügatte, gönderilmiş zat ve haberci demektir. İslâmiyette (Resûl) demek, yaratılışı, huyu, ilmi, aklı, zamanında bulunan bütün insanlardan üstün, kıymetli, muhterem bir zat demektir. Hiçbir kötü huyu, beğenilmiyecek hâli yoktur. Peygamberlerde (İsmet) sıfatı vardır. Yâni Peygamber olduğu bildirilmeden önce ve bildirildikten sonra, küçük ve büyük hiçbir günah işlemez. [İslâmiyeti içerden yıkmak istiyen kâfirler, Muhammed aleyhisselâm Peygamber olmadan önce, heykellerin önünde kurban keserdi diyorlar ve mezhepsizlerin kitaplarını da vesika olarak gösteriyorlar. Bu çirkin iftirâlarının yalan olduğu, yukarıdaki satırlardan anlaşılmaktadır. ] Peygamber olduğu bildirildikten sonra, Peygamber olduğu yayılıncaya, anlaşılıncaya kadar, körlük, sağırlık ve benzerleri ayb ve kusurları da olmaz. Her Peygamberde yedi sıfatın bulunduğuna inanmak lâzımdır:Emânet, sıdk, teblîg, adalet, ismet, fetânet ve emnül-azl. Yâni Peygamberlikten azl edilmezler. Fetânet, çok akıllı, çok anlayışlı demektir. Yeni bir şeriat getiren Peygambere (Resûl) denir. Yeni din getirmeyip, insanları, önceki dîne dâvet eden Peygambere (Nebî) denir. Emirleri teblîg etmekte ve insanları, Allahü teâlânın dînine çağırmakta, Resûl ile Nebî arasında bir ayrılık yoktur. Peygamberlere îman etmek, aralarında hiçbir fark görmiyerek, hepsinin sâdık, doğru sözlü olduğuna inanmak demektir. Onlardan birine inanmıyan kimse, hiçbirine inanmamış olur. Peygamberlik; çalışmakla, açlık, sıkıntı çekmekle ve çok ibâdet yapmakla ele geçmez. Yalnız Allahü teâlânın ihsânı, seçmesi ile olur. İnsanların dünyadaki ve âhiretteki işlerinin düzgün ve faydalı olması için ve zararlı işlerden koruyup, selâmete, hidâyete, rahata kavuşturmak için, Peygamberler vâsıtası ile dinler gönderilmiştir. Düşmanları çok olduğu ve alay ettikleri, üzdükleri hâlde, Allahü teâlânın, inanmak için ve yapmak için olan emirlerini insanlara teblîg etmekte, bildirmekte, düşmanlardan korkmamış, göz kırpmamışlardır. Allahü teâlâ, Peygamberlerin sıdk sahibi olduklarını, doğru söylediklerini göstermek için, Onları mucizelerle kuvvetlendirdi. Hiç kimse bu mucizelere karşı gelemedi. Peygamberi kabûl edip inanan kimseye, o Peygamberin (Ümmeti) denir. Kıyâmet gününde, ümmetlerinden, günahı çok olanlara şefaat etmeleri için izin verilecek ve şefaatleri kabûl olacaktır. Ümmetlerinden, âlim, sâlih, Velî olanlarına da, şefaat etmeleri için Allahü teâlâ izin verecek ve şefaatlerini kabûl buyuracaktır. Peygamberler, mezarlarında, bizim bilmediğimiz bir hayat ile diridir. Mübârek vücûdlarını toprak çürütmez. Bunun içindir ki, hadis-i şerifte, (Peygamberler, mezarlarında, namaz kılarlar ve hac ederler) buyuruldu. [Şimdi, Arabistânda bulunan (Vehhâbî) adındaki kimseler, bu hadis-i şeriflere inanmıyorlar. Bunlara inanan hakîkî müslümanlara kâfir diyorlar. Mânaları açık olmayıp, şüpheli olan nassları yanlış tevil ettikleri için, kendileri kâfir olmuyor ise de, (Bid'at sahibi) oluyorlar. Müslümanlara çok zarar veriyorlar. Vehhâbîlik, Muhammed bin Abdülvehhab isminde Necdli bir ahmak tarafından kuruldu. İngiliz câsûsu Hempher, İbni Teymiyyenin sapık fikirlerini ileri sürerek, bunu aldattı. Abduh ismindeki bir Mısrlının kitapları ile, türklere ve her yere yayıldı. [Ahmed ibni Teymiyye, 728 [m. 1328] de Şâmda vefât etti. Muhammed Abduh, 1323 [m. 1905] de Mısrda vefât etti. ] Bunların beşinci mezhep değil, dalâlette, yanlış yolda olduklarını, (Ehl-i sünnet) âlimleri, yüzlerce kitaplarında bildirmişlerdir. (Se'âdet-i Ebediyye) ve (Kıyâmet ve Âhiret) kitaplarında bunlar uzun bildirilmiştir. Allahü teâlâ, genç din adamlarını vehhâbîlik yoluna kaymaktan muhâfaza buyursun. Hadis-i şerifler ile medh olunan (Ehl-i sünnet) âlimlerinin yolundan ayırmasın!] Peygamberlerin mübârek gözleri uyurken, kalb gözleri uyumaz. Peygamberlik vazîfelerini görmekte, Peygamberlik üstünlüklerini taşımakta, bütün Peygamberler müsâvîdir. Yukarıda bildirdiğimiz yedi şey, hepsinde vardır. Peygamberler, Peygamberlikten azl edilmez, atılmaz. Velîlerden ise, evliyâlık alınabilir. Peygamberler insandan olur. Cinden, melekten insanlara Peygamber olmaz. Cin ve melek, Peygamberlerin derecelerine yükselemez. Peygamberlerin, birbirleri üzerinde, şerefleri, üstünlükleri vardır. Meselâ ümmetlerinin çok olması, gönderildikleri memleketlerin büyük olması, ilim ve marifetlerinin çok yerlere yayılması, mucizelerinin daha çok ve devamlı olması ve kendileri için ayrı kıymetler ve ihsânlar bulunması gibi üstünlükler bakımından, âhir zaman Peygamberi (Muhammed) aleyhisselâm, bütün Peygamberlerden daha üstündür. Ülül'azm olan Peygamberler, böyle olmıyanlardan ve Resûller, resûl olmıyan Nebîlerden daha üstündürler. Peygamberlerin sayısı belli değildir. Yüzyirmidörtbinden çok oldukları meşhûrdur. Bunlardan üçyüzonüç veya üçyüzonbeş adedi Resûldür. Bunların içinden de, altısı daha yüksektir. Bunlara (Ülül'azm) Peygamberler denir. Ülül'azm Peygamberler, Âdem, Nuh, İbrâhîm, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed Mustafâdır. Peygamberlerin içinde otuzüç adedi meşhûrdur. Bunların ismleri: Âdem, İdrîs, Şît veya (Şîs), Nuh, Hûd, Sâlih, İbrâhîm, Lût, İsmâ'îl, İshak, Ya'kûb, Yûsüf, Eyyûb, Şu'ayb, Mûsâ, Hârun, Hıdır, Yûşa' bin Nûn, İlyâs, Elyesa', Zülkifl, Şem'un, İşmoil, Yûnüs bin Metâ, Dâvüd, Süleymân,Lokmân, Zekeriyyâ, Yahyâ, Uzeyr, Îsâ bin Meryem, Zülkarneyn ve Muhammed aleyhi ve aleyhimüssalâtü vesselâmdır. Bunlardan, yalnız yirmisekizinin ismleri Kur'an-ı kerimde bildirilmiştir. Şît, Hıdır, Yûşa', Şem'un ve İşmoil bildirilmemiştir. Bu yirmisekizden Zülkarneyn ve Lokmân ve Uzeyrin Peygamber olup olmadıkları kat'i belli değildir. Zülkifl aleyhisselâmın ikinci ismi Harkıldır. Bunun İlyâs veya İdrîs yâhut Zekeriyyâ aleyhisselâm olduğunu söyliyenler de vardır. İbrâhîm aleyhisselâm, Halîlullahdır. Çünkü, bunun kalbinde, Allahü teâlânın sevgisinden başka, hiçbir mahlûkun sevgisi yoktu. Mûsâ aleyhisselâm, Kelîmullahdır. Çünkü, Allahü teâlâ ile konuştu. Îsâ aleyhisselâm, Kelimetullahdır. Çünkü, babası yoktur. Yalnız (OL) kelime-i ilâhiyyesi ile anasından dünyaya geldi. Bundan başka, Allahü teâlânın hikmet dolu kelimelerini, vaaz vererek, insanların kulaklarına ulaştırırdı. Âdem oğullarının en üstünü, en şereflisi, en kıymetlisi ve mahlûkların yaratılmasına sebep olan Muhammed aleyhisselâm, Habîbullahdır. Onun Habîbullah olduğunu ve büyüklüğünü, üstünlüğünü gösteren şeyler pek çoktur. Bunun için, Ona, mağlup olmak, bozguna uğramak gibi sözler söylenemez. Kıyâmette, herkesten önce kabirden kalkacaktır. Mahşer yerine önce gidecektir. Cennete herkesten önce girecektir. Mucizeleri, sayılmakla bitmez ve saymaya insan gücü yetişmez ise de, mîraç mucizesini yazmakla, yazılarımızı süsliyelim: Resûlullah yatağında iken uyandırılıp, mübârek bedeni ile, Mekke şehrinden Kudüsteki Mescid-i aksâya ve oradan göklere ve yedinci gökten sonra, Allahü teâlânın dilediği yerlere götürüldü. Mîraca, böylece inanmak lâzımdır. [İsmâ'îlî sapık fırkasında olanlar ve islâm âlimi şekline bürünen din düşmanları, mîraç bir hâl idi, yalnız ruh ile oldu. Beden ile gitmedi diyerek ve yazarak gençleri aldatmaya çalışıyorlar. Böyle bozuk kitapları almamalı, bunlara aldanmamalıdır. Mîracın nasıl olduğu, birçok kıymetli kitaplarda, meselâ (Şifâ-i şerif)de uzun yazılıdır. [Şifâyı yazan kâdı İyâd mâlikî, 544 [m. 1150] de Merrâküşte vefât etti. ] (Se'âdet-i Ebediyye) kitabında da geniş anlatılmıştır. ] Mekke-i mükerremeden (Sidre-tül-müntehâ)ya kadar, Cebrâîl aleyhisselâm ile birlikte gitti. (Sidre-tül-müntehâ), altıncı ve yedinci göklerde bir ağaçtır ki, bütün bilgiler ve bütün yükselişler oradan ileri geçemez. Resûl-i ekrem efendimiz, Sidrede, Cebrâîl aleyhisselâmı, altıyüz kanadı ile kendi şeklinde gördü. Cebrâîl aleyhisselâm Sidrede kaldı. Mekkeden Kudüs-i şerife kadar veya yedinci göke kadar, (Burak) üstünde götürüldü. (Burak), beyaz renkli, katırdan küçük ve merkebden büyük bir Cennet hayvanıdır. Dünya hayvanlarından değildir. Erkekliği, dişiliği yoktur. Çok hızlı giderdi. Gözün görebildiği uzaklığa ayağını basardı. Resûlullah, (Mescid-i aksâ)da, Peygamberlere imam olup, yatsı yâhut sabah namazını kıldırdı. Peygamberlerin ruhları, kendi insan şekllerinde orada bulundu. (Kudüs)den yedinci göke kadar (Mîraç) adındaki bilinmeyen bir merdivenle bir anda çıkarıldı. Yolda melekler, sağa sola dizilmiş, Resûlullahı medh-u senâ ederlerdi. Her göke gelince Cebrâîl aleyhisselâm Resûlullahın teşrîf ettiğini haber ve müjde verirdi. Her birinde, bir Peygamberi görüp selâmlaştı. (Sidre)de şaşılacak çok şeyler gördü. Cennetteki nîmetleri, Cehennemdeki azâbları gördü. Cenâb-ı Hakkın cemâlini görmek arzusundan ve zevkınden, Cennetteki nîmetlerin hiçbirine bakmadı. Sidreden ileriye, yalnız olarak, nûrlar arasında ilerledi. Meleklerin kalemlerinin seslerini işitti. Yetmişbin perdeden geçti. İki perde arası, beşyüz senelik yol gibi idi. Bundan sonra, güneşten daha parlak (Refref) adında bir döşek üzerinde Kürsîden geçti. Arş-ı ilâhîye erişti. Arştan, zamandan, mekândan, madde âlemlerinden dışarı çıktı. Cenâb-ı Hakkın kelâmını işitecek makama vardı. Zamansız ve mekânsız olarak, âhirette Allahü teâlânın görüleceği gibi, anlaşılamıyan ve anlatılamıyan bir hâlde, Allahü teâlâyı gördü. Harfsiz ve sessiz olarak, Allahü teâlâ ile konuştu. Allahü teâlâyı, tesbîh, hamd ve senâ eyledi. Sayısız ikrâmlara, şereflere kavuştu. Kendine ve ümmetine elli vakit namaz farz oldu ise de, Mûsâ aleyhisselâmın işareti ile, yavaş yavaş beş vakte indirildi. Bundan önce, yalnız sabah ile ikindi yâhut yatsı namazları kılınırdı. Bu kadar uzun yolculuktan ve ikrâmlara, ihsânlara kavuştuktan sonra ve şaşılacak nice şeyler görüp işittikten sonra, yatağına geldi. Yeri daha soğumamış idi. Bildirdiklerimizin bir kısmı, âyet-i kerimelerle, bir kısmı da, hadis-i şeriflerle haber verilmiştir. Hepsine inanmak vâcib değil ise de, Ehl-i sünnet âlimleri bildirdiği için, bu haberleri kabûl etmiyen, Ehl-i sünnetten ayrılmış olur. Âyet-i kerimeye veya hadis-i şeriflere inanmıyan ise, kâfir olur. Muhammed aleyhisselâmın (Seyyid-ül-enbiyâ) olduğunu, yâni Peygamberlerin en üstünü olduğunu gösteren sayısız şeylerden birkaçını bildirelim: Kıyâmet günü, bütün Peygamberler, Onun sancağı altında gölgeleneceklerdir. Allahü teâlâ, her Peygambere, [Mahlûklarımın içinde, seçip sevdiğim, habîbim Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğu zamana erişirseniz, Ona îman ediniz ve yardımcı olunuz!] diye emretti. Bütün Peygamberler de, ümmetlerine böyle vasıyet ve emreyledi. Muhammed aleyhisselâm, (Hâtem-ül-enbiyâ)dır. Yâni Ondan sonra hiç Peygamber gelmiyecektir. Mübârek ruhu, her Peygamberden önce yaratıldı. Peygamberlik makamı, en önce Ona verildi. Peygamberlik, Onun dünyaya teşrîf etmesi ile tamamlandı. Îsâ aleyhisselâm, kıyâmete doğru, Hz. Mehdî zamanında, gökten Şâma inecek ise de, yer yüzüne, Muhammed aleyhisselâmın dînini yayacaktır. Onun ümmetinden olacaktır. [Hicrî kamerî 1296 ve mîlâdî 1880 senesinde, Hindistânda İngilizlerin ortaya çıkardıkları (Kâdıyânî) denilen sapıklar, Îsâ aleyhisselâm için de, çirkin ve yalan söyliyorlar. Kendilerine müslüman diyorlar ise de, islâmiyeti içerden yıkmaktadırlar. Müslüman olmadıklarına fetvâ verilmiştir. Bunlara (Ahmedî) de denilmektedir. Hindistânda ortaya çıkan bid'at ehli ve zındıklardan birisi, (Cemaatüt-teblîgıyye) fırkasıdır. Bunu 1345 [m. 1926]de, İlyâs isminde bir câhil kurdu. (Müslümanlar dalâlete düştü. Bunları kurtarmak için rü'yâda emir aldım) diyordu. Hocaları, sapık, Nezîr Hüseyn, Reşîd Ahmed Kenkühî ve Halîl Ahmed Sehârenpûrînin kitaplarından öğrendiklerini söyliyordu. Müslümanları aldatmak için, hep namazın ve cemaatin kıymetini anlatıyorlar. Hâlbuki, bid'at ehlinin, yâni (Ehl-i sünnet) mezhebinde olmıyanların namazları ve hiçbir ibâdetleri kabûl olmaz. Bunların Ehl-i sünnet kitaplarını okuyarak, evvelâ bid'at inanışlarından kurtulup, hakîkî müslüman olmaları lâzımdır. Kur'an-ı kerimde, kapalı bildirilmiş olan âyetlerden yanlış mâna çıkaranlara (Bid'at ehli) veya (Sapık) denir. Âyet-i kerimelere, kendi hâin, sapık düşüncelerine göre, yanlış mâna veren islâm düşmanlarına (Zındık) denir. Zındıklar, Kur'an-ı kerimi ve islâmiyeti değiştirmeye çalışıyorlar. Bunları ortaya çıkaran ve besleyen ve dünyanın her tarafına yaymak için milyarlar sarf eden, en büyük düşman, ingilizlerdir. İngiliz kâfirinin tuzaklarına düşmüş olan câhil ve soysuz (Teblîg-ı cemaatcı)lar, kendilerine, (Ehl-i sünnet) diyerek ve namaz kılarak, yalan söyliyor, müslümanları aldatıyorlar. Abdüllah bin Mes'ûd buyuruyor ki, (Dîni olmadığı hâlde namaz kılan kimseler olacaktır). Bunlar, Cehennemin dibinde sonsuz yanacaklardır. Bunlardan bir kısmı, minâre tepesindeki leylek yuvası gibi, büyük sarıkları, sakalları ve cübbeleri ile, âyet-i kerimeler okuyup, bunlara yanlış mâna vererek, müslümanları aldatıyorlar. Hâlbuki hadis-i şerifte (İnnallahe lâ yenzuru ilâ süveriküm ve siyâbiküm ve lâkin yenzuru ilâ kulûbiküm ve niyyâtiküm), (Allahü teâlâ şekllerinize ve elbiselerinize değil, kalblerinize ve niyetlerinize bakar) buyuruldu. Beyt: Kadd-i bülend dâred, destâr pâre pâre, Çün âşiyân-ı leklek, ber kelle-i minâre. Bu câhillerin, ahmakların yaldızlı sözlerinin yalan olduklarını isbât eden, (İhlâs Vakfı)nın kitaplarına cevap veremedikleri için, (İhlâs Vakfının kitapları yanlıştır, bozuktur. Bu kitapları okumayın) diyorlar. İslâm düşmanı sapıkların, zındıkların en büyük alâmeti, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazılarına ve bunları neşreden hakîkî din kitaplarına bozuktur, bunları okumayınız demeleridir. İslâmiyete yaptıkları zararları ve Ehl-i sünnet âlimlerinin cevapları, (Fâideli Bilgiler) kitabımızda uzun yazılıdır. ] Muhammed aleyhisselâm, peygamberlerin en üstünü, âlemlerin rahmetidir. Onsekizbin âlem, Onun rahmet deryasından faydalanmaktadır. Sözbirliği ile, bütün insanların ve cinnin Peygamberidir. Meleklere, nebâtâta, hayvanlara ve her maddeye de Peygamber olduğunu bildirenler çoktur. Diğer Peygamberler, belli bir memlekette, belli bir kavme gönderilmişti. Resûl-i ekrem ise, bütün âlemlere, canlı, cansız her mahlûka Peygamberdir. Allahü teâlâ, başka Peygamberleri ismleri ile söylemiştir. Muhammed aleyhisselâmı ise, ey Resûlüm, ey Peygamberim diyerek taltîf buyurmuştur. Başka Peygamberlerin herbirine verilen her mucizenin benzeri, kendisine de ihsân buyurulmuştur. Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine, o kadar çok ikrâmda bulunmuştur, o kadar çok mucize vermiştir ki, başka hiçbir Peygamberine böyle vermemiştir. Mübârek parmağı ile işaret buyurunca, ayın ikiye ayrılması, mübârek avucuna aldığı taşların tesbîh etmesi, ağaçların (yâ Resûlallah) diyerek, kendisine selâm vermesi, Resûlullah yanından ayrıldığı için, (Hannâne) adındaki kuru odunun sesle ağlaması, mübârek parmaklarının arasından saf su akması, âhirette kendisine (Makam-ı Mahmûd), (Şefaat-i kübrâ), (Kevser havuzu), (Vesîle) ve (Fadîle) adındaki makamların verilmesi, Cennete girmeden önce, cemâl-i ilâhîyi görmekle şereflenmesi ile ve dünyada hulk-ı azîm, dinde yakîn, ilim, hilim, sabr, şükür, zühd, iffet, adl, mürüvvet, hayâ, şecâ'at, tevâzu, hikmet, edeb, semahat (iyilik yapıcı), merhamet (re'fet) ve bitmez tükenmez fazîletler ve şereflerle, bütün Peygamberlerin üstüne çıkarılmıştır. Ona verilen mucizelerin sayısını, Allahü teâlâdan başkası bilemez. Onun dîni, bütün dinleri nesh etmiş, yürürlükten kaldırmıştır. Dîni, bütün dinlerin en iyisi, en yükseğidir. Onun ümmeti, bütün ümmetlerden üstündür. Onun ümmetinin Evliyâsı, başka ümmetlerin Evliyâsından daha şereflidir. Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin Evliyâsı arasında, Resûlullahın halîfesi olmaya hak kazanan ve hilâfete, başkalarından daha lâyık olan, imamların, Velîlerin baş tâcı (Ebû Bekr-i Sıddîk), Peygamberlerden sonra, gelmiş ve gelecek bütün insanların, en hayrlısı, en üstünüdür. Hilâfet derecesini, şerefini önce kazanan Odur. Müslümanlık meydana çıkmadan önce de, Allahü teâlânın lutfü ve ihsânı ile, putlara tapmadı. Kâfirlik ve sapıklık ayblarından muhâfaza buyurdu. [Resûlullahın, nübüvvetten önce putlara taptığını sanan ve yazanların ne kadar zevallı ve câhil olduklarını buradan da anlamalıdır. ] Bundan sonra, insanların en üstünü, Fârûk-i a'zam, Allahü teâlânın, Habîbine arkadaş olarak seçtiği, ikinci halîfe (Ömer bin Hattâb)dır. Bundan sonra, insanların en üstünü, Resûlullahın üçüncü halîfesi, iyilikler, ihsânlar hazînesi, hayâ, îman ve irfân kaynağı, Zinnûreyn (Osman bin Affân)dır. Bundan sonra insanların en hayrlısı, Resûlullahın dördüncü halîfesi, şaşılacak üstünlükler sahibi, Allahü teâlânın arslanı (Ali bin ebî Tâlib)dir. Bundan sonra, (Hz. Hasen) halîfe oldu. Hadis-i şerifte bildirilen otuz sene halîfelik, bunun ile tamam oldu. [Hasen bin Ali 49 [m. 669] da Medîne-i münevverede zehirlenerek vefât etti. ] Bundan sonra, insanların en üstünü, Resûlullahın, iki gözünün nûru (Hüseyn bin Ali)dir. Bu üstünlükler, sevabın daha çok olması, dîn-i islâm uğrunda, vatanlarını, sevdiklerini terk etmek, başkalarından daha önce müslüman olmak,Resûlullaha son derece uymak, Onun sünnetine sımsıkı sarılmak, dînini yaymaya uğraşmak, küfrü, fitneyi, fesatı önlemek demektir. Ali, her ne kadar, Ebû Bekrden başka, herkesten önce müslüman oldu ise de, o zaman, çocuk olduğu için ve malsız olduğu için ve Resûlullahın evinde ve hizmetinde olduğu için, onun önce îman etmesi, başkalarının îman etmesine, ibret almalarına ve kâfirlerin bozguna uğramasına sebep olmadı. Hâlbuki diğer üç halîfenin îmana gelmeleri, islâmı kuvvetlendirdi. İmâm-ı Ali ve çocukları, Resûlullahın en yakın akrabâsı ve Resûlullahın mübârek kanından oldukları için,Sıddîk-i ekberden ve Fârûk-ı a'zamdan daha üstün denilebilir ise de, bu üstünlükleri, her bakımdan üstünlük demek değildir. Her bakımdan, o büyüklerin önünde olmalarını sağlamaz. Hızır aleyhisselâmın, Mûsâ aleyhisselâma birkaç şey öğretmesine benzer. [Kan bakımından daha yakın olan, daha üstün olsaydı, Hz. Abbâs, Hz. Aliden daha üstün olurdu. Kan bakımından çok yakın olan Ebû Tâlibde ve Ebû Lehebde ise, müminlerin en aşağısında bulunan şeref ve üstünlük hiç yoktur. ] Kan bakımından yakın olduğu için, Hz. Fâtıma, Hz. Hadîce ile Hz. Âişeden daha üstündür. Fakat, bir bakımdan üstünlük, her bakımdan üstün olmasını göstermez. Bu üçünden en üstün hangisi olduğunu, âlimlerimiz başka başka söylemiştir. Hadis-i şeriflerden anlaşıldığına göre, üçü de ve Hz. Meryem ve Fir'avnın hâtunu Hz. Âsiye, dünya kadınlarının en üstünüdürler. Hadis-i şerifte, (Fâtıma, Cennet hâtunlarının üstünüdür. Hasen ve Hüseyn de, Cennet gençlerinin yüksekleridir) buyuruluyor ki, bu, bir bakımdan üstünlüktür. Bunlardan sonra, Eshâb-ı kirâmın en üstünleri (Aşere-i mübeşşere)den yâni Cennet ile müjdelenmiş on kişiden olanlardır. Bunlardan sonra, Bedr gazâsında bulunan üçyüzonüç kişi üstündür. Onlardan sonra Uhud gazâsındaki yediyüz arslanın arasında bulunanların hepsi, daha sonra da (Bi'at-ür-rıdvân), yâni ağaç altında Resûlullaha söz veren bindörtyüz kişi üstündür. Resûl-i ekrem efendimizin yolunda, canlarını, mallarını feda eden, Ona yardım eden Eshâb-ı kirâmın hepsinin ismlerini, saygı ile, sevgi ile söylememiz, bize vâcibdir. Onların büyüklüğüne yakışmıyan sözler söylememiz, aslâ câiz değildir. İsmlerini saygısızca söylemek, dalâlettir, sapıklıktır. Resûlullahı seven kimsenin, Onun Eshâbının hepsini de sevmesi lâzımdır. Çünkü, bir hadis-i şerifte, (Eshâbımı seven, beni sevdiği için sever. Onları sevmiyen kimse, beni sevmemiş olur. Onları inciten, beni incitir. Beni inciten de, Allahü teâlâyı incitmiş olur. Allahü teâlâyı inciten kimse, elbette azâb görecektir) buyuruldu. Başka bir hadis-i şerifte de, (Allahü teâlâ, benim ümmetimden bir kuluna iyilik yapmak isterse, onun kalbine, Eshâbımın sevgisini yerleştirir. Onların hepsini canı gibi sever) buyuruldu. Bunun için, Eshâb-ı kirâm arasında olan muhârebeleri; kötü düşüncelerle ve halîfeliği ele geçirmek, nefsin arzularını yerine getirmek için yaptıklarını sanmamalıdır. Böyle sanmak ve bunun için o büyüklere dil uzatmak, münâfıklıktır ve felakete sürüklenmektir. Çünkü, Resûlullahın huzurunda oturmakla, Onun mübârek sözlerini işitmekle, te'assub [yâni inatçılık, çekememek] ve mevkı' arzusu ve dünyaya düşkün olmak, hepsinin kalblerinden sıyrılmış, gitmişti. Hırs [doymazlık, düşkünlük], kin ve kötü huydan kurtulmuş, tertemiz olmuşlardı. O yüce Peygamberin ümmetinin Evliyâsından biri ile birkaç gün bir arada bulunan bir kimse, o Velînin güzel huylarından ve üstünlüklerinden faydalanıyor, temizleniyor, dünyaya düşkün olmaktan kurtuluyor da, Eshâb-ı kirâm efendilerimiz, Resûlullahı herşeyden çok sevdikleri, mallarını, canlarını, Onun için feda ettikleri, vatanlarını terk ettikleri, Onun, ruhlara gıdâ olan sohbetine âşık oldukları hâlde, bunların kötü huylardan kurtulamadıkları, nefslerinin temizlenmediği, geçip tükenici dünya cîfesi için döğüşecekleri nasıl düşünülebilir?O büyükler, elbette herkesten daha temizdir. Bunların ayrılığını, muhârebelerini, bizim gibi bozuk niyetli kimselere benzetmek, dünya için, nefslerinin bozuk isteklerine kavuşmak için döğüştüler demek hiç yakışır mı?Eshâb-ı kirâm için böyle çirkin şeyler düşünmek, câiz değildir. Böyle söyliyen bir kimse, hiç düşünmez mi ki, Eshâb-ı kirâma düşmanlık etmek, onları terbiye eden, yetiştiren, Resûlullah efendimize düşmanlık etmek olur. Onları kötülemek, Resûlullahı kötülemek olur. Bunun için, din büyükleri buyurdular ki, (Eshâb-ı kirâmı büyük bilmiyen, onlara saygı göstermiyen bir kimse, Resûlullaha îman etmemiş olur). Deve ve Sıffîn muhârebeleri, onları kötülemeye sebep olamaz. Bu muhârebelerde, Hz. Aliye karşı gelenlerin hepsini kötü olmaktan kurtaran, hattâ sevaba kavuşturan dînî sebepler vardır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, (Yanılan müctehide bir sevap, doğruyu bulana iki veya on sevap vardır. İki sevaptan birincisi, ictihâd etmek sevabıdır. İkincisi, doğruyu bulmak sevabıdır. ) Bu din büyüklerinin aralarında olan çekişmeler, döğüşmeler, inat ile, düşmanlık ile değildi. İctihâdları sebebi ile idi. İslâmiyetin emrinin yerine getirilmesini istedikleri için idi. Eshâb-ı kirâmın herbiri müctehid idi. [Meselâ, Amr ibni Âs'ın müctehid olduğu, (Hadîka)nın ikiyüzdoksansekizinci sayfasındaki hadis-i şerifte bildirilmektedir. ] Her müctehidin, kendi ictihâdı ile bulduğu, edindiği bilgiye uygun iş yapması farzdır. Kendi ictihâdı, hernekadar, kendinden daha büyük bir müctehidin ictihâdına uygun olmaz ise de, yine kendi ictihâdına uyması lâzımdır. Başkasının ictihâdına uyması câiz değildir. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfenin talebesi olan Ebû Yûsüf ile MuhammedŞeybânî ve imam-ı Muhammed Şâfi'înin talebesi olan Ebû Sevr ve İsmâ'îl Müzenî, çok yerde, hocalarına uymadılar. [Ebû Hanîfe Nu'mân bin Sâbit, 150 [m. 767] de Bağdâdda vefât etti. Muhammed bin İdrîs Şâfi'î 204 [m. 820] de Mısrda vefât etti. ] Hocalarının haram dediklerinden bazılarına helâl dediler. Helâl buyurduklarından bazılarına haram dediler. Bundan dolayı, bunlara günah işledi, kötü oldular denilemez. Böyle söyliyen hiç yoktur. Çünkü, bunlar da, hocaları gibi müctehiddirler. Evet, Ali efendimiz, Muaviyeden ve Amr ibni Âstan daha yüksek, daha âlim idi. Kendini onlardan ayıracak, pekçok üstünlükleri vardır. İctihâdı da, o ikisinin ictihâdlarından daha çok kuvvetli ve isâbetli idi. Fakat, Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehid oldukları için, ikisinin de; bu büyük imamın ictihâdına uymaları câiz değil idi. Kendi ictihâdlarına göre hareket etmeleri lâzım idi. Suâl: Cemel ve Sıffîn muhârebelerinde, Muhâcirlerden ve Ensârdan pekçok Sahâbî, imam-ı Ali ile birlikte idi. Ona itaat ettiler. Ona uydular. Bunların hepsi müctehid iken, imam-ı Aliye uymağı vâcib bildiler. Bundan anlaşılıyor ki, imam-ı Aliye uymak, müctehid olanlara da vâcib imiş. İctihâdları uymasa da, onunla birleşmeleri lâzım imiş denirse: Cevap: Aliye uyanlar, onunla birlikte harp edenler, onun ictihâdına uydukları için birleşmedi. Kendi ictihâdları da, İmâmın ictihâdına uygun olduğu için, onların ictihâdı, imam-ı Aliye uymağı vâcib göstermişti. Bunun gibi, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden çoğunun ictihâdları, imam-ı Alînin ictihâdına uymadı. O büyük imam ile harp etmeleri vâcib oldu. O zaman Eshâb-ı kirâmın ictihâdları üç türlü olmuştu. Bir kısmı, imam-ı Alînin haklı olduğunu anladı. Bunların, imam-ı Aliye uymaları vâcib oldu. Bir kısmı ise, onunla harp edenlerin ictihâdını haklı gördü. Bunların da, Ali ile harp edenlere uymaları, onunla harp etmeleri vâcib oldu. Üçüncü kısm, her iki tarafa da uymamak, döğüşmemek lâzımdır dedi. Bunların ictihâdı, muhârebelere karışmamağı Îcap ettirdi. Her üç kısm da, elbette haklı idi ve sevap kazandılar. Suâl: Yukarıdaki yazı, imam-ı Ali ile muhârebe edenlerin de haklı olduğunu gösteriyor. Hâlbuki, Ehl-i sünnet âlimleri, imam-ı Alînin haklı olduğunu, karşısındakilerin yanıldıklarını, özürleri olduğu için, affolunduklarını veya sevap da aldıklarını bildirmektedir. Buna ne denilir? Cevap: İmâm-ı Şâfi'î ve Ömer bin Abdülazîz gibi din büyükleri, Eshâb-ı kirâmdan hiçbiri için yanıldı demek câiz olmaz buyurdu. Bunun için, (Büyüklere yanıldı demek yanlıştır) buyurmuşlardır. Küçüklerin, büyükler için, (doğru yaptı, yanlış yaptı, beğendik, beğenmedik) gibi şeyleri söylemeleri câiz değildir. Allahü teâlâ, ellerimizi o büyüklerin kanlarına bulaştırmadığı gibi, biz de, haklı ve haksız gibi sözleri söylemekten dillerimizi korumalıyız. Derin âlimler, delîlleri kavrıyarak ve olayları inceliyerek, imam-ı Ali haklı idi, karşısında bulunanlar yanıldı buyurdular ise de, bu sözleri ile (Ali, karşı tarafta olanlarla konuşabilseydi, onların da kendi gibi ictihâd etmelerini sağlıyabilirdi) demek istemişlerdir. Nitekim Zübeyr bin Avvâm hazretleri, deve muhârebesinde, Hz. Aliye karşı olduğu hâlde, olayları daha derin inceliyerek, ictihâdı değişti. Muhârebeden vazgeçti. İşte Ehl-i sünnet âlimlerinden hatâyı câiz görenlerin sözleri, böyle anlaşılmalıdır. Yoksa, Hz. Ali ve onunla birlikte olanlar hak yolda, karşı tarafta olan Âişe-i Sıddîka vâlidemiz ve bununla birlikte olan Eshâb-ı kirâm bâtıl işte idi demek, câiz değildir. Eshâb-ı kirâmın bu muhârebeleri, ahkâm-ı şer'ıyyenin dallarında olan ictihâd ayrılıklarında idi. İslâmiyetin temel, belli başlı işlerinde hiç ayrılıkları yoktu. Şimdi bazı kimseler, Muaviye ile Amr ibni Âs gibi din büyüklerine dil uzatıyor, saygısızlık gösteriyorlar. Eshâb-ı kirâmı incitmenin,Resûlullahı incitmek ve küçültmek olacağını anlıyamıyorlar. İmâm-ı Mâlik bin Enesin (Muaviyeye veya Amr ibni Âsa söğen, kötüliyen kimse, onlara söylediği söze lâyık bir kimsedir. Onlara karşı edebsizlik yapanlara, söyliyenlere ve yazanlara ağır cezâ vermek lâzımdır) buyurduğu, (Şifâ-i şerif)de yazılıdır. [Muaviye bin Ebû Süfyân, 60 [m. 680] de Şâmda vefât etti. Amr ibni Âs 43 [m. 663] de Mısrda vefât etti. ] Allahü teâlâ, kalblerimizi, Habîbinin Eshâbının sevgisi ile doldursun! O büyükleri, sâlih ve müttekî olanlar sever. Münâfık ve şakî olan sevmez. [Resûlullahın Eshâbının kıymetlerini, üstünlüklerini anlıyarak, hepsini sevenlere, hepsine saygı gösterenlere ve onların yolunda gidenlere, (Ehl-i sünnet) denir. Birkaçını severiz, başkalarını sevmeyiz diyerek çoğunu kötüliyenlere, böylece hiçbirinin yolunda bulunmıyanlara, (Râfızî) ve (Şî'î) denir. Râfızîler, Îrânda, Hindistânda ve Irâkta çoktur. Türkiyede hiç yoktur. Bunlardan bazısı, yurdumuzdaki müslüman, temiz Alevîleri aldatmak için, kendilerine (Alevî) dedi. Hâlbuki, Alevî, Aliyi seven müslüman demektir. Bir kimseyi sevmek için, onun yolunda olmak, onun sevdiklerini sevmek lâzımdır. Bunlar, Aliyi sevmiş olsalardı, onun yolunda giderlerdi. Ali, Eshâb-ı kirâmın hepsini severdi. İkinci halîfe olan Ömerin de müşâviri, derd ortağı idi. Fâtımadan olan kızı Ümm-i Gülsümü, Ömere nikâh etti. Hutbede, Hz. Muaviye için (Kardeşlerimiz, bizden ayrıldı. Onlar kâfir ve fâsık değildir. İctihâdları böyle oldu) buyurdu. Kendisine karşı harp eden Talha şehit olunca yüzünden toprakları sildi. Namazını kendi kıldırdı. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde, (Müminlerin kardeş olduğunu) bildiriyor. Feth sûresinin son âyet-i kerimesi, (Eshâb-ı kirâmın birbirleri ile seviştiklerini) haber veriyor. Eshâb-ı kirâmdan birisini bile sevmemek ve hele düşmanlık etmek, Kur'an-ı kerime inanmamak olur. Ehl-i sünnet âlimleri, Eshâb-ı kirâmın üstünlüklerini iyi anladılar. Hepsini sevmemizi emrettiler. Müslümanları felaketten kurtardılar. Ehl-i beyti yâni Aliyi ve bütün evladını, soyunu sevmiyenlere ve Ehl-i sünnetin göz bebeği olan bu büyüklere düşmanlık edenlere, (Hâricî) denir. Bugün hâricîlere (Yezîdî) denilmektedir. Yezîdîlerin, dinleri, îmanları çok bozuktur. Eshâb-ı kirâmın hepsini severiz deyip de, onların yolunda bulunmıyan, kendi bozuk düşüncelerine, Eshâbın yoludur diyenlere, (Vehhâbî) denir. Vehhâbîlik, mezhepsiz din adamı Ahmed ibni Teymiyyenin kitaplarındaki sapık fikirleri ile, Hempher denilen ingiliz câsûsunun yalanlarının karışımından hâsıl oldu. Vehhâbîler, Ehl-i sünnet âlimlerini, tasavvuf büyüklerini ve şî'îleri beğenmiyor, hepsini kötüliyorlar. Müslüman, yalnız, kendilerini sanıyorlar. Kendileri gibi olmıyanlara müşrik diyor. Bunların malı, canı vehhâbîlere helâldir diyorlar. (İbâhî) oluyorlar. Nasslardan, yâni Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden, yanlış, bozuk mânalar çıkararak, müslümanlığı bu mânalar zannediyorlar. Edille-i şer'iyyeyi ve hadis-i şeriflerin çoğunu inkâr ediyorlar. Dört mezhebin âlimleri, Ehl-i sünnetten ayrılanların, dalâlete saptıklarını, islâmiyete çok zarar verdiklerini, birçok kitaplarında vesikalarla isbât ettiler. Daha geniş bilgi almak için türkçe (Kıyâmet ve Âhiret), (Se'âdet-i Ebediyye) kitaplarını ve arabî (Minha-tül-vehbiyye), (Et-Tevessül-ü bin-Nebî ve bis-Sâlihîn), (Sebîl-ün-necât) ve fârisî (Seyf-ül-ebrâr) kitaplarını okuyunuz! Bu kitaplar ve bid'at ehline red olarak yazılmış birçok kıymetli kitaplar İstanbulda (Hakîkat Kitabevi) tarafından bastırılmıştır. (İbni Âbidîn) in üçüncü cildinde bâgîleri anlatırken ve türkçe (Nimet-i islâm) kitabının nikâh bahsinde, vehhâbîlerin ibâhî oldukları açıkça yazılıdır. [Muhammed Emîn ibni Âbidîn 1252 [m. 1836] da Şâmda vefât etti. ]Sultan ikinci Abdülhamîd hânın amirallerinden Eyyüb Sabri pâşa, (Mir'ât-ül-haremeyn) ve (Tarih-i vehhâbiyyân) kitaplarında ve Ahmed Cevdet pâşa, tarihinin yedinci cildinde, vehhâbîleri türkçe olarak uzun uzun yazmaktadırlar. [Eyyûb Sabri pâşa, 1308 [m. 1890] da vefât etti. ] Yûsüf Nebhânînin Mısrda basılan arabî (Şevâhid-ül-hak) kitabı da, vehhâbîlere ve İbni Teymiyyeye uzun cevap vermektedir. Bu kitaptan elli sayfa, 1972 de İstanbulda arabî olarak neşredilen (İslâm âlimleri ve vehhâbîler) kitabında mevcuttur. Eyyüb Sabri pâşa diyor ki: (Vehhâbîlik, 1205 [m. 1791] yılında Arabistân yarımadasında kanlı, işkenceli bir ihtilâl ile meydana çıktı. ) Vehhâbîliği ve mezhepsizliği kitapları ile dünyaya yaymaya uğraşanlardan biri, Mısrlı Muhammed Abduhdur. Bir mason olan ve Kâhire mason locası başkanı Cemâleddîn-i Efgânîye hayrânlığını açıkça yazan Abduh büyük islâm âlimi, ilerici fikir adamı, kıymetli reformcu denilerek, gençliğin önüne sürüldü. [Cemâlüddîn Efgânî, 1314 [m. 1897] de vefât etti. ] Ehl-i sünneti yıkmak, islâmiyeti bozguna uğratmak için pusuda duran islâm düşmanları da, din adamı kılığına girerek, yaldızlı kelimelerle müslümanlığı överek, sinsice bu fitneyi körüklediler. Abduh göklere çıkarıldı. Ehl-i sünnetin büyük âlimlerine, mezhep imamlarına câhil denildi. İsmleri söylenilmez oldu. Fakat, islâmiyet için kanlarını döken, Resûlullah aşkına canlarını veren ecdadımızın, şanlı şerefli şehitlerin temiz ve asîl evlatları, bu propagandalara ve milyonlarca lira verilerek yapılan reklâmlara aldanmadı. Hattâ, bu şişirme din kahramanlarını duymadı ve tanımadı. Cenâb-ı Hak, şehit yavrularını, alçakça yapılan bu hücûmlardan korudu. Bugün de, Mevdûdî, Seyyid Kutb ve Hamîdullah ve (Teblîg-ı cemaatcı)lar gibi mezhepsizlerin kitapları tercüme edilerek gençliğin önüne sürülmektedir. [Mevdûdî, Hindistândaki (Cemaat-ül-islâmiyye)nin müessisidir. 1399 h [m. 1979] da vefât etti. Seyyid Kutb 1386 [m. 1966] da Mısrda idam edildi. ] Dev gibi reklâmlarla ballandıra ballandıra medh edilen bu tercümelerde, islâm âlimlerinin bildirdiklerine uymıyan sapık fikirlerin bulunduğunu görüyoruz. Su uyur, düşman uyumaz. Allahü teâlâ, habîbi, çok sevdiği Peygamberi Muhammed hurmetine, müslümanları, gaflet uykusundan uyandırsın. Düşmanların yalanlarına, iftirâlarına aldanmaktan muhâfaza buyursun! Âmîn. Yalnız duâ etmekle kendimizi aldatmıyalım! Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesine uymadan, sebeplere yapışmadan, çalışmadan duâ etmek, Allahü teâlâdan mucize istemek demektir. Müslümanlıkta, hem çalışılır, hem de duâ edilir. Önce sebebe yapışmak, sonra duâ etmek lâzımdır. Küfürden kurtulmak için birinci sebep, islâmiyeti öğrenmek ve öğretmektir. Zaten, Ehl-i sünnet îtikatını ve farzları, haramları öğrenmek, kadın erkek, herkese farzdır. Birinci vazîfedir. Ehl-i sünnet îtikatını ve ilm-i hâlini öğrenmiyen ve çocuklarına öğretmiyenler, müslümanlıktan ayrılmak, küfür felaketine düşmek tehlikesindedir. Böyle kimselerin duâları zaten kabûl olmaz ki, küfürden korunabilsinler. Resûlullah efendimiz buyurdu ki, (İlm bulunan yerde müslümanlık vardır. İlim bulunmıyan yerde müslümanlık kalmaz. ) Ölmemek için, yimek, içmek lâzım olduğu gibi, kâfirlere aldanmamak, dinden çıkmamak için de, dînini, îmanını öğrenmek lâzımdır. Ecdadımız, her zaman toplanırlar, ilmihâl kitaplarını okurlar, dinlerini öğrenirlerdi. Ancak, böyle müslüman kaldılar. İslâmiyetin zevkıni aldılar. Bu saadet ışığını bizlere, doğru olarak ulaştırabildiler. Bizim de müslüman kalmamız, yavrularımızı içimizdeki ve dışımızdaki kâfirlere kaptırmamamız için, birinci ve en lüzûmlu çâre, herşeyden önce Ehl-i sünnet âlimlerinin hazırladığı ilmihâl kitaplarını okumak ve öğrenmektir. Çocuğunun müslüman olmasını istiyen ana-baba, çocuğuna Kur'an öğretmelidir. Fırsat elde iken okuyalım, öğrenelim ve çocuklarımıza, sözümüzü dinliyenlere öğretelim! Mektebe gittikten sonra öğrenmeleri güç olur. Hattâ imkânsız olur. Felaket gelince, âh etmek fayda vermez. İslâm düşmanlarının, zındıkların, tatlı, yaldızlı kitaplarına, gazetelerine, mecmû'a, televizyon ve radyolarına ve filmlerine aldanmamalıdır. İbni Âbidîn, üçüncü ciltte buyuruyor ki, (hiçbir dîne inanmadığı hâlde, müslüman görünüp, küfre sebep olan şeyleri müslümanlıkmış gibi anlatarak, müslümanları dinden çıkarmaya çalışan sinsi kâfirlere (Zındık) denir). Suâl: Mezhepsizlerin bozuk kitaplarından tercüme edilmiş yazıları okuyan biri diyor ki, (Kur'an-ı kerim tefsîrlerini okumalıyız. Dînimizi, Kur'an-ı kerimi anlamayı, din âlimlerine bırakmak, tehlikeli ve korkunç bir düşüncedir. Kur'an-ı kerimde (Ey din âlimleri) denmez. (Ey îman edenler), (Ey insanlar) gibi hitâblar kullanılır. Bunun için, her müslüman, Kur'an-ı kerimi kendisi anlıyacak, başkasından beklemiyecektir). Bu kimse, herkesin tefsîr, hadis okumasını istiyor. İslâm âlimlerinin, Ehl-i sünnet büyüklerinin kelâm, fıkh ve ilmihâl kitaplarını okumağı tavsiye etmiyor. Diyânet işleri başkanlığının yayınladığı Mısrlı Reşîd Rızanın 1394 [m. 1974] tarih ve 157 sayılı (İslâmda Birlik ve Fıkh Mezhepleri) kitabı da, okuyanları büsbütün şaşırttı. [Reşîd Rıza, Muhammed Abduhun talebesidir. 1354 [m. 1935] de vefât etti. ] Bu kitabın birçok yerinde, meselâ altıncı konuşmasında diyor ki: (Müctehid imamlarını Peygamberler kadar yükselttiler. Hattâ,Peygamberin hadisine uymıyan bir müctehidin sözünü tercîh edip, hadisi bıraktılar. Bu hadisin nesh edilmiş olması veya imamımızın nezdinde başka bir hadisin bulunması muhtemeldir dediler. Bu taklîdciler, hükmde hatâ etmesi veya bilmemesi câiz olan kimselerin sözü ile amel edip de, hatâdan berî olan Peygamberin hadisini terk etmekle, müctehidleri taklîdden de ayrılmış oluyorlar. Kur'andan bile ayrılmış oluyorlar. Müctehid imamdan başka kimse Kur'anı anlıyamaz diyorlar. Fıkhcıların ve diğer taklîdcilerin bu gibi sözleri, yahudilerden ve hıristiyanlardan intikâl ettiğini gösteriyor. Hâlbuki Kur'anı ve hadisi anlamak, fıkhcıların yazdığı kitapları anlamaktan daha kolaydır. Arabca kelime ve üslûbları hazm edenler, Kur'anı ve hadisi anlamak için zorluk çekmezler. Allahü teâlânın kendi dînini açıkça anlatmaya kâdir olduğunu kim inkâr eder?Resûlullahın Allahın murâdını herkesten iyi anladığını ve anlatmaya başkalarından daha muktedir olduğunu kim inkâr edebilir?Hz. Peygamberin açıklamaları ümmete kâfî değildir demek, Onun teblîg vazîfesini tam olarak îfâ edemediğini söylemeye varır. İnsanların çoğu, Kur'an-ı kerimi ve sünneti anlıyamasalardı, cenâb-ı Hak, o kitap ve sünnetteki hükmler ile bütün insanları mükellef kılmazdı. İnsan, inandığı şeyleri, delîlleri ile bilmelidir. Cenâb-ı Hak taklîdciliği takbîh etmiştir. Baba ve dedelerini taklîd etmelerinin Mâzur görülmiyeceğini açıklamıştır. Âyetler gösteriyor ki, taklîd Allah katında aslâ makbûl değildir. Dînin fürû' kısmını delîllerinden anlamak, îman kısmını anlamaktan daha kolaydır. Güç olanı teklîf edince, güç olmıyanla nasıl mükellef kılmaz?Bazı nâdir hâdiselerin hükmünü çıkarmak güç olur ise de, bunları bilmemek ve yapmamak özr sayılır. Fıkhcılar, kendiliklerinden bir takım mes'eleler îcâd ettiler. Bunlar için hükmler ihdâs eylediler. Bunlara, re'y, kıyâs-ı celî, kıyâs-ı hafî gibi şeyleri delîl getirmeye kalkıştılar. Bunlar, akıl yolu ile bilgi edinmek mümkün olmayan ibâdetler sâhasına da taşırıldı. Böylece dîni genişleterek, birkaç katına çıkardılar. Müslümanları külfete soktular. Ben kıyâsı inkâr etmiyorum. İbâdet sâhasında kıyâs yoktur diyorum. Îman ve ibâdetler, Hz. Peygamber zamanında tamamlandı. Kimse, bunlara birşey ilâve edemez. Müctehid imamlar, insanları taklîdden men etmiş, taklîdi haram kılmışlardır). Bu kitaptan özetlediğimiz yukarıdaki yazılar, mezhepsizlerin bütün kitapları gibi, müslümanların dört mezhep imamını taklîd etmelerini men ediyor. Herkesin tefsîr ve hadis öğrenmesini emrediyor. Buna ne dersiniz? Cevap: Mezhepsizlerin yazıları dikkat ile okunursa, sapık düşüncelerini ve bölücü görüşlerini, çürük mantık zincirleri ile ve yaldızlı kelimelerle süsliyerek müslümanları aldatmaya çalıştıkları hemen görülür. Câhiller, bu yazıları mantık, akıl çerçevesinde, ilme dayanıyor sanarak inanır, arkalarına takılırlar ise de, ilim ve keskin görüş sahipleri, aslâ bunların tuzaklarına düşmez. Müslümanları sonsuz felakete sürükliyen mezhepsizlik tehlikesine karşı gençleri uyarmak için islâm âlimleri, ondört asırda n beri binlerce kıymetli kitap yazmışlardır. Yukarıdaki suâle cevap olmak üzere, Yûsüf Nebhânînin (Huccet-ullahi alel-âlemîn) kitabının yediyüzyetmişbirinci sayfasından başlıyarak, bir miktâr tercüme etmeyi uygun gördük [Yûsüf Nebhânî, 1350 [m. 1932] de Beyrûtta vefât etti. ]: Kur'an-ı kerimden ahkâm çıkarmak, herkesin yapabileceği şey değildir. Müctehid imamlar bile, Kur'an-ı kerimdeki ahkâmın hepsini çıkaramıyacakları için, Resûlullah Kur'an-ı kerimdeki ahkâmı, hadis-i şerifleri ile açıklamıştır. Kur'an-ı kerimi, ancak Resûlullah açıkladığı gibi, hadis-i şerifleri de, yalnız Eshâb-ı kirâm ve müctehid imamlar anlıyabilmişler ve açıklamışlardır. Bunu anlıyabilmeleri için, Allahü teâlâ, müctehid imamlara aklî ve naklî ilimleri ve idrâk kuvveti ve keskin zihin ve ziyâde akıl ve daha nice üstünlükler ihsân eylemiştir. Bu üstünlüklerin başında, takvâ gelmektedir. Bundan sonra, kalblerindeki nûr-u ilâhî gelmektedir. Müctehid imamlarımız, bu üstünlükler yardımı ile, Allahü teâlânın ve Resûlullahın kelâmlarından onların murâdlarını anlamışlar, anlıyamadıklarını (Kıyâs) ile bildirmişlerdir. Dört mezhep imamının herbiri, kendi re'yi ile konuşmadığını bildirmiş ve talebelerine (sahih hadise rastlarsanız, benim sözümü bırakın. Resûlullahın hadisine uyun!) demiştir. Mezhep imamlarımız, bu sözü, kendileri gibi müctehid olan derin âlimlere söylemişlerdir. Bu âlimler, dört mezhebin delîllerini bilen, tercîh ehli olanlardır. Bunlar, mezhep imamının ictihâdının delîli ile yeni öğrenilen sahih hadisin senetlerini, râvîlerini ve hangisinin sonra vârid olduğunu ve daha birçok şartları inceliyerek hangisinin tercîh edileceğini anlarlar. Yâhut müctehid imam, bir mes'eleye delîl olacak hadis-i şerif kendisine ulaşmadığı için, kıyâs yaparak hükm eylemiştir. Talebeleri bu mes'eleye senet olacak hadis-i şerifi öğrenerek, başka türlü hükm vermişlerdir. Fakat talebeleri böyle ictihâd yaparken, mezhep imamının kâidelerinden dışarı çıkmazlar. Daha sonra gelen müctehid müftîler de, böyle fetvâ vermişlerdir. Bütün bu yazılanlardan anlaşılıyor ki, dört mezhep imamlarını ve bunların mezheplerinde yetişmiş olan müctehidleri taklîd eden müslümanlar, Allahü teâlânın ve Resûlünün hükmlerine tâbi olmaktadırlar. Bu müctehidler,Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden başkalarının anlıyamıyacağı hükmleri anlamışlar, anladıklarını bildirmişlerdir. Müslümanlar da, onların kitap ve sünnetten anlayıp bildirdiklerini taklîd etmişlerdir. Çünkü, Nahl sûresinin kırküçüncü âyet-i kerimesinin meâl-i şerifi, (Bilmiyor iseniz, bilenlerden sorunuz!)dir. Bu âyet-i kerime, herkesin Kitabı ve Sünneti doğru anlıyamıyacağını, anlıyamıyanların da bulunacağını göstermektedir. Anlıyamıyanların, Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden anlamaya çalışmalarını değil, anlamış olanlardan sorup öğrenmelerini emretmektedir. Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin mânalarını herkes doğru anlıyabilseydi yetmişiki sapık fırka meydana çıkmazdı. Bu fırkaları çıkaranların hepsi de derin âlim idi. Fakat hiçbiri, Nassların, yâni, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin mânalarını doğru anlıyamadı. Yanlış anlıyarak, doğru yoldan ayrıldılar. Milyonlarca müslümanın felakete sürüklenmelerine de sebep oldular. Nasslardan yanlış mânalar çıkarmakta, bazıları o kadar taşkınlık yaptılar ki, doğru yoldaki müslümanlara kâfir, müşrik diyecek kadar sapıttılar. Türkçeye tercüme ederek, el altından yurdumuza sokulan (Keşf-üş-şübühât) ismindeki kitapta, Ehl-i sünnet îtikatında olan müslümanları öldürmek ve mallarını yağma etmek mubâhtır denilmektedir. Allahü teâlâ, mezhep imamlarının ictihâd etmelerini ve mezheplerini kurmalarını ve bütün müslümanların bu mezhepler üzerinde toplanmalarını, yalnız sevgili Peygamberinin ümmetine ihsân etmiştir. Cenâb-ı Hak, bir yandan îtikat imamlarını yaratarak, sapıkların, zındıkların, mülhidlerin ve insan şeytanlarının îtikat ve îman bilgilerini bozmalarına mani olduğu gibi, mezhep imamlarını da yaratarak, dînini bozulmaktan korumuştur. Hıristiyanlıkta ve yahudilikte bu nîmet olmadığı için, dinleri bozulmuş, oyuncak hâline gelmiştir. Resûlullahın vefâtından dörtyüz sene sonra, ictihâd edebilecek derin âlim kalmadığını islâm âlimleri sözbirliği ile bildirdiler. Şimdi, ictihâd etmeli diyen kimsenin akıl hastası veya din câhili olduğu anlaşılır. Büyük âlim Celâleddîn-i Süyûtî, ictihâd derecesine yükselmiş olduğunu söylemişti. [Süyûtî Abdürrahmân, 911 [m. 1505] de Mısrda vefât etti. ] Zamanındaki âlimler kendisine bir suâl sorup, buna iki çeşit cevap verilmiş olduğunu, bunlardan hangisinin daha sağlam olduğunu bildirmesini söylediler. Cevap veremedi. İşinin çok olduğundan, buna vakit ayıramıyacağını bildirdi. Hâlbuki kendisinden istenilen şey, fetvâda ictihâd yapması idi. Bu ise, ictihâd derecelerinin en aşağısıdır. İmâm-ı Süyûtî gibi derin bir âlim, fetvâda ictihâddan kaçınınca, müslümanları mutlak ictihâd yapmaya sürükliyenlere deli veya din câhili denilmez de, ne denir?İmâm-ı Gazâlî, kendi zamanında müctehid bulunmadığını, (İhyâ-ül-ulûm) kitabında bildirmiştir. [İmâm-ı Muhammed Gazâlî, 505 [m. 1111] de Tûs şehrinde vefât etti. ] Müctehid olmıyan bir müslüman, bir sahih hadis öğrenip, mezhebi imamının buna uymıyan hükmünü yapmak kendine ağır gelirse, bu müslümanın, dört mezhep arasında, bu hadise uygun ictihâd etmiş olan müctehidi arayıp bulması ve bu işini onun mezhebine göre yapması lâzımdır. Büyük âlim İmâm-ı Nevevî (Ravdat-üt-tâlibîn) kitabında bunu uzun açıklamaktadır. [Yahyâ Nevevî, 676 [m. 1277] de Şâmda vefât etti. ] Çünkü, ictihâd derecesine yükselmemiş olanların Kitaptan ve Sünnetten ahkâm çıkarmaları câiz değildir. Şimdi, bazı câhiller, kendilerinin mutlak ictihâd derecesine yükseldiklerini, Nasslardan, yâni Kitaptan ve Sünnetten ahkâm çıkarabileceklerini ve dört mezhepten birini taklîd etmeye ihtiyaçları kalmadığını söyliyorlar. Senelerden beri taklîd etmiş oldukları mezhebi terk ediyorlar. Bozuk düşünceleri ile mezhepleri çürütmeye kalkışıyorlar. Bizim gibi olan din adamlarının re'ylerine uyamayız gibi câhilce, ahmakca şeyler söyliyorlar. Şeytanın vesvesesi ve nefslerinin tahrîki ile üstünlük iddiâ ediyorlar. Böyle sözleri ile, üstünlüklerini değil, ahmaklıklarını ve alçaklıklarını ortaya koymuş olduklarını anlıyamıyorlar. Bunlar arasında, herkes tefsîr okumalı, tefsîrden ve Buhârîden ahkâm çıkarmalıdır diyen ve yazan câhilleri ve sapıkları da görmekteyiz. Sakın müslüman kardeşim! Böyle ahmaklar ile arkadaşlık etmekten, bunları din adamı sanmaktan çok sakın! İmâmının mezhebine sımsıkı sarıl! Dört mezhepten dilediğini ve beğendiğini seçebilirsin. Fakat, mezheplerin kolaylıklarını araştırmak, yâni mezhepleri (Telfîk) etmek câiz değildir. [(Telfîk) demek, mezheplerin kolaylıklarını karıştırarak yapılan bir işin bu mezheplerden hiçbirine uymaması demektir. Bir işi yaparken dört mezhepten birine uyduktan sonra, yâni bu iş, bu mezhebe göre sahih olduktan sonra, ayrıca diğer üç mezhepte de sahih ve makbûl olması için gerekli şeylere de, mümkün olduğu kadar uyulursa, buna (Takvâ) denir ki, çok sevap olur.] Hadis-i şerifleri okuyup iyi anlıyabilen bir müslümanın, önce kendi mezhebinin delîlleri olan hadisleri öğrenmesi, sonra hadislerin medh ettiği işleri yapıp, korkuttuklarından sakınması, dîn-i islâmın büyüklüğünü, kıymetini ve Resûlullahın ve Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının kemâlâtını ve Resûlullahın hayatını ve fazîletlerini ve mucizelerini ve dünyanın, âhiretin, Cennetin ve Cehennemin hâllerini ve melekleri, cin ve geçmiş ümmetleri ve Peygamberleri ve kitaplarını ve Kur'an-ı kerimin ve Resûlullahın üstünlüklerini ve Onun Âlinin ve Eshâbının hâllerini ve kıyâmet alâmetlerini ve daha nice dünya ve âhiret bilgilerini öğrenmesi lâzımdır. Resûlullahın hadis-i şeriflerinde dünya ve âhiretin bütün bilgileri toplanmıştır. Bu yazdıklarımız anlaşılınca, hadis-i şeriflerden çıkarılmıyan din hükmlerinin faydası olmaz diyen kimsenin ne kadar câhil olduğu ortaya çıkar. Hadis-i şeriflerin bildirdikleri sayısız ilimler arasında, ibâdetleri ve muamelatı bildiren hadis-i şerifler pek az kalmaktadır. Bazı âlimlere göre beşyüz kadardır. [Tekrar edilmiş olanları da katılırsa, üçbini geçmez. ] Bu kadar az hadis-i şerif arasından sahih bir hadisi, dört mezhep imamından hiçbirinin işitmemiş olması düşünülemez. Sahih hadisleri dört mezhep imamından en az birisi delîl olarak almıştır. Kendi mezhebindeki bir işin, sahih olan bir hadis-i şerife uygun olmadığını gören bir müslümanın, bu hadis-i şerife göre ictihâd etmiş olan başka bir mezhebe uyarak bu işi yapması lâzımdır. Kendi mezhebi imamı da belki bu hadis-i şerifi işitmiş, fakat daha sahih olduğunu anladığı veya daha sonra olup birincisini nesh eden başka bir hadis-i şerife uyarak veya müctehidlerin bileceği başka sebeplerden dolayı, bu hadisi delîl olarak almamıştır. Bir hadisin sahih olduğunu anlıyan bir müslümanın, mezhebinin bu hadis-i şerife uymıyan hükmünü bırakıp, bu hadise uyması güzel olur ise de, bu kimse için, bu hadisten hükm çıkarmış olan başka mezhebi taklîd etmesi lâzımdır. Çünkü, o mezhebin imamı, ahkâmın delîllerinden onun bilmediklerini bilerek, o hadis ile amel etmeye mani birşey bulunmadığını anlamıştır. Bununla berâber, bu işi kendi mezhebine uyarak yapması da câizdir. Çünkü mezhebinin imamının öyle ictihâd etmesi, muhakkak sağlam bir delîle dayanmıştır. Mukallidin bu delîli bilmemesini islâmiyet özr saymaktadır. Çünkü, dört mezhep imamlarının hiçbiri, ictihâd ederken, Kitaptan ve Sünnetten ayrılmamışlardır. Bunların mezhepleri, Kitabın ve Sünnetin açıklamalarıdır. Kitabın ve Sünnetin mânalarını ve hükmlerini müslümanlara açıklamışlardır. Onların anlıyabilecekleri şekilde anlatmışlar, kitaplara geçirmişlerdir. Mezhep imamlarının bu işleri, islâm dînine o kadar muazzam bir hizmettir ki, Allahü teâlâ kendilerine yardım etmeseydi, bunu yapmaya insan gücü yetişemezdi. Bu mezhepler, Resûlullahın hak Peygamber olduğunu ve islâm dîninin sahih olduğunu bildiren en kuvvetli vesikalardan biridir. Din imamlarımızın ictihâdlarında birbirlerinden ayrılmaları, yalnız fürû'-i din, yâni fıkh mes'elelerindedir. Usûl-i dinde, yâni îtikat ve îman bilgilerinde hiç ayrılıkları yoktur. Dinde zarûrî bilinen ve delîlleri tevâtür ile bildirilmiş hadis-i şeriflerden alınan fürû' bilgilerinde de, ayrılıkları yoktur. Fürû-i din bilgilerinin bazısında ayrılmışlardır. Bunların, delîllerinin kuvvetlerini anlamadaki ayrılıkları, buna sebep olmuştur. Bu ufak ayrılıkları da, bu ümmete rahmettir. Müslümanların, diledikleri, kolaylarına gelen mezhebe uymaları câizdir. Resûlullah bu ayrılığı müjde olarak bildirmiş ve bildirdiği gibi olmuştur. Îtikat bilgilerinde, yâni inanılacak şeylerde ictihâd etmek câiz değildir. Dalâlete, sapıklığa yol açar. Büyük günah olur. Îtikat bilgilerinde doğru olan tek yol vardır. Bu da, (Ehl-i sünnet vel-cemaat)mezhebidir. Hadis-i şerifte, rahmet olduğu bildirilen ayrılık, fürû'da, yâni ahkâmda olan ayrılıktır. Dört mezhebin hükmlerinin ayrıldıkları bir mes'elede, içlerinden yalnız birinin hükmü doğrudur. Bu doğru hükmü taklîd edenlere iki sevap, doğru olmıyan hükmleri taklîd edenlere bir sevap vardır. Mezheplerin rahmet olması, bir mezhebi bırakıp başka mezhebi taklîd etmenin câiz olacağını göstermektedir. Fakat, dört mezhepten başka, Ehl-i sünnetten olan mezhepleri ve hattâ Eshâb-ı kirâmı taklîd etmek câiz değildir. Çünkü, onların mezhepleri kitaplara geçmemiş, unutulmuştur. Bilinen dört mezhepten başkasını taklîd etmek imkânı kalmamıştır. Eshâb-ı kirâmı taklîd etmek câiz olmadığını islâm âlimlerinin sözbirliği ile bildirdiklerini, İmâm-ı Ebû Bekr-i Râzîda, haber vermektedir. [Ebû Bekr Ahmed Râzî, 370 [m. 980] de vefât etti. ] Mezheplerin ve müctehidlerin ve bilhâssa dört mezhep imamının üstünlüklerini ve mezheplerinin Kitaptan ve Sünnetten dışarı çıkmadıklarını ve icmâ ile, kıyâs ile bildirdikleri hükmlerin kendi re'yleri olmayıp, Kitaptan ve Sünnetten alınmış olduklarını iyi anlamak istiyenlere, İmâm-ı Abdülvehhâb-ı Şa'rânînin (Mîzân-ül-kübrâ) ve (Mîzân-ül-hıdriyye) kitaplarını okumalarını tavsiye ederiz. (Huccetullahi alel'âlemîn) kitabından tercüme burada tamam oldu. Yukarıdaki yazıların hepsi, arabî aslından tercüme edilmiştir. Bütün yayınlarımızda olduğu gibi, burada da, başka kitaplardan aldığımız ilâveler köşeli parantez içine alınmış, böylece ilâvelerimizin kitabın yazıları ile karıştırılmaması sağlanmıştır. (Huccetullahi alel'âlemîn) kitabından yukarıdaki yazıların arabî aslı, 1394 [m. 1974] senesinde, ofset yolu ile İstanbulda bastırılmıştır. (Kur'an-ı kerimde din âlimleri denmez) sözü doğru değildir. Çeşidli âyet-i kerimeler, âlimleri ve ilmi övmektedir. Abdülganî Nablüsî hazretleri (Hadîka) kitabında buyuruyor ki: Enbiyâ sûresi, yedinci âyet-i kerimesinde meâlen, (Bilmediklerinizi, zikir sahiplerinden sorunuz!) buyuruldu. Zikir, ilim demektir. Bu âyet-i kerime, bilmiyenlerin, âlimleri bulup onlardan sorup, öğrenmelerini emretmektedir. İmrân sûresinin yedinci âyetinde meâlen, (Müteşâbih âyetlerin mânalarını ancak ilim sahipleri anlar) ve onsekizinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın var ve bir olduğunu, ilim sahipleri anlar ve bildirirler) ve Kasas sûresinin seksenbirinci âyetinde meâlen, (İlm sahipleri, onlara, size yazıklar olsun! Îman edip, amel-i sâlih işliyenlere Allahü teâlânın vereceği sevaplar, dünya nîmetlerinden daha iyidir dediler) ve Rum sûresinin ellialtıncı âyetinde meâlen, (İlm ve îman sahipleri, dünyada iken inkâr ettiğiniz kıyâmet günü, işte bu gündür diyeceklerdir) ve İsrâ sûresinin yüzsekizinci âyetinde meâlen, (İlm sahipleri, Kur'an-ı kerimi işitince secde ederler ve sahibimizde hiçbir kusur yoktur. O, verdiği sözden dönmez derler) ve Hac sûresi 54. âyetinde meâlen, (İlm sahipleri, Kur'an-ı kerimin Allah kelâmı olduğunu anlar) ve Ankebût sûresinin ellinci âyetinde meâlen, (Kur'an-ı kerim, ilim sahiplerinin kalblerinde yerleşmiştir) ve Sebe' sûresinin altıncı âyetinde meâlen, (İlm sahipleri, Kur'an-ı kerimin Allah kelâmı olduğunu ve Allahü teâlânın rızasına kavuşturduğunu bilirler)ve Mücâdele sûresinin onbirinci âyetinde meâlen, (İlm sahiplerine Cennette yüksek dereceler verilecektir) ve Fâtır sûresinin yirmiyedinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâdan ancak ilim sahipleri korkar) ve Hucurât sûresinin ondördüncü âyetinde meâlen, (En kıymetliniz, Allahü teâlâdan çok korkanınızdır) buyurulmuştur. (Hadîka)nın üçyüzaltmışbeşinci sayfasındaki hadis-i şeriflerde, (Allahü teâlâ ve melekler ve her canlı, insanlara iyilik öğretene duâ ederler) ve (Kıyâmet günü önce Peygamberler, sonra âlimler, sonra şehitler, şefaat edeceklerdir) ve (Ey insânlar, biliniz ki, ilim âlimden işiterek öğrenilir), (İlm öğreniniz! İlm öğrenmek ibâdettir. İlm öğretene ve öğrenene cihâd sevabı vardır. İlm öğretmek, sadaka vermek gibidir. Âlimden ilim öğrenmek, teheccüd namazı kılmak gibidir) buyuruldu. (Hülâsa) fetvâ kitabının sahibi Tâhir Buhârî diyor ki: (Fıkh kitabı okumak, geceleri namaz kılmaktan daha sevaptır). [Tâhir Buhârî, 542 [m. 1147] de vefât etti. ] Çünkü, farzları, haramları, [âlimlerden veya yazmış oldukları] kitaplardan öğrenmek farzdır. Kendisi yapmak ve başkalarına öğretmek için fıkh kitapları okumak, tesbîh namazı kılmaktan daha sevaptır. Hadis-i şeriflerde, (İlm öğrenmek, bütün nâfile ibâdetlerden daha sevaptır. Çünkü, kendine de, öğreteceği kimselere de faydası vardır) ve (Başkalarına öğretmek için öğrenen kimseye, Sıddîklar sevabı verilir) buyuruldu. İslâm bilgileri, ancak üstâddan ve kitaptan öğrenilir. İslâm kitaplarına ve rehbere lüzûm yoktur diyenler, yalancıdır, zındıktır. Müslümanları aldatmakta, felakete sürüklemektedir. Din kitaplarındaki bilgiler,Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden çıkarılmıştır. (Hadîka)dan tercüme, tamam oldu. [Hadîkanın müellifi Abdülganî Nablüsî, 1143 [m. 1731] de vefât etti. ] Allahü teâlâ, Resûlünü, Kur'an-ı kerimi teblîg etmek, öğretmek için gönderdi. Eshâb-ı kirâm, Kur'an-ı kerimdeki bilgileri Resûlullahdan öğrendiler. Din âlimleri de, Eshâb-ı kirâmdan öğrendiler. Bütün müslümanlar da, din âlimlerinden ve bunların kitaplarından öğrendiler. Hadis-i şeriflerde (İlm hazînedir. Anahtarı, sorup öğrenmektir) ve (İlm öğreniniz ve öğretiniz!) ve (Herşeyin kaynağı vardır. Takvânın kaynağı, âriflerin kalbleridir) ve (İlm öğretmek günahlara kefarettir) buyuruldu. İmâm-ı Rabbânî (Mektûbât) adındaki kitabının birinci cildi, yüzdoksanüçüncü [193] mektûbunda buyuruyor ki: (Mükellef) olan, yâni âkıl ve bâlig olan kimsenin, önce, îmanını, îtikatını düzeltmesi lâzımdır. Yâni Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları akâid bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır. Allahü teâlâ, o büyük âlimlerin çalışmalarına bol bol sevap versin! Âmîn. Kıyâmette Cehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmaya bağlıdır. Cehennemden kurtulacak olanlar, yalnız bunların yolunda gidenlerdir. [Onların yolundan gidenlere (Sünnî) denir. ] Resûlullahın ve Eshâbının yolunda gidenler, yalnız bunlardır. Kitaptan, yâni Kur'an-ı kerimden ve Sünnetten, yâni hadis-i şeriflerden çıkarılan bilgiler içinde kıymetli, doğru olan, yalnız bu büyük âlimlerin, Kitaptan ve Sünnetten anlayıp bildirdikleri bilgilerdir. Çünkü, her bid'at sahibi, yâni her reformcu ve her (sapık) kimse, bozuk düşüncelerini, kısa aklı ile, Kitaptan ve Sünnetten çıkardığını söylüyor. Ehl-i sünnet âlimlerini gölgelemeye, küçültmeye kalkışıyor. Demek ki, Kitaptan ve Sünnetten çıkarıldığı bildirilen her sözü, her yazıyı doğru sanmamalı, yaldızlı propagandalarına aldanmamalıdır. Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerinin bildirdiği doğru îtikadı açıklamak için, büyük âlim Tür Püştî hazretlerinin fârisî (El-mu'temed) kitabı çok kıymetlidir ve açık yazılmıştır. Kolayca anlaşılabilir. [(HakîkatKitâbevi), 1410 [m. 1989] da bastırmıştır. Fadlullah bin Hasen Türpüştî, Hanefî fıkh âlimlerindendir. Altıyüzaltmışbir 661 [m. 1263] senesinde vefât etti. ] Akâidi, yâni inanılacak bilgileri düzelttikten sonra, (Helâl), (Haram), (Farz), (Vâcib), (Sünnet), (Mendûb) ve (Mekruh) olan şeyleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları fıkh kitaplarından öğrenmek ve bunlara uymak lâzımdır. Bu âlimlerin üstünlüklerini anlıyamamış olan câhillerin çıkardıkları sapık kitapları okumamalıdır. Allah korusun! Îtikat edilecek şeylerde Ehl-i sünnet mezhebine uymıyan inanışı olan müslümanlar, âhirette Cehenneme girmekten kurtulamaz. Îmanı doğru olanın ibâdetinde gevşeklik olursa, tevbe etmese bile, affedilebilir. Affedilmese bile, azâb çektikten sonra, Cehennemden kurtulur. İşin başı, îtikadı düzeltmektir. Hâce Ubeydullah-i Ahrâr buyurdu ki: (Bütün keşfleri, kerâmetleri bana verseler, fakat, Ehl-i sünnet velcemaat îtikatını vermeseler, kendimi harap bilirim. Keşf ve kerâmetim olmasa ve kabahatim çok olsa, fakat Ehl-i sünnet ve cemaat îtikatını ihsân eyleseler, hiç üzülmem). [Ubeydüllâh-i Ahrâr, 895 [m. 1490] de Semerkandda vefât etti. ] Bugün, Hindistânda müslümanlar kimsesiz kaldı. Din düşmanları her taraftan saldırıyor. Bugün, islâma hizmet için bir lira vermek, başka zaman verilen binlerce liradan daha çok sevaptır. İslâma yapılacak en büyük hizmet, Ehl-i sünnet kitaplarını, îman ve islâm kitaplarını alıp, köylere, gençlere dağıtmakla olur. Hangi tâlihli, bahtiyâr kimseye bu hizmeti nasip ederlerse, çok sevinsin. Çok Şükretsin. İslâma hizmet etmek her zaman sevaptır. Fakat, İslâmın zayıf olduğu, yalanlarla, iftirâlarla, müslümanlık yok edilmeye çalışıldığı bu zamanda, Ehl-i sünnet îtikatını yaymaya çalışmak, katkat daha çok sevaptır. Resûlullah, Eshâb-ı kirâmına karşı buyurdu ki, (Siz öyle bir zamanda geldiniz ki, Allahü teâlânın emirlerinden ve yasaklarından onda dokuzuna uyup, onda birine uymazsanız, helâk olursunuz. Azâb görürsünüz! Sizden sonra, öyle bir zaman gelecek ki, o zaman, emirlerin ve yasakların yalnız onda birine uyan kurtulacaktır). [(Mişkât-ül-mesâbih) C. 1- 179. sırada ve Tirmizî,Kitap-ül-fiten 79. sırada mevcuttur.] Bu hadis-i şerifte bildirilen zaman, işte bu zamandır. Kâfirlerle cihâd etmek, müslümanlara saldıranları tanımak, onları sevmemek lâzımdır. [Güç kullanarak yapılan cihâdı hükûmet yapar. Devletin ordusu yapar. Müslümanların böyle cihâdı yapması, asker olarak, hükûmetin verdiği vazîfeyi yapmakla olur. Cihâd-ı kavlînin cihâd-ı katlîden, yâni söz ve yazı ile olan cihâdın, kuvvet kullanarak yapılan cihâddan daha faydalı olduğu, altmışbeşinci mektûbda da yazılıdır. ] Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını, sözlerini yaymak için, kerâmet sahibi olmak, âlim olmak şart değildir. Her müslümanın bunu yapmak için uğraşması lâzımdır. Fırsatı kaçırmamalıdır. Kıyâmette her müslümana, bunu soracaklar, islâma niçin hizmet etmedin diyeceklerdir. İlmihâl kitaplarını yaymak için uğraşmıyanlara, din bilgilerini yayan kurumlara, kimselere yardım etmiyenlere, çok azâb yapılacaktır. Özr, behâne, kabûl edilmiyecektir. Peygamberler, insanların en üstünleri, en kıymetlileri iken, hiç rahat oturmadı. Allahü teâlânın dînini, Se'âdet-i Ebediyye yolunu yaymak için, gece gündüz uğraştılar. Mucize istiyenlere de, (Mucizeyi Allahü teâlâ yaratır. Benim vazîfem, Allahü teâlânın dînini bildirmektir) buyururlardı. Bu yolda çalışırlarken, Allahü teâlâ da, bunlara yardım eder, mucize yaratırdı. Bizim de, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını, sözlerini yaymamız ve kâfirlerin, düşmanların, müslümanlara iftirâ ve eziyyet edenlerin, kötü, alçak, yalancı olduklarını, gençlere, dostlara bildirmemiz lâzımdır. [Bunları bildirmek, gîbet olmaz. Emr-i mâruf olur. ] Bu yolda malı ile, kuvveti ile, mesleği ile çalışmıyanlar, azâbdan kurtulamıyacaklardır. Bu yolda çalışırken, sıkıntı, işkence çekmeyi büyük saadet, büyük kazanç bilmelidir. Peygamberler, Allahü teâlânın emirlerini bildirirken, câhillerin, soysuzların hücûmlarına uğrardı. Çok sıkıntı çekerlerdi. O büyüklerin en üstünü, seçilmişi, Allahü teâlânın sevgilisi olan Muhammed aleyhisselâm, (Benim çektiğim eziyyet gibi, hiçbir Peygamber eziyyet görmedi) buyurdu. (Mektûbât)dan tercüme tamam oldu. [Her müslümanın, Ehl-i sünnet îtikatını öğrenmesi ve sözü geçenlere öğretmesi lâzımdır. Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerini bildiren kitapları ve gazeteleri bulup, almalı, bunları, gençlere tanıdıklara göndermeli. Okumaları için çalışmalıdır. İslâm düşmanlarının iç yüzlerini açıklıyan kitapları da yaymalıdır]. Yer yüzünde bulunan bütün müslümanlara doğru yolu gösteren ve Muhammed aleyhisselâmın dînini, değişmeden, bozulmadan öğrenmemize rehber olan Ehl-i sünnet âlimleri, dört mezhebin ictihâd derecesine yükselmiş olan âlimleridir. Bunların en büyükleri, dört büyük zat olup, birincileri, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe Nu'mân bin Sâbittir. İslâm âlimlerinin en büyüklerindendir. Ehl-i sünnetin reîsidir. Hâl tercümesi (Se'âdet-i Ebediyye) ve (Fâideli Bilgiler) kitaplarında uzun yazılıdır. Hicretin seksen [80] senesinde Kûfede tevellüd, 150 [m. 767] senesinde Bağdâdda şehit edildi. İkincisi, İmâm-ı Mâlik bin Enes, çok büyük âlimdir. Hicretin doksan [90] senesinde Medînede tevellüd, 179 [m. 795] de orada vefât ettiği, seksendokuz sene yaşadığı İbni Âbidînde yazılıdır. Dedesi, Mâlik bin Ebî Âmirdir. Üçüncüsü, İmâm-ı Muhammed bin İdrîs Şâfi'î olup, islâm âlimlerinin gözbebeğidir. Yüzelli [150] senesinde, Filistinde, Gazzede tevellüd, ikiyüzdört 204 [m. 820] de Mısrda vefât etti. Dördüncüsü, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel olup, yüzaltmışdört [164] senesinde Bağdâdda tevellüd, 241 [m. 855] de orada vefât etti. İslâm binâsının temel direğidir. Bugün, bu dört imamdan birine uymıyan bir kimse, büyük tehlikededir. Doğru yoldan sapmıştır. Bunlardan başka Ehl-i sünnet âlimleri çok vardı. Onların da doğru mezhepleri vardı. Fakat, zamanla, mezhepleri unutuldu. Kitaplara geçirilemedi. Meselâ (Fukaha-i seb'a) denilen, Medînedeki yedi büyük âlim ve Ömer bin Abdülazîz, Süfyân bin Uyeyne, İshak bin Râheveyh, Dâvüd-i Tâî, Âmir bin Şerâhil-i Şa'bî, Leys bin Sa'd, A'meş, Muhammed bin Cerîr Taberî, Süfyân-ı Sevrî ve Abdürrahmân Evzâî bunlardandır. [Süfyân bin Uyeyne, 198 [m. 813] de Mekkede vefât etti. Süfyân-ı Sevrî, 161 [m. 778] de Basrada vefât etti. ] Eshâb-ı kirâmın hepsi, hak üzere, hidâyet yıldızları idi. Herhangi birisi, bütün dünyayı doğru yola getirmeye kâfî idi. Müctehid idiler. Hepsi kendi mezhebinde idi. Çoğunun mezhepleri birbirlerine benzerdi. Fakat, mezhepleri toplanmamış, kitaplara yazılmamış olduğundan, onlara uymamız mümkün değildir. Dört imamın mezheplerini, yâni inanılacak ve yapılacak şeylerde bildirdiklerini, kendileri ve talebeleri topladı, açıkladı. Kitaplara yazıldı. Bugün, her müslümanın, adı geçen dört imamdan birinin mezhebinde bulunması, bu mezhebe göre yaşaması ve ibâdet etmesi lâzımdır. [Bu dört mezhepten birine uymak istemiyen kimse, (Ehl-i sünnet) değildir. Başlangıç kısmında ikinci sayfaya bakınız!] Bu dört imamın talebelerinden ikisi, îman bilgilerini yaymakta çok yükseldi. Böylece, îtikatta, îmanda mezhep iki oldu. Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere uygun doğru îman, yalnız bu ikisinin bildirdiği îmandır. Fırka-i nâciyye olan Ehl-i sünnetin îman bilgilerini yer yüzüne yayan, bu ikisidir. Birisi Ebül-Hasen Eş'arî olup, hicretin [266] senesinde Basrada tevellüd, üçyüzotuz [m. 941] da Bağdâdda vefât etti. İkincisi, Ebû Mensûr-i Mâtürîdî olup, 333 [m. 944] senesinde Semerkandda vefât etti. Her müslümanın îtikatta, bu iki büyük imamdan birine uyması lâzımdır. Evliyânın tarîkleri haktır. İslâmiyetten kıl kadar ayrılıkları yoktur. [Dîni, dünya kazançlarına vesîle eden, mal, mevkı' elde etmek için velî, mürşid ve din adamı olarak ortaya çıkan yalancılar, sapıklar her asırda vardı. Bugün de, her meslekte, her sanatta ve her vazîfede kötü kimseler de bulunmaktadır. Kazançlarını, zevklerini başkalarının zararlarında arıyanları görerek, bunların karışmış oldukları vazîfelilerin ve mesleklerin hepsini lekelemek, haksızlık ve câhillik olur. Bozgunculara yardım etmek olur. Bunun için, sapık din adamlarını, câhil ve sahte tarîkatçıları görerek, islâm âlimlerine, tasavvuf ehline ve hizmetleri tarihte şerefli sayfalar doldurmuş olan büyük zâtlara dil uzatmamalıdır. Onlara dil uzatanların haksız olduklarını anlamalıdır. ] Evliyânın, kerâmetleri vardır. Hepsi haktır, doğrudur. İmâm-ı Yâfi'î buyurdu ki, (Gavs-üs-sekaleyn mevlânâ Abdülkâdir-i Geylânînin kerâmetleri, ağızdan ağıza o kadar yayılmıştır ki, şüphe etmek, inanmamak olamaz. Çünkü heryerde yayılmak, yâni [Tevâtür], senet yerine geçmektedir). [Abdüllah Yâfi'î, 768 [m. 1367] de Mekkede vefât etti. Abdülkâdir Geylânî, 561 [m. 1161] de Bağdâdda vefât etti.] Namaz kılan bir kimsenin, küfür olan bir şeyi, açık olarak ve zarûretsiz söyleyerek veya kullanarak, kâfir olduğu anlaşılmadıkça, başkalarına uyarak, buna kâfir demek câiz olmaz. Kâfir olarak öldüğü bilinmedikçe lânet edilmez. Kâfire dahî lânet etmek câiz değildir. Bunun için, Yezîde lânet etmemek daha iyidir. 5 - Îman edilmesi lâzım olan altı şeyden beşincisi (Âhiret gününe inanmaktır). Bu zamanın başlangıcı, insanın öldüğü gündür. Kıyâmetin sonuna kadardır. Son gün denilmesi, arkasından gece gelmediği veya dünyadan sonra geldiği içindir. Hadis-i şerifte bildirilen bu gün, bildiğimiz gece gündüz demek değildir. Bir vakit, bir zaman demektir. Kıyâmetin ne zaman kopacağı bildirilmedi, zamanını kimse anlıyamadı. Fakat, Peygamberimiz, birçok alâmetlerini ve başlangıçlarını haber verdi:Hz. Mehdî gelecek, Îsâ aleyhisselâm gökten Şâma inecek, Deccâl çıkacak. Ye'cüc me'cüc denilen kimseler heryeri karıştıracak. Güneş batıdan doğacak. Büyük zelzeleler olacak. Din bilgileri unutulacak. Fısk, kötülük çoğalacak. Dinsiz, ahlâksız, nâmussuz kimseler Emîr olacak, Allahü teâlânın emirleri yaptırılmıyacak. Haramlar her yerde işlenecek, Yemenden bir ateş çıkacak. Gökler ve dağlar parçalanacak. Güneş ve Ay kararacak. Denizler birbirine karışacak ve kaynayıp kuruyacaktır. Günah işleri yapan müslümanlara (Fâsık) denir. Fâsıklara ve bütün kâfirlere kabirde azâb vardır. Bunlara elbette inanmak lâzımdır. Mevtâ kabre konunca, bilinmiyen bir hayat ile dirilecek, rahat veya azâb görecektir. Münker ve Nekir adındaki iki meleğin, bilinmiyen korkunç insan şeklinde mezara gelip suâl soracaklarını hadis-i şerifler açıkça bildirmektedir. Kabir suâli, bazı âlimlere göre, bazı akâidden olacak, bazılarına göre ise, bütün akâidden olacaktır. [Bunun için, çocuklarımıza (Rabbin kim?Dînin hangi dindir?Kimin ümmetindensin?Kitabın nedir?Kıblen neresidir?Îtikatta ve amelde mezhebin nedir?)suâllerinin cevaplarını öğretmeliyiz! Ehl-i sünnet olmıyanın doğru cevap veremiyceği (Tezkire-i Kurtubî)de yazılıdır. ] [Tezkirenin müellifi Muhammed Kurtubî mâlikî, 671 [m. 1272] de vefât etti. ] Güzel cevap verenlerin kabri genişliyecek, buraya Cennetten bir pencere açılacaktır. Sabah ve akşam, Cennetteki yerlerini görüp, melekler tarafından iyilikler yapılacak, müjdeler verilecektir. İyi cevap veremezse, demir tokmaklarla öyle vurulacak ki, bağırmasını, insandan ve cinden başka her mahlûk işitecektir. Kabir o kadar daralır ki, kemiklerini birbirine geçirecek gibi sıkar. Cehennemden bir pencere açılır. Sabah ve akşam Cehennemdeki yerini görüp, mezarda, mahşere kadar, acı azâblar çeker. Öldükten sonra, yine dirilmeye inanmak lâzımdır. Kemikler, etler çürüyüp toprak ve gaz olduktan sonra, hepsi yine bir araya gelecek, ruhlar bedenlerine girip, herkes mezardan kalkacaktır. Bunun için, bu zamana, (Kıyâmet günü) denir. [Bitkiler havadan karbon dioksid gazını ve topraktan su ile tuzları, yâni toprak maddelerini alıp, bunları birleştiriyorlar. Böylece, organik cismleri ve azamızın yapı taşlarını meydana getiriyorlar. Senelerle uzun süren bir kimyâ reaksiyonunun, (katalizör) kullanarak, sâniyeden az bir zamanda hemen oluverdiği, bugün bilinmektedir. İşte bunun gibi, Allahü teâlâ, mezarda, su, karbon dioksid ve toprak maddelerini birleştirerek organik maddeleri ve canlı uzvları bir anda yaratacaktır. Böyle dirileceğimizi, Muhbir-i sâdık haber veriyor. Fen ilimleri de, bunun dünyada zaten yapılmakta olduğunu gösteriyor]. Bütün canlılar, (Mahşer) yerinde toplanacak. Her insanın amel defterleri uçarak sahibine gelecektir. Bunları, yerleri, gökleri, zerreleri, yıldızları yaratan, sonsuz kudret sahibi olan Allahü teâlâ yapacaktır. Bunların olacağını, Allahü teâlânın Resûlü haber vermiştir. Onun söyledikleri elbette doğrudur. Elbette hepsi olacaktır. Sâlihlerin, iyilerin defteri sağ tarafından, fâsıkların, kötülerin arka veya sol tarafından verilecektir. İyi ve kötü, büyük ve küçük, gizli ve meydanda yapılmış olan her şey defterde yazılı bulunacaktır. (Kiramen kâtibîn) meleklerinin bilmediği işler bile, azanın haber vermesi ile veya Allahü teâlânın bildirmesi ile ortaya çıkarılacak, herşeyden suâl ve hesap olunacaktır. Mahşerde, Allahü teâlânın dilediği her gizli şey meydana çıkacaktır. Meleklere, yerlerde, göklerde neler yaptınız? Peygamberlere, Allahü teâlânın hükmlerini Onun kullarına nasıl bildirdiniz?Herkese de, Peygamberlere nasıl uydunuz, sizlere bildirilen vazîfeleri nasıl yaptınız?Birbiriniz arasında bulunan hakları nasıl gözettiniz diye sorulacaktır. Mahşerde, îmanı olup, ameli ve ahlâkı güzel olanlara mükâfât ve ihsânlar olacak, kötü huylu, bozuk amelli olanlara ağır cezâlar verilecektir. Allahü teâlâ, dilediği müminlerin büyük ve küçük bütün günahlarını, fadlı ile, ihsânı ile affedecektir. Şirkten, küfürden başka, her günahı, dilerse affedecek, dilerse, adaleti ile küçük günahlar için de azâb edecektir. Müşrik ve kâfir olarak öleni hiç affetmiyeceğini bildirmektedir. Kitaplı ve Kitapsız kâfirler, yâni Muhammed aleyhisselâmın, bütün insanlara Peygamber olduğuna inanmıyan, Onun bildirdiği ahkâmdan, yâni emir ve yasaklardan birisini bile beğenmiyenler, bu hâlde ölürlerse, elbette Cehenneme sokulacak, sonsuz azâb çekeceklerdir. Kıyâmet günü, amelleri, işleri ölçmek için, bilmediğimiz bir (Mîzân), bir ölçü âleti, bir terâzî vardır. Yer ve gök bir gözüne sığar. Sevap gözü, parlak olup, Arşın sağında Cennet tarafındadır. Günah tarafı, karanlık olup, Arşın solunda, Cehennem tarafındadır. Dünyada yapılan işler, sözler, düşünceler, bakışlar, orada şekil alarak, iyilikler parlak, kötülükler karanlık ve iğrenç görünüp, bu terâzîde tartılacaktır. Bu terâzî, dünya terâzîlerine benzemez. Ağır tarafı yukarı kalkar. Hafîf tarafı aşağı iner, denildi. Âlimlerin bir kısmına göre, çeşidli terâzîler olacaktır. Birçoğu da, terâzîlerin kaç dâne ve nasıl oldukları dinde açık bildirilmedi. Bunları düşünmemelidir, dedi. (Sırât köprüsü) vardır. Sırât köprüsü, Allahü teâlânın emri ile, Cehennemin üstünde kurulacaktır. Herkese, bu köprüden geçmesi emrolunacaktır. O gün, bütün Peygamberler (yâ Rabbî! Selâmet ver!) diye yalvaracaklardır. Cennetlik olanlar, köprüden kolayca geçerek, Cennete gideceklerdir. Bunlardan bazısı şimşek gibi, bazısı rüzgâr gibi, bazısı koşan at gibi geçecektir. Sırât köprüsü kıldan ince, kılıncdan keskindir. Dünyada islâmiyete uymak da, böyledir. İslâmiyete tâm uymaya uğraşmak, Sırât köprüsünden geçmek gibidir. Burada, nefis ile mücâdele güçlüğüne katlananlar, orada Sırâtı kolay ve rahat geçecektir. İslâmiyete uymıyan, nefslerine düşkün olanlar,Sırâtı güç geçecektir. Bunun içindir ki, Allahü teâlâ, islâmiyetin gösterdiği doğru yola (Sırât-ı müstakîm) adını verdi. Bu ism benzerliği de, islâmiyet yolunda bulunmanın, Sırât köprüsünü geçmek gibi olduğunu göstermektedir. Cehennemlik olanlar,Sırâttan geçemeyip, Cehenneme düşeceklerdir. Peygamberimiz Muhammed Mustafâya mahsûs olan (Kevser havuzu) vardır. Büyüklüğü, bir aylık yol gibidir. Suyu sütten daha beyaz, kokusu miskten daha güzeldir. Etrâfındaki kadehler, yıldızlardan daha çoktur. Bir içen, Cehennemde olsa bile, bir daha susamaz. (Şefaat) haktır. Tevbesiz ölen müminlerin küçük ve büyük günahlarının affedilmesi için, Peygamberler, Velîler, Sâlihler ve Melekler ve Allahü teâlânın izin verdiği kimseler, şefaat edecek ve kabûl edilecektir. [Peygamberimiz, (Ümmetimden büyük günah işleyenlere şefaat edeceğim) buyurmuştur. ] Mahşerde, şefaat beş türlüdür: Birincisi, kıyâmet günü, mahşer yerinde kalabalıktan, çok uzun beklemekten usanan günahkârlar, feryâd ederek, hesabın bir ân önce yapılmasını isteyeceklerdir. Bunun için şefaat olunacaktır. İkincisi, suâlin ve hesabın kolay ve çabuk olması için, şefaat edilecektir. Üçüncüsü, günahı olan müminlerin, Sırâttan Cehenneme düşmemeleri, Cehennem azâbından korunmaları için şefaat olunacaktır. Dördüncüsü, günahı çok olan müminleri Cehennemden çıkarmak için şefaat olunacaktır. Beşincisi, Cennette sayısız nîmetler olacak ve sonsuz kalınacak ise de, sekiz derecesi vardır. Herkesin derecesi, makamı, îmanının ve amellerinin miktârınca olacaktır. Cennettekilerin derecelerinin yükselmeleri için de şefaat olunacaktır. Cennet ve Cehennem şimdi vardır. Cennet, yedi kat göklerin üstündedir. Cehennem, herşeyin altındadır. Sekiz Cennet, yedi Cehennem vardır. Cennet, yer küresinden ve güneşten ve göklerden daha büyüktür. Cehennem de güneşten büyüktür. 6 - İnanılması lâzım olan altı şeyden altıncısı; (kadere, hayr ve şerlerin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır). İnsanlara gelen hayr ve şer, fayda ve zarar, kazanç ve ziyânların hepsi, Allahü teâlânın takdîr etmesi iledir. (Kader), lügatte, bir çokluğu ölçmek, hükm ve emir demektir. Çokluk ve büyüklük mânasına da gelir. Allahü teâlânın, birşeyin varlığını ezelde dilemesine kader denilmiştir. Kaderin, yâni varlığı dilenilen şeyin var olmasına (Kaza) denir. Kaza ve kader kelimeleri, birbirinin yerine de kullanılır. Buna göre kaza demek, ezelden ebede kadar yaratılacak şeyleri, Allahü teâlânın ezelde dilemesidir. Bütün bu eşyanın, kazaya uygun olarak, daha az ve daha çok olmıyarak yaratılmasına kader denir. Allahü teâlâ, olacak herşeyi ezelde, sonsuz öncelerde, biliyordu. İşte bu bilgisine (Kaza ve kader) denir. Eski yunan felsefecileri buna (inayet-i ezeliyye) dedi. Bütün varlıklar, o kazadan meydana gelmiştir. Ezeldeki ilmine uygun olarak, eşyanın var olmasına da (Kaza ve kader) denir. Kadere îman etmek için iyi bilmeli ve inanmalıdır ki, Allahü teâlâ, birşeyi yaratacağını ezelde irâde etti, diledi ise, az veya daha çok olmaksızın, dilediği gibi var olması lâzımdır. Olmasını dilediği şeylerin var olmaması ve yokluğunu dilediği eşyanın var olması imkânsızdır. Bütün hayvanların, nebâtların, cansız varlıkların [katıların, sıvıların, gazların, yıldızların, moleküllerin, atomların, elektronların, elektro-magnetik dalgaların, kısaca her varlığın hareketi, fizik olayları, kimyâ tepkimeleri, çekirdek reaksiyonları, enerji alışverişleri, canlılardaki fizyolojik faaliyetler], herşeyin olup olmaması, kulların iyi ve kötü işleri, dünyada ve âhirette, bunların cezâsını görmeleri ve herşey, ezelde, Allahü teâlânın ilminde var idi. Bunların hepsini ezelde biliyordu. Ezelden ebede kadar olacak, eşyayı, özellikleri, hareketleri, olayları, ezelde bildiğine uygun olarak yaratmaktadır. İnsanların iyi ve kötü bütün işlerini, müslüman olmalarını, küfürlerini, istekli ve isteksiz bütün işlerini, Allahü teâlâ yaratmaktadır. Yaratan, yapan yalnız Odur. Sebeplerin meydana getirdiği herşeyi yaratan Odur. Herşeyi bir sebep ile yaratmaktadır. Meselâ, ateş yakıcıdır. Hâlbuki, yakan Allahü teâlâdır. Ateşin, yakmakta hiçbir ilgisi yoktur. Fakat, âdeti şöyledir ki, birşeye ateş dokunmadıkça, yakmağı yaratmaz. [Ateş, tutuşma sıcaklığına kadar ısıtmaktan başka birşey yapmaz. Organik cismlerin yapısında bulunan karbona, hidrojene, oksijenle birleşmek ilgisi veren, elektron alış-verişlerini sağlıyan, ateş değildir. Doğruyu göremiyenler, bunları ateş yapıyor sanır. Yakan, yanma tepkisini yapan, ateş değildir. Oksijen de değildir. Isı da değildir. Elektron alış-verişi de değildir. Yakan, yalnız Allahü teâlâdır. Bunların hepsini, yanmak için sebep olarak yaratmıştır. Bilgisi olmıyan kimse, ateş yakıyor sanır. İlk okulu bitiren bir kimse, (ateş yakıyor) sözünü beğenmez. Hava yakıyor der. Orta okulu bitiren de, bunu kabûl etmez. Havadaki oksijen yakıyor der. Liseyi bitiren, yakıcılık oksijene mahsûs değildir. Her elektron çeken element yakıcıdır der. Üniversiteli ise, madde ile birlikte enerjiyi de hesaba katar. Görülüyor ki, ilim ilerledikçe, işin içyüzüne yaklaşılmakta, sebep sanılan şeylerin arkasında, daha nice sebeplerin bulunduğu anlaşılmaktadır. İlmin, fennin en yüksek derecesinde bulunan, hakîkatleri tâm gören Peygamberler ve O büyüklerin izinde giderek, ilim deryalarından damlalara kavuşan islâm âlimleri, bugün yakıcı, yapıcı sanılan şeylerin, âciz, zevallı birer vâsıta ve mahlûk olduklarını, hakîkî yapıcının, yaratıcının sebepler değil, Allahü teâlâ olduğunu bildiriyor. ] Yakıcı, Allahü teâlâdır. Ateşsiz de yakar. Fakat, ateş ile yakmak âdetidir. Yakmak istemezse, ateş içinde yakmaz. İbrâhîm aleyhisselâmı ateşte yakmadı. Onu çok sevdiği için, âdetini bozdu. [Nitekim ateşin yakmasını önliyen maddeler de yaratmıştır. Bu maddeleri, kimyâgerler bulmaktadır. ] Allahü teâlâ dileseydi, herşeyi sebepsiz yaratırdı. Ateşsiz yakardı. Yimeden doyururdu. Tayyâresiz uçururdu. Radyosuz, uzaktan duyururdu. Fakat lutf ederek, kullarına iyilik ederek, herşeyi yaratmasını bir sebebe bağladı. Belirli şeyleri, belli sebeplerle yaratmağı diledi. İşlerini, sebeplerin altına gizledi. Kudretini sebepler altında sakladı. Onun birşeyi yaratmasını istiyen, o şeyin sebebine yapışır, o şeye kavuşur. [Lâmbayı yakmak istiyen, kibrit kullanır. Zeytinyağı çıkarmak istiyen, baskı âleti kullanır. Başı ağrıyan, aspirin kullanır. Cennete gidip, sonsuz nîmetlere kavuşmak istiyen, islâmiyete uyar. Kendini tabanca ile vuran ölür. Zehir içen ölür. Terli iken su içen, hasta olur. Günah işliyen, îmanını gideren de, Cehenneme gider. Herkes, hangi sebebe başvurursa, o sebebin vâsıta kılındığı şeye kavuşur. Müslüman kitaplarını okuyan, müslümanlığı öğrenir, sever, müslüman olur. Dinsizlerin arasında yaşıyan, onların sözlerini dinliyen, din câhili olur. Din câhillerinin çoğu kâfir olur. İnsan hangi yerin vâsıtasına binerse, oraya gider. ] Allahü teâlâ, işlerini sebeplerle yaratmamış olsaydı, kimse kimseye muhtaç olmazdı. Herkes, herşeyi Allahü teâlâdan ister, hiçbir şeye başvurmazdı. Böyle olunca, insanlar arasında, âmir, memur, işçi, sanatkâr, talebe, hoca ve nice insanlık bağları kalmaz, dünya ve âhiretin nizâmı bozulurdu. Güzel ile çirkin, iyi ile fena ve mutî' ile âsî arasında fark kalmazdı. Allahü teâlâ dileseydi, âdetini başka türlü yapardı. Herşeyi, o âdetine göre yaratırdı. Meselâ dileseydi, kâfirleri, dünyada zevk ve safâsına düşkün olanları, can yakanları, insanları aldatanları Cennete sokardı. Îmanı olanları, ibâdet edenleri, iyilik yapanları Cehenneme sokardı. Fakat, âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler, böyle dilemediğini göstermektedir. İnsanların her işini, istekli ve isteksiz, bütün hareketlerini yaratan Odur. Kulların, ihtiyârî, yâni istekli hareketlerini, işlerini yaratması için, kullarında (İhtiyâr) ve (İrâde) yaratmış, bu seçme ve dilemelerini, işleri yaratmasına sebep kılmıştır. Bir kul, birşey yapmağı ihtiyâr edince, isteyince, Allahü teâlâ da dilerse, o işi, yaratır. Kul istemez ve dilemez, Allahü teâlâ da dilemezse, o şeyi yaratmaz. O şey, yalnız kulun dilemesi ile de yaratılmaz. O da dilerse yaratır. Kullarının istekli işlerini yaratması, birşeye ateş değerse, o şeyde yakmağı yaratması, ateş değmezse, yakmağı yaratmaması gibidir. Bıçak değince, kesmeyi yaratmaktadır. Kesen, bıçak değildir, Odur. Bıçağı, kesmek için sebep kılmıştır. Demek ki, kulların istekli hareketlerini, onların ihtiyâr etmeleri, hareketi tercîh etmeleri ve dilemeleri sebebi ile yaratmaktadır. Fakat tabî'atteki hareketler, kulların ihtiyâr etmelerine bağlı değildir. Bunlar, yalnız Allahü teâlâ dileyince, başka sebeplerle yaratılmaktadır. Herşeyin, güneşlerin, zerrelerin, damlaların, hücrelerin, mikropların, atomların maddelerini, özelliklerini, hareketlerini yaratan yalnız Odur. Ondan başka yaratıcı yoktur. Ancak, cansız maddelerin hareketleri ile, insan ve hayvanların ihtiyârî, istekli hareketleri arasında şu ayrılık vardır ki, kullar bir şeyi yapmağı ihtiyâr, tercîh edince ve dileyince, O da dilerse, kulu harekete geçiriyor ve yaratıyor. Kulun hareket etmesi kulun elinde değildir. Hattâ nasıl hareket ettiğinden haberi bile yoktur. [İnsanın her hareketi, nice fizik ve kimyâ olayları ile hâsıl olmaktadır. ] Cansızların hareketlerinde (İhtiyâr etmek) yoktur. Ateş değdiği zaman, yakmak yaratılması, ateşin yakmağı tercîh etmesi ve dilemesi ile değildir. [Sevdiği, acıdığı kullarının, iyi, faydalı isteklerini, O da ister ve yaratır. Bunların kötü ve zararlı isteklerini, O istemez ve yaratmaz. Bu kullarından hep iyi, faydalı işler hâsıl olur. Bunlar, birçok işlerinin hâsıl olmadığı için üzülürler. Bu işlerin zararlı oldukları için yaratılmadığını düşünmüş, anlamış olsalardı, hiç üzülmezlerdi. Bunun için sevinirler, Allahü teâlâya Şükrederlerdi. Allahü teâlâ, insanların ihtiyârî, istekli işlerini, onların kalblerinin ihtiyâr ve irâde etmelerinden sonra yaratmağı, ezelde irâde etmiş, böyle olmasını dilemiştir. Ezelde böyle dilemeseydi, istekli hareketlerimizi de, biz istemeden, hep O zorla yaratırdı. İstekli işlerimizi biz istedikten sonra yaratması, ezelde, böyle istemiş olduğu içindir. Demek ki, Onun irâdesi hâkim olmaktadır]. Kulların istekli hareketleri, iki şeyden meydana gelmektedir:Birincisi, kulun kalbinin ihtiyâr ve irâdesi ve kudreti iledir. Bunun için, kulun hareketlerine (Kesb etmek) denir. Kesb, insanın sıfatıdır. İkincisi, Allahü teâlânın yaratması, var etmesi iledir. Allahü teâlânın emirler, yasaklar, sevaplar ve azâblar yapması, insanda kesb bulunduğu içindir. (Saffât) sûresinin doksanaltıncı âyet-i kerimesinde meâlen, (Allahü teâlâ, sizi yarattı ve işlerinizi yarattı) buyuruldu. Bu âyet-i kerime, hem insanlarda kesb, yâni hareketlerinde kalbinin ihtiyârı ve (İrâde-i cüz'iyye)si bulunduğunu göstermektedir. Cebr olmadığını açıkça isbât etmektedir. Bunun için (İnsanın işi) denilmektedir. Meselâ, Ali vurdu, kırdı denir. Hem de, herşeyin kaza ve kaderle yaratıldığını belli etmektedir. Kulun işinin yapılmasında, yaratılmasında, önce bu işi kulun kalbinin ihtiyâr ve irâde etmesi lâzımdır. Kul, kudreti dahilinde olan şeyi irâde eder. Bu isteğe ve dilemeye (Kesb) denir. Âmidî merhûm, bu kesbin, işlerin yaratılmasında sebep olduğunu, te'sîr ettiğini bildiriyor. Bu kesbin ihtiyârî olan işin yaratılmasına te'sîri olmaz demek de zarar vermez. Çünkü, yaratılan iş ile kulun istediği iş, başka değildir. Demek ki, kul her istediğini yapamaz. İstemedikleri de var olabilir. Kulun, her istediğini yapması, her istemediğinin olmaması, kulluk değildir. Ulûhiyyete kalkışmaktır. Allahü teâlâ, lutf ederek, ihsân ederek, acıyarak, kullarına muhtaç oldukları kadar ve emirlere, yasaklara uyabilecek kadar kuvvet ve kudret, yâni enerji vermiştir. Meselâ, sıhhati ve parası olan kimse, ömründe bir kere hacca gidebilir. Gökte Ramazan hilâlini [ayı] görünce, her sene bir ay oruç tutabilir. Yirmidört saatte, beş vakit farz olan namazı kılabilir. Nisap miktârı malı, parası olan, bir hicrî sene sonra, bunun kırkta bir miktârı altın ve gümüşü ayırıp müslümanlara zekât verebilir. Görülüyor ki, insan kendi istekli işlerini, isterse yapar, istemezse, yapmaz. Allahü teâlânın büyüklüğü, buradan da anlaşılmaktadır. Câhil ve ahmak olanlar, kaza, kader bilgilerini anlıyamadıkları için, Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerine inanmaz. Kulların kudret ve ihtiyârlarında şüphe ederler. İnsanı, istekli işlerinde âciz ve mecbûr sanırlar. Bazı işlerde kulların ihtiyârı olmadığını görerek, Ehl-i sünnete dil uzatırlar. Bu bozuk sözleri, kendilerinde irâde ve ihtiyâr bulunduğunu göstermektedir. Bir işi yapıp yapmamaya gücü yetmeye (Kudret) denir. Yapmağı veya yapmamağı tercîh etmeye, seçmeye (İhtiyâr), istemek denir. İhtiyâr olunanı yapmağı dilemeye (İrâde), dilemek denir. Bir işi kabûl etmeye, karşı gelmemeye (Rıza), beğenmek denir. İşin yapılmasına te'sîr etmek şartı ile, irâde ile kudretin bir araya gelmesine (Halk), yaratmak denir. Te'sîrli olmıyarak bir araya gelmelerine (Kesb) denir. Her ihtiyâr edenin, hâlık olması lâzım gelmez. Bunun gibi, her irâde edilen şeyden, râzı olmak lâzım gelmez. Allahü teâlâya hâlık ve muhtâr denir. Kula, kâsib ve muhtâr denir. Allahü teâlâ, kullarının tâatlarını, günahlarını irâde eder ve yaratır. Fakat, tâatten râzıdır. Günahtan râzı değildir, beğenmez. Herşey, Onun irâde ve halk etmesi ile var olmaktadır. En'âm sûresinin yüzikinci âyet-i kerimesinde meâlen, (Ondan başka ilah yoktur. Herşeyin hâlıkı, ancak Odur) buyurulmuştur. (Mu'tezile) fırkasında olanlar, irâde ile rıza arasındaki ayrılığı göremediklerinden, şaşkına döndü. İnsan dilediği işi, kendi yaratır dediler. Kaza ve kaderi inkâr ettiler. (Cebriyye) fırkası da, büsbütün şaşırdı. Halk etmeksizin ihtiyâr bulunacağını anlamadılar. İnsanda ihtiyâr yok sanarak, insanı, taşa, oduna benzettiler. İnsanlar, hâşâ, günah sahibi değildir. Bütün kötülükleri yaptıran Allahü teâlâdır, dediler. Cebriyye mensûblarının dediği gibi, insanda irâde ve ihtiyâr olmasaydı, kötülükleri, günahları, Allahü teâlâ zor ile yaptırsaydı, eli-ayağı bağlanıp dağdan aşağı yuvarlanan kimse ile, yürüyerek, etrâfını seyr ederek inen kimsenin hareketlerinin birbirlerinden farklı olmaması lâzım olurdu. Hâlbuki, birincinin yuvarlanması cebr ile, ikincinin inmesi, irâde ve ihtiyâr ile olmaktadır. Aralarındaki ayrılığı göremiyenlerin görüşleri kısadır. Hem de, âyet-i kerimelere inanmamış oluyorlar. Allahü teâlânın emirlerini, yasaklarını, lüzûmsuz, yersiz görmüş oluyorlar. Mu'tezile veya kaderiyye adındaki fırkanın dediği gibi, insan dilediğini kendi yaratıyor zannetmek de, (Herşeyi yaratan Allahü teâlâdır) âyet-i kerimesine inanmamak olduğu gibi, yaratmakta, insanlar, Allahü teâlâya şerîk, ortak edilmiş olur. Şî'îler de, Mu'tezile gibi, insan dilediğini yaratır diyor. Eşeğin sopa yidiği hâlde sudan geçmediğini buna senet gösteriyorlar. Bunlar düşünmiyor ki, insan bir iş yapmak isterse, Allahü teâlâ da, o işin yapılmasını istemese, Allahü teâlânın dilediği olur. Mu'tezilenin sözünün yanlış olduğu anlaşılır. Yâni insan, her dilediğini yapamaz, yaratamaz. Onların dediği gibi, insanın her istediği olursa, Allahü teâlânın, âciz olması Îcap eder. Allahü teâlâ, aczden münezzehdir, uzaktır. Ancak, Onun irâde ettiği olur. Herşeyi yaratan, var eden, yalnız Odur. Allahlık böyle olur. İnsanlar için, (şunu yarattı, şunu yarattık, bunu yarattılar) gibi söylemek, yazmak çok çirkindir. Allahü teâlâya karşı edebsizlik olur. Küfre sebep olur. [Kulların ihtiyârî hareketleri, kendi irâdeleri ile olmıyan, hattâ haberleri bile olmadan, nice fiziksel, kimyâsal ve fizyolojik olaylarla meydana gelmektedir. Bu inceliği anlamış olan insâflı bir fen adamı, kendi ihtiyârî hareketlerine, (yarattım) demek şöyle dursun, (ben yaptım) demeye bile sıkılır. Allahü teâlâdan hayâ eder. Bilgisi, anlayışı ve edebi az olan ise, her yerde herşeyi söylemekten sıkılmaz. Allahü teâlâ, dünyada bütün insanlara acıyor. Muhtaç oldukları şeyleri yaratıp, herkese gönderiyor. Dünyada rahat ve huzur içinde yaşamaları ve âhirette sonsuz saadete kavuşmaları için, ne yapmaları lâzım olduğunu açıkça bildiriyor. Nefslerine, kötü arkadaşlara, zararlı kitaplara ve radyolara aldanarak, küfür ve dalâlet yoluna sapanlardan, dilediğini hidâyete kavuşturuyor. Bunları doğru yola çekiyor. Azgın, zâlim olanlara bu nîmetini ihsân etmiyor. Onları, beğendikleri, istedikleri, içine düştükleri inkâr bataklığında bırakıyor. ] (Îtikatnâme) kitabının tercümesi burada tamam oldu. Bu tercümeyi yapan hâcı Feyzullah efendi, Erzincanın Kemâh beldesindendir. Uzun seneler Sökede müderrislik yapmış, 1323 [m. 1905] de vefât etmiştir. Kitabın yazarı, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Osmanî, 1192 hicrî senesinde Bağdâdın kuzeyinde Şehrezûr şehrinde tevellüd, 1242 [m. 1826] de Şâmda vefât etti. Osman-ı Zinnûreyn soyundan olduğu için, Osmanî denir. Kardeşi Mevlânâ Mahmûd Sâhib hazretlerine imam-ı Nevevînin (Hadis-i erba'în) kitabındaki ikinci hadis olan ve (Hadis-i Cibrîl) adı ile meşhûr hadis-i şerifi okuturken, Mevlânâ Mahmûd-i Sâhib, bu hadis-i şerifi açıklıyarak yazmasını büyük kardeşinden dilemişti. Mevlânâ Hâlid, kardeşinin nûrlu kalbini hoş etmek için, bu dileği kabûl buyurmuş, bu hadis-i şerifi fârisî dil ile şerh etmiştir. |