iman_islamiyyet_birvahset_dini_degildir

1 İSLÂMİYYET BİR

HakikatKitabevi

Kitap-Download

1 İSLÂMİYYET BİR (VAHŞET) DÎNİ DEĞİLDİR

 

Viyanaya bakan Kahlenberg tepesine, yâni 1095 [m. 1683] Viyana kuşatmasında Osmanlı ordusunun karargâhının bulunduğu mahalle çıkarsanız, orada bir âbide [anıt] görürsünüz. Burada (Allah bizi vebâ ve Türk şerrinden korusun) ibâresi vardır ve bu ibârenin altında bulunan taşbasması bir resimde de, Türklerin hıristiyan kadın ve çocukları boğazladıklarını telkîn eden uydurma bir resim vardır. O tarihte Türkler, hıristiyanlarca, dünyanın en vahşî, en zâlim, en gaddar milleti olarak tanıtılıyordu. Bunun da islâmiyetten geldiğini zannediyorlardı. Eğer Türkler hıristiyan olsalardı, (vahşî) ve (gaddar) olmıyacaklardı, diyorlardı. İslâm dîninin bir vahşet dîni olduğunu ileri sürenler, o zamanın hâkimleri, zâlimleri, diktatörleri olan hıristiyan din adamları idi. Okullarda verilen din derslerinde bu husûs dâimâ öne sürülüyor, genç hıristiyan çocukları, islâm dînini bir vahşet dîni olarak tanıyorlardı. Bu korkunç iddiâ ve iftirâ, asırlarca devam ederek, günümüze kadar gelmiştir. Harputlu İshak efendi kitabında, bir papazın, 1860 senesinde islâmiyetin aleyhine neşrettiği bir risâlesinde şunları yazdığını nakletmektedir:

(Îsâ, kendi dînini dâimâ sevgi ile, güzellikle, insanlara merhamet ve onların derdlerine çâre bulmakla teblîg etmiştir. Onun içindir ki, daha nasrâniyyet dîni başlar başlamaz, birkaç sene içinde 500 kişi hıristiyan olmuştur. Hâlbuki, bir vahşet dîni olan müslümanlık, insanlara zorla, ölüm korkusu ile kabûl ettiriliyordu. Muhammed müslümanlığı zorla, korkutarak, tehdîd ederek, ancak cenk ile, cihâd ile yaymaya çalıştı. Bu sebep ile, Peygamber olduğunu iddiâ ettiği günün üzerinden 13 sene geçtiği hâlde, sâdece teblîg etmek sûreti ile, müslümanlığı kabûl edenlerin adedi ancak 180 kişi kadardı. Bu da, hakîkî ve insânî bir din olan hıristiyanlıkla, vahşet dîni olan müslümanlığın arasındaki farkı göstermeye kâfîdir. Hıristiyanlık, insanların kalbine giren, merhamet ve şefkat telkîn eden, hiçbir cebr ve zor kullanmayan mükemmel ve insânî bir dindir. Hıristiyanlığın tek ve hakîkî bir din olduğu şundan anlaşılır ki, hıristiyanlık zuhûr edince, ondan evvelki tek Allah dîni olan mûsevîliğin hükmü ortadan kalkmıştır. Allahü teâlâ, yeni bir Peygamber gönderince, ondan evvelki dinlerin hükmünün ortadan kalkması Îcap eder. Yahudiler, nasrâniyyeti kabûl etmedikleri için üzerlerine türlü türlü belâlar gelmiş, hakîr ve zelîl olmuşlardır. Çünkü, yeni Peygamber göndermek, ondan evvelki dinlerin bozulduğuna alâmettir. Hâlbuki, Muhammed geldikten sonra hıristiyanlık ortadan kalkmamış, yahudilere olduğu gibi hıristiyanların üzerlerine çeşidli belâlar gelmemiş, aksine daha fazla yayılmıştır. Müslümanların bütün uğraşmalarına, milletleri kılınçtan geçirmelerine, kiliseleri yakıp yıkmalarına (meselâ, halîfe Ömer zamanında 4000 kilise yıkılmıştır) rağmen, hıristiyanlar gün geçtikçe artmakta, refâha [zenginliğe] kavuşmakta, buna karşılık müslümanlar perîşan olmakta, fakirleşmekte ve dünya üzerinde hiçbir kıymet ve önemleri kalmamaktadır.)

Papazın bu iftirâlarına hoca İshak efendi aşağıdaki cevabı vermiştir:

Her şeyden önce, papazın verdiği bilgi ve rakamlar hakîkate uymamaktadır. Çünkü, islâm dîninin mukaddes kitabı (Kur'an-ı kerim)de, (Dinde zorlama yoktur) emri bulunmaktadır.Muhammed, dîn-i islâmı teblîg ederken, hiçbir cebr ve tehdîd kullanmadığı hâlde, kendiliğinden ve seve seve müslümanlığı kabûl edenler kısa zamanda artmıştır.Hıristiyan tarihçilerinden, Kur'an-ı kerim mütercimi papaz SALE'nin beyanları bu sözümüzü isbât etmektedir. [George Sale 1149 [m. 1736] da öldü. İngiliz papazıdır. 1734 de Kur'an-ı kerimi ingilizceye tercüme etti. Eserinin önsözünde islâmiyet hakkında uzun mâlûmat verdi.] 1266 [m. 1850] senesinde basılan bu (Kur'an tercümesi)nde diyor ki: (Medînede daha hicretten evvel, içinde müslüman bulunmayan bir tek ev kalmamıştı.) Demek oluyor ki, o zamana kadar hiç kılınç yüzü görmeyen şehirlerdeki insanlar sırf islâmiyetin büyüklüğü, doğruluğu, Kur'an-ı kerimin belâgati sâyesinde, bu dîni severek kabûl etmişlerdir.Müslümanlığın pek sür'at ile intişâr ettiğini aşağıdaki hakîkî rakamlar isbât etmektedir. Muhammed vefât ettiği zaman, müslümanların adedi 124.000'i bulmuştu. Resûlullahın vefâtından dört sene sonra, Ömer 40.000 kişilik bir müslüman ordusu göndererek, bununla Îrânı, Sûriyeyi, Konyaya kadar Anadoluyu ve Mısrı feth etti. Ömer, hiçbir zaman, gaddarlık göstermedi. Zâlim diktatörlerden aldığı memleketlerdeki hıristiyanlara, ateşe tapanlara, hiç zulüm yapmadı. Bu adaletini bütün cihan, dost ve düşman, kabûl etmektedir. Bu memleketlerde yaşayan halkın çoğu, islâm dînindeki adaleti, güzel ahlâkı görerek, seve seve müslüman oldular. Eski bâtıl dinleri, yâni hıristiyanlık, yahudilik ve mecûsîlik üzere kalanlar pek azdı. Böylece 10 sene gibi, pek az bir zaman zarfında, islâm memleketlerinde yaşıyan müslümanların sayısının 20-30 milyona ulaştığını, tarihçiler söz birliği ile bildirmektedir. Ömer, 4000 kiliseyi yakıp yıkmak şöyle dursun,Kudüse girdiği zaman, kendisine hangi kiliseyi câmi yapmak istediği sorulunca, bu teklîfi şiddet ile red etmiş, ilk namazını kilise dışında kılmıştır.

Îsâ aleyhisselâmın göğe kaldırılmasından 300 sene sonra, birinci Kostantin hıristiyanlığı kabûl etti. Onun yardımı ve zorlaması ile, hıristiyanların nüfusu ancak 6 milyona ulaşabildi. Kostantin hıristiyanlığı kabûl etmiyen yahudilerin kulaklarını kestirdi ve taşlattırdı.

Hıristiyanlık zuhûr edince, yahudiliğin ortadan kalktığı, üzerlerine çeşidli belâlar geldiği iddiâsına gelince, bu papazın tarihi iyi tedkîk etmediği, bilmediği anlaşılmaktadır. Zîrâ, yahudilik, hıristiyanlık zuhûr etmeden çok zaman evvel bozulmuş, Kudüs şehri Âsûrî hükümdârı Buhtunnasar [m.ö. 604-561] tarafından, sonraları da, Romalılar tarafından yakılıp yıkılmıştı. Bundan sonra, yahudiler darmadağın olmuşlar, bir daha kendilerine gelememişlerdi. Bütün bunlar, îsevîliğin zuhûrundan evvel meydana geldiğinden, hıristiyanlık ile hiçbir ilgisi yoktur. Bugün, 21. asra girerken, karşımızda bir yahudi devleti görüyoruz. Demek ki, hıristiyanlığa rağmen yahudilik, meydandadır. Esasen bugünkü İsrâîl devleti kurulmadan evvel de, Avrupada bütün servet kaynaklarının, bankaların, basının, büyük sanayiin başında yahudiler bulunuyor, yahudi avukatları bütün dünyada büyük rağbet görüyorlardı. Yahudilerin arasından Lord Disraeli gibi İngiltere İmparatorluğunun en zengini ve milletvekîli olan insanlar zuhûr etti. Yine yahudilerden Rotelid, dünyanın en zengin insanıdır. Bugün dahî, Avrupa ve Amerikada borsalar ve pekçok şirketler hep yahudilerin ellerindedir. Demek oluyor ki, papazın, hıristiyanlık zuhûr eder etmez yahudiliğin ortadan kalktığı ve yahudilerin üzerlerine çeşidli belâlar geldiği iddiâsı, tamamen yanlıştır. Ancak, kendi dimâgında meydana gelen bir hayâlden ibârettir.

Hıristiyan din adamları, hıristiyan dîninin sırf sevgi, şefkat, merhamet, birbirine yardım esasları üzerine kurulduğunu ilân etmektedirler. Biz bu papaza, Kitap-ı mukaddesin Ahd-i atîk kısmının, Tesniye kitabı 20. bâbının 10-18. âyetlerinde ve Kitap-ı mukaddesin 1303 [m. 1886] senesinde İstanbulda yapılan türkçe baskısının 169.  sayfasında yazılı olan bir parçayı gösterdik. Bu parçada aynen şöyle denilmektedir:

(Bir şehre karşı cenk etmek için, ona yaklaştığın zaman, oranın halkını sulha çağıracaksın. Eğer, onlar bunu kabûl eder ve kapılarını sana açarlarsa, bu şehrin içindeki bütün insanlar artık senin hizmetçin olacaklar ve ölünceye kadar sana kulluk edeceklerdir. Eğer sulhu kabûl etmeyip, seninle cenk ederlerse, şehri muhâsara edeceksin ve senin Allahın olan RAB, bu şehri senin eline verdiği zaman, şehirde bulunan her erkeği kılınçtan geçireceksin. Kadınları, çocukları, hayvânları ve şehir içinde bulunan her şeyi [malları ve benzerlerini] kendin için yağma edeceksin. [Yâni onlara el koyacaksın.] Böylece, Allahın olan Rab'ın sana verdiği düşmanlarının mallarını yiyeceksin.Yalnız bu şehirde değil, senden çok uzakta bulunan diğer bütün şehirlerde de böyle yapacaksın. Allahın olan Rab'ın sana miras olarak vermekte olduğu bu kavmlerin şehirlerinde nefes alan hiçbir kimseyi sağ bırakmıyacaksın. Hittîleri ve Amorîleri, Ken'ânîleri ve Perizzîleri ve Hivîleri ve Yebusîleri, Allahın olan Rab'ın sana emrettiği gibi, tamamen yok edeceksin. Tâ ki, kendi ilahlarına yaptıkları bütün rezil hareketlerine göre ibâdet yapmağı size öğretmesinler.Yoksa, Allahın olan Rab'a karşı isyân etmiş, suç işlemiş sayılırsın.)

Hıristiyan komşumuza, (Sizin mukaddes kitabınızda zevallı insanlara karşı çok gaddarca muamele emrolunmaktadır.Sizin mukaddes kitabınızda bulunan bu emrin, mütemâdiyen tekrarladığınız, hıristiyanlık şefkatı ve merhameti ile, hiç bir münâsebeti yoktur.Nerede sizin merhametiniz, acımanız?Kitap-ı mukaddesteki bu parça müdhiş bir vahşet ve zulmemridir. Demek sizin dîniniz size vahşeti emrediyor.Bizim kudsî kitabımız Kur'an-ı kerimde ise, düşmana böyle muamele edileceği hakkında tek bir kelime yoktur. Aksine, Kur'an-ı kerim, dâimâ şefkatten, merhametten, afetmekten bahs ediyor. Zulüm yapmağı haram ediyor. O hâlde, nasıl oluyor da, hıristiyan din adamları, islâm dîninin vahşeti emrettiğini, hıristiyanlık dîninin ise şefkat dîni olduğunu söylemeye cesaret ediyorlar?İşte, elimizde sizin kudsî kitabınız Kitap-ı mukaddesten bir parça! Demek oluyor ki, sizin iddiânızın aksine olarak, Kitap-ı mukaddes vahşeti, barbarlığı, gaddarlığı emrediyor.Buna ne dersiniz?) dedik.

Evvelâ bu parçadan haberi olmadığını söyleyen ve kendisine yukarıda bildirilen türkçe İncîl getirilerek 169.  sayfası gösterilen hıristiyan papaz, (Efendim, bu parçanın Îsâ ile hiçbir münâsebeti yoktur. Bu parça, Mûsâya âid olan Tevrâttan alınmış bir parçadır. Bahs edilen şey, Allahü teâlânın Mûsevîlere Mısrlılardan intikâm almak için verdiği emirdir. Mısrlılar, o zaman hak dînini tanımamışlar, Mûsâ aleyhisselâmı öldürmeye kalkmışlardı. Bunun üzerine, Allahü teâlâ, onlardan intikâm almak için yahudilere, ismi yazılı kâfir milletleri yok etmek emrini vermişti. İşte Kitap-ı mukaddese ilâve edilen bu parçanın mânası budur.Bunun, hıristiyanlık dîni ile hiçbir alâkası yoktur) diye cevap verdi. Bunun üzerine, ona dedik ki:(Her dînin bir mukaddes kitabı vardır. O dîne inananlar, ona âid mukaddes kitabın başından sonuna kadar her parçasına îman etmeye mecbûrdur.Parçaların nereden geldiği, nasıl tertîblendiği mevzû'u bahs olamaz. Zîrâ mukaddes kitaba, Allah kitabı ve içindeki yazılar da, Allahın emri olarak îman edilir. Hıristiyanların mukaddes kitabı (Kitap-ı mukaddes), yâni Tevrât ve İncîldir. Onun için, siz Kitap-ı mukaddeste yazılı bütün yazıları Allahın emri olarak tanımak mecbûriyetindesiniz. Yok, burası eskiydi, yok burası yahudilere âiddir, yok burası Îsâyı değil, Mûsâyı ilgilendirir diye mukaddes kitabınızı parçalara bölemezsiniz. Bir kısmına îman edip, bir kısmına inanmamazlık edemezsiniz. Tamamına îman etmek mecbûriyetindesiniz. Eğer İncîlin (Tesniye) kısmında bulunan bu parçanın, hıristiyanlıkla hiçbir münâsebeti yoksa, sizin dînî meclîsleriniz, bu parçayı Kitap-ı mukaddesten çıkarmaya, yâhut bunun bir hurâfe olup, sonradan İncîle eklendiğini bütün dünyaya bildirmeye mecbûr idi. Böyle bir şey yapılmadığına göre, bu parçaya da, Allahın emri olarak inanıyorsunuz demektir. O hâlde, hıristiyan dîninin çok gaddar, vahşî bir din olduğunu, kimseye merhamet etmeden, bütün insanları yok etmek istediğini kabûl etmek mecbûriyetindeyiz.)

Hıristiyan papazı hayrette kalmıştı. Kendisi, Kitap-ı mukaddesi hiç bir zaman tam okumamış, hele eski ahd kısmını gözden bile geçirmemiş olduğu için, bu parçayı ancak bizim göstermemiz üzerine okumuş, hayretten ağzı açık kalmıştı. Nihâyet bize, (Siz yalnız beni değil, bütün hıristiyanlık âlemini mahcûb ettiniz. Ben bir din adamı değilim ve itiraf edeyim ki, pek dindâr da sayılmam. Fakat, Kitap-ı mukaddeste yalnız şefkat, merhamet ve afetmek husûsları bulunduğunu zannediyordum. Bu müdhiş vahşet parçası, bana bir felaket te'sîri yaptı. Aynı zamanda, papaz olduğum için de, çok mahcûb oldum. Memleketime dönünce, bu işi ilmi çok olan din adamlarına nakledeceğim. Mümkinse Kitap-ı mukaddesin bu kısmını, mukaddes kitaptan çıkartmak için alâkalı makamlara mürâce'at edeceğim. Bu kısm, muhakkak bir hurâfedir. Çünkü, böyle korkunç bir emri Allah vermez. Her hâlde, bu kısm bir yahudi uydurması olacak) dedi. Kendisini tesellî ettik. Ona İngilizce neşrettiğimiz (İslâmiyet ve Hıristiyanlık) kitabından verdik. Dedik ki, (Bu kitabı okursanız, kitap-ı mukaddeste daha pek çok hatâlar bulunduğunu görürsünüz. Hattâ, bir rivayete göre, bu yanlışlar 20.000'i bulmaktadır!). İncîl ile Kur'an-ı kerim mukayesesi, bundan önceki (Kur'an-ı kerim ve Bugünkü Tevrât ve İncîller) kısmında bulunmaktadır. Lütfen oraya mürâce'at ediniz!

Hıristiyanların, Allahü teâlâ tarafından gönderildiğine inandıkları, (Kitap-ı mukaddes)de, zulmü, vahşeti emreden pek çok yerler vardır. Müslümanlara vahşî, islâm dînine vahşet dîni diyen, sözde mâsum ve müşfik(!) hıristiyanlara bir ibret olması bakımından bunlardan bazılarını kısaca zikredelim.

Tevrâtın Hurûc [Çıkış] kitabının 23. bâbının 23.  âyetinde, (Benim meleğim senin önünde gidecek ve seni Amorîlerin, Hittîlerin ve Perizzîlerin ve Kenânlıların............. arasına götürecek ve ben onları helâk edeceğim). 24.  âyetinde, (Onların tamamını yok edip, dikili taşlarını tamamen parçalayacaksın) demektedir.

Adedler [Sayılar] kitabının 31. bâbının başında, (Rab Mûsâya, Midyânîlerden İsrâîloğullarının intikâmını al) demektedir. 7. âyetinde ve devamında ise, (Midyânîlere karşı cenk ettiler ve her erkeği öldürdüler, kadınlarını ve çocuklarını esîr aldılar. Bütün hayvanlarını ve bütün sürülerini ve bütün mallarını gasb ettiler, yağmaladılar. Oturdukları bütün şehirleri ve bütün obalarını ateşle yaktılar) demektedir.

Bu âyetlerin devamında, Mûsâ aleyhisselâmın, kadınları sağ bıraktığı için subaylarına kızdığı ve bütün kadınların ve erkek çocuklarının öldürülmesini emrettiği yazılıdır. Ayrıca öldürülmiyen kız çocuklarının sayısının 32.000 olduğu bildirilmektedir ki, [Âyet 35] katledilenlerin sayısını siz düşünün!

Tesniyenin 7. bâbının başında, (Allahın Rab, mülk olarak almak için gitmekte olduğun diyâra seni götüreceği ve senin önünden çok milletleri, Hittîleri ve Girgâşîleri ve Amorîleri ve Kenânlıları ve Perizzîleri ve Hivîleri ve Yebûsîleri, senden daha kuvvetli ve daha büyük yedi milleti kovacağı ve Allahın Rab onları senin önünde ele vereceği ve sen onları vuracağın zaman, onları tamamen yok edeceksin, onlarla sulh etmiyeceksin ve onlara acımıyacaksın) demektedir.

Hurûcun [Çıkış] 32. bâbının 27. âyetinde, (Mûsâ onlara dedi, İsrâîlin Allahı Rab şöyle diyor:Herkes kılıcını beline kuşansın ve ordugâhda kapıdan kapıya dolaşsın ve herkes kendi kardeşini ve herkes kendi arkadaşını ve herkes kendi komşusunu öldürsün) demektedir.

Birinci Samuelin 27. bâbının 8. âyeti ve devamında, Dâvüd aleyhisselâmın askerleri ile Geşurîlere, Gizrîlere ve Amâlikîlere hücûm ettiği, erkek kadın kimseyi sağ bırakmadığı yazılıdır.

İkinci Samuelin 8. bâbında Dâvüd aleyhisselâmın Sûriyelilerden 22.000 kişiyi, daha sonra 18.000 kişiyi öldürdüğü yazılıdır. 10.  bâbının sonunda ise 700 araba cengci ile 40.000 atlıyı öldürdüğü yazılıdır. 12. bâbının sonunda, Dâvüd aleyhisselâmın teslim aldığı şehirdeki esîrleri hizarlarla, demir tırmıklarla ve baltalarla katlettiği ve tuğla fırınında çalıştırdığı yazılıdır.

Ahd-i atîkte Yûşâ aleyhisselâmın, Mûsâ aleyhisselâmdan sonra milyonlarca insanı katlettirdiği yazılıdır.

Matta İncîlinin 10.  bâbının 34.  âyetinde Îsâ aleyhisselâmın, (Yeryüzüne selâmet getirmeye geldim zannetmeyin. Ben selâmet değil, fakat kılınç getirmeye geldim) dediği yazılıdır.

Luka İncîlinin 12. bâbının 51. âyetinde, Îsâ aleyhisselâmın, (Dünyaya selâmet getirmeye mi geldim zannediyorsunuz?Size derim ki, HAYIR. Fakat doğrusu ayrılık getirmeye geldim) dediği yazılıdır.

Yine Luka İncîlinin 22. bâbının 36. âyetinde, Îsâ aleyhisselâmın havârîlerine, (Şimdi kesesi olan onu alsın ve torbası olan da alsın ve olmıyan esvâbını satsın ve kılıç satın alsın) dediği yazılıdır.

(Kitap-ı mukaddes)i okuyan insâflı bir kimse, onun vahşet ve zulüm sahneleri ile dolu olduğunu ve bütün bunların, Peygamberlere, Allahü teâlânın sevgili kullarına atf edildiğini görür.

Hıristiyanlar, Allah kelâmı olduğuna inandıkları bu kitabın, emirlerine tâbi olarak, gerek birbirlerine, gerekse müslüman ve yahudilere çok zulmler ve tarihe kanla yazılan katliâmlar yapmışlardır. Papaz Alex Kcithin ingilizce olarak te'lîf ettiği ve papaz Merikin fârisîye tercüme ettiği (Keşf-ül âsâr ve fî kısas-ı enbiyâ-i benî İsrâîl) ismi ile basılan kitabın 27. sayfasında, (BüyükKostantin, kendi zamanında memleketinde bulunan bütün yahudilerin kulaklarının kesilmesini emretmiş ve çeşidli yerlere sürgün ederek memleketinden atmıştır) demektedir. Papazların yazdığı (Siyer-ül-mütekaddimîn) kitabında, (Mîlâdın 372 senesinde, Roma İmparatoru Gratienus, kumandanları ile meşveret ettikten sonra, memleketinde bulunan bütün yahudilerin hıristiyan olmasını, hıristiyanlığı kabûl etmiyenlerin ise, öldürülmesini emretti) demektedir.

1265 [m. 1849] senesinde Beyrutta basılan ve papazların yazdığı bir kitapta, papayı kabûl etmediği için 230.000 protestanı katolikler katletmişlerdir diye yazılıdır.Katolik papazlarından Thomasın İngilizceden Urducaya tercüme ettiği (Mir'ât-üs-sıdk) ismi ile 1267 [m. 1851] de basılan kitabın 41-42. sayfalarında, protestanların 645 manastır, 90 mektep, 2376 kilise ve 110 hastahâneyi katoliklerden alarak, yok behâsına sattıkları yazılıdır. Kraliçe Elizabetin emri ile, katolik râhiblerinden ve din adamlarından çoğu gemilerle götürülüp, denize atılmıştır. Bu zulüm ve fâciaların tafsîlâtını anlatan ciltlerle kitap yazılmıştır. Müslümanlara (Vahşî) diyen hıristiyanların vahşî olduklarını, papazların yazdığı bu kitaplar isbât etmektedir.

Hıristiyan din adamları, islâm dîninin vahşet dîni olduğunu isbât etmek için, Kur'an-ı kerimde tek bir kelime bile bulamazlar. Fakat, yukarıda İncîlin eski ahd kısmında bulunan bu bahs, islâm dîninin değil, hıristiyan dîninin tâm bir vahşet dîni olduğunu göstermiyor mu?Kendi kudsî kitaplarında, böyle vahşet emri bulunan hıristiyan din adamları, acaba ne yüzle islâm dîninden (vahşet dîni) diye bahs ediyorlar?Evvelâ, kendi kudsî kitaplarını tedkîk etsinler, sonra tarihlere mürâce'at ederek, (Hıristiyanlık) nâmına yapılan vahşetleri okusunlar da, bir parçacık utansınlar.

Mâsum, medenî ve müşfik denilen hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâmın kudsî topraklarını ve Kudüsü, vahşî dedikleri müslümanlardan kurtarmak için (Ehl-i salîb [Haçlı] Seferleri) tertîb ettiler. Hâlbuki, o zamanki hıristiyanlar, yarı vahşî bir hâlde yaşarken, müslümanlar medeniyette son derece terakkî etmişler, ilim, fen, sanat, zirâat ve tıbda ilerleyerek dünyaya rehber olmuşlardı. Onların bu yüksek medeniyeti, zengin olmalarına sebep olmuş, müslümanlar büyük bir refâha kavuşmuşlardı. Bu yüksek refâh derecesi, yarı aç, yarı çıplak olan hıristiyan milletlerinin gözünü kamaştırıyor, müslümanlara haset ediyorlardı. Akılları, fikirleri, bu zengin müslüman memleketlerini yağma etmekti. İşte, bunun için, bir vesîle bulundu. Müslümanların elinde bulunan, Îsâ aleyhisselâmın mukadddes topraklarını, onların elinden almak lâzım idi.

Pierre L'Ermite isminde, paraya ve kana susamış sadist bir papaz, rü'yâsında Îsâ aleyhisselâmın ona göründüğünü, (beni müslümanların elinden kurtar) diye feryâd ettiğini söyleyerek, her tarafta Kudüsü kurtarma işine katılacak insanlar aradı. Bunları tahrîk ve teşvîk etti. Çapulcular tam fırsatı bulmuşlardı. Gidecekleri yerde, ellerine pek çok mallar, kıymetli eşyalar geçeceğini düşünerek, deli papaz Pierre L'Ermite'in açtığı Birinci Haçlı Seferine katıldılar.Bu çapulcuların komutanları deli papaz L'Ermit ile şövalye yoksul Gautier idi. Önceleri, yalnız çapulculardan ibâret olan haçlılar, daha memleketlerinden ayrılmadan evvel, yağmaya başladılar. Almanyada bazı şehirleri soydular. İstanbula girince, oldukça zengin olan bu Bizans şehrini, hıristiyan sahiplerinin feryâdlarına kulak asmadan yağmaladılar. Başıboş bir hâlde sağa sola saldıran ve Kudüse varmadan, Selçuk Türkleri tarafından yok edilen haçlıların arkasından yeni haçlılar zuhûr etti. Artık bir şeref mes'elesi hâline gelmiş olan haçlı seferleri, birçok büyük kralların da iştirâki ile, büyük bir ordu hâline geldi. Bir rivayete göre bir milyon, [fakat hiç olmazsa, 600.000] kişilik bir ordu şarka hücûma hazırlandı. Haçlı seferleri 489 [m. 1096]dan 669 [m. 1270] senesine kadar 174 sene, 8 dalga hâlinde devam etti. Sonra Türklere karşı da, haçlı seferleri teşkil edildi. Niğboluda, Varnada Osmanlı Türkleri haçlı orduları ile cihâd ettiler ve onları perîşan ettiler. Bazı müteassıb [fanatik] hıristiyanlar, 1330 [m. 1912/13] Balkan harbini bile, bu seferlerin arasına sokmakta. Türklere karşı yaptıkları bu harbi, Haçlı seferi olarak kabûl etmektedirler.

Haçlı seferlerine Alman imparatoru Friedrich Barbarossa, II. Friedrich, III. Konrad, VII. Heinrich, İngiliz Kralı Aslan Yürekli Richard (Couer de Lion), Fransız Krallarından Philip Auguste, Saint Louis, Macaristan Kralı II. Andreas ve daha birçok kral ve prensler iştirâk etti. Yolda, her vahşeti yaparak ve yukarıda bahs ettiğimiz gibi, kendi dindaşları olan Bizanslıların başşehri İstanbulu bile yakıp, yıkarak ve yağma ederek Kudüse vardılar. Aşağıdaki yazıları Haçlı Seferleri hakkında 5 ciltlik bir eser yazmış olan hıristiyan Michaudnun kitabından alıyoruz:

(492 [m. 1099] senesinde, haçlılar Kudüse girmeye muvaffak oldular.Şehre girince, müslüman ve yahudi 70.000 kişiyi boğazladılar. Câmilere sığınan müslüman kadınları ve çocukları, hiç acımadan öldürdüler. Sokaklardan sel gibi kan aktı. Sokakları dolduran ölüler yüzünden yollar tıkandı. Haçlılar, o kadar vahşîleşmişlerdi ki, daha Almanyada Ren nehri kıyılarında iken, orada rastladıkları 10 bin yahudiyi boğazlamışlardı.) Viyanada müslüman Türkler, bir tek kadını veya çocuğu boğazlamamıştır. Tepeye asılan resim, tam bir hayâl mahsûlüdür. Fakat, bir hıristiyan tarihçisi tarafından nakledilen Kudüsteki bu Ehl-i salîb vahşeti, ne yazık ki, tâm bir hakîkattir.

Ahmed Cevdet pâşa, (Kısas-ı Enbiyâ) kitabında diyor ki:

(Haçlı ordusu 492 [m. 1099] de Kudüse girdi.Şehrdeki halkın hepsini, kılınçtan geçirdi. Mescid-i aksâya sığınmış olan, yetmişbinden ziyâde müslümanı öldürdü. Bunların içinde, imamlar, âlimler, zâhidler, eli silâh tutmaz ihtiyârlar çoktu. Hıristiyan barbarları, (Sahratullah) denilen meşhûr kıymetli taş yanındaki hazînede bulunan sayısız altın ve gümüş kandilleri ve behâ biçilmez tarihi eşyayı yağma ettiler. Sûriyenin birçok şehri haçlıların eline geçti ve bir (Kudüs krallığı) teşekkül etti. Bu krallık ile müslümanlar arasında uzun seneler, yüzlerce muhârebeler oldu. Nihâyet, SultânSelâhuddîn-i Eyyûbî çeşidli savaşlardan sonra, 583 [m. 1186] senesinde, Hattin zaferi ile Receb ayının yirminci Cuma günü Kudüse girdi. [Selâhuddîn Eyyûbî, 589 [m. 1193] de vefât etti.] Bir sene içinde, birçok şehirleri haçlılardan temizledi. Yüzbinlerce müslümanı esaretten kurtardı. Kudüs patrîki ve piskoposlar, papazlar, mâtem elbisesi giyerek, Avrupayı dolaştılar. İntikâm almak için, propaganda yaptılar. Papa mağlubiyet haberini işitince, kederinden öldü. Bütün Avrupada, yeniden haçlı ordusu kuruldu. Alman İmparatoru Fredrik, Fransa kralı Filip, İngiltere kralı Rişard, göğüslerine haçlar takınarak, birer büyük ordu ile geldiler.Kudüsü alamadılar. Mısr sultânı Melik Eşref 690 [m. 1290] senesinde, haçlıların merkezi olan Akkâyı ve diğer şehirleri alarak, haçlı seferleri nihâyet buldu.)

1099 dan 1187 ye kadar 88 sene hıristiyanların elinde kalan Kudüs, bu tarihte Selâhuddîn-i Eyyûbî tarafından kurtarıldı. Kendisine karşı çıkan Aslan Yürekli Rişardı esîr aldı. Fakat ona karşı son derecede nezâket ve şefkat ile davrandı. Ona bir esîr değil, bir kral muamelesi yaptı. İşte size, (vahşî müslümanlık) ile (müşfik hıristiyanlık) arasındaki farkı gösteren en büyük misâl!

Bazı kiliselerin müslümanlar tarafından câmiye çevrildiği doğrudur. Fakat, bunlardan hiç biri yıkılmamış, aksine tâmîr edilmiştir. Fatih Sultan Muhammed hân, İstanbulu zabt ettiği zaman, Ayasofya kilisesini câmiye çevirdi. Bu, yapılan sulh şartlarından biri idi. Bu, yalnız dînî bir olay değil, aynı zamanda Türklerin en büyük zaferinin bir hâtırası idi. Peygamberimiz, İstanbulun feth edileceğini evvelden haber vermiş ve bu şehri zabt eden kumandan ve askerleri için, (Ne mutlu onlara) buyurmuştu. İstanbulu feth ederek tarihte yeni bir çığır açan Fatih sultan Muhammed hân, bunu bütün dünyaya ilân için hıristiyan sembolü olan Ayasofyayı, câmi hâline, yâni Müslüman sembolü şekline koymak zorunda idi. Fatih sultan Muhammed hân, Ayasofyayı aslâ tahrîb etmedi. Aksine, tâmîr etti. Kur'an-ı kerimde kiliselerin yıkılması hakkında bir emir yoktur. İlerde göreceğiniz gibi, müslüman hükûmetler, dâimâ kiliseleri ve sâir ibâdet yerlerini tecâvüzden korumuşlardır.

Şimdi size, kendilerini müşfik, mâsum ve merhametli sayan hıristiyanların bir câmii kiliseye çevirme işinden bahs edeceğiz. Aşağıdaki yazı, 1312 [m. 1894] senesinde, Almanyada Würzburg şehrinde neşredilmiş olan ve Prens Salvator, Prof. Graus, teolog Kirchberger, baron von Bibra, Bayan Threlfall tarafından hazırlanan (Spaneien = İspanya) ismindeki eserden alınmıştır:

(İspanyada en mühim şehirlerden biri, Cordoba (Arabca ismi: Kurtuba)dır. Bu şehir, Arab Endülüs devletinin merkezi idi. Müslümanlar, Târık bin Ziyâd kumandasında, 95 [m. 711] de İspanyaya geçince, bu şehri kendilerine başşehr yapmışlardı. Arablar bu şehre medeniyet getirdiler.Yarı vahşî olan bu şehri, tam bir medenî şehre çevirdiler. Bir büyük saray [El-kasr], hastahâneler, medreseler yaptılar. Bunların yanında, bir de büyük Câmia [Üniversite] kurdular. Avrupada ilk kurulan üniversite, budur. O zamana kadar Avrupalılar ilimde, fende, tıbda, ziraatte ve medeniyette çok geri kalmışlardı. Müslümanlar, onlara ilim, fen, medeniyet getirdiler. Onlara hocalık ettiler.

Endülüs islâm devletini kuran birinci Abdürrahmân bin Muaviye bin Hişâm bin Abdilmelik, [Abdürrahmân, 172 [m. 788] de vefât etti.] Kurtubada çok büyük bir câmi yaptırmak istedi. Bu câmiin Bağdâdda bulunan câmilerden daha büyük, daha güzel ve ihtişâmlı olmasını istiyordu. Kurtubada bu işe en uygun arsayı seçti. Arsa bir hıristiyana âid idi. Bu adam, arsası için çok para istedi. Çok âdil bir hükümdâr olan birinci Abdürrahmân, isterse, zorla bu araziyi alabilirken, kat'iyyen böyle bir yola başvurmadı. Aksine, hıristiyan sahibine istediği parayı ödedi. Hıristiyanlar, bu para ile kendilerine üç küçük kilise yaptılar. Câmiin yapılmasına 169 [m. 785] senesinde başlandı. Abdürrahmân, günde birkaç saat binâ inşaâtında, bir amele gibi çalışıyordu. İnşaât malzemesi, doğunun birçok yerlerinden getirtildi. Tahta kısmlar için Lübnanın en mükemmel ağaçları, mermer kısmlar için, doğunun birçok yerlerinden renkli mermerler, Iraktan ve Sûriyeden kıymetli taşlar, inci, zümrüd, fil-dişi, bu araziye yığıldı. Her şey çok güzel ve çok boldu. Câmi, ihtişâmlı bir binâ hâlinde yavaş yavaş yükselmeye başladı. Birinci Abdürrahmânın ömrü, câmiin bittiğini görmeye yetmedi. 172 [m. 788] senesinde vefât etti. Ondan sonra hükümdar olan oğlu Hişâm ve torunu birinci Hakem, câmiin tamamlanmasına gayret ettiler. Câmi, 10 senede tamamlandı. Fakat, bundan sonra, her sene bir parça ilâve edilerek, en son şeklini, 380 [m. 990] senesinde, yâni ancak 205 sene sonra aldı. İkinci Hakem 366 [m. 976] da câmiye altından bir minber yaptırdı. [İkinci Hakem, 366 [m. 976] da vefât etti.] İşte, böylelikle bu câmi pek muazzam, pek haşmetli ve son derecede güzel bir eser olarak ortaya çıktı. Câmi, 120x135 metre ebatında ve müstatil [diktörtgen] şeklinde idi. İki (kolu) biraz ileriye doğru uzanıyor. Bu kolların uzunluğu 135 metreyi buluyordu. Bu uzanan iki kolun binânın esas gövdesinden çıkan kısmları arasında bir açık avlu meydana gelmişti. Câmiin içinde, her biri 10 metre yüksekliğinde 1419 sütun bulunuyordu. Bu sütunlar dünyanın en mükemmel mermerlerinden yapılmıştı. Sütunların tepelerindeki kemerler, birkaç renkli mermerden parça parça olarak meydana getirilmişti. Câmiye girince, insanın gözü bu sütun ormanında gayb oluyordu.

Mermer sütun başlıklarına bakanlar, bu güzellik karşısında hayrân kalıyordu. Câmiye giren herkes, âdetâ büyüleniyordu. Bu kadar güzellik, o zamana kadar dünyanın hiçbir yerinde görülmemişti.

Câmiin, 20 kapısı vardı.Kapıların önünde, özel portakal bahçeleri kurulmuş, her taraf yeşilliğe bürünmüştü. Câmiin etrâfında, diğer bahçeler, havuzlar, fiskiyeler, çeşmeler vardı. Müslümanların abdest alabilmesi için birçok şadırvanlar yapılmıştı. Câmiin zemîni, en kıymetli mermer ve süslü tahtalar ile işlenmişti. Tavanın yapılması için kullanılan kıymetli Lübnan tahtaları, ayrı bir güzellik, ayrı bir heybet veriyordu. Duvar ve tavanlarda oymalar, işlemeler ve çok güzel yazılar vardı. İnsan, câmiye girip bir göz atsa, sanki bu muhteşem sütun ormanı bitmiyecek gibi görünüyordu. Geceleyin, binlerce gümüş kandillerden fışkıran renkli ışıklar, câmii aydınlatıyordu.

1041 [m. 1632] senesinde Mısrda vefât eden meşhûr tarihçi Ahmed El-Makkarî, (Nef-ut-tîb min-gasni Endülüs-ir-ratîb) kitabında, bu câmiden bahs ederken, onu aydınlatan lâmba ve kandillerin 7425 adet olduğunu, bunların senenin normal günlerinde yarısının geceleyin yakıldığını, Ramazan ve bayramlarda, diğer mübârek gecelerde ise, hepsinin yandığını, lâmba ve kandillerin yanması için, senede 24000 okka zeytinyağı sarf edildiğini, ayrıca câmiye güzel koku vermek için, her sene 120 okka amber ve öd ağacı yakıldığını yazmaktadır.

Minârelerin tepesinde nar şeklinde başlıklar bulunuyordu. Bu başlıklar, mücevherler, inciler, zümrüdlerle süslenmiş, taş araları altın parçaları ile örtülmüştü. Lübnanda hıristiyan papazların yazdığı (Müncid) lügat kitabında, Kurtuba câmiinden iki nefîs manzara resmi vardır.

Hıristiyanlar, 897 [m. 1492] de Endülüs Devletini mahv edip Kurtubaya girince, ilk iş olarak, bu câmiye saldırdılar. Bu çok güzel, haşmetli binâya atlarıyla girdiler. Câmiye sığınmış olan müslümanları, merhametsizce boğazladılar. O kadar ki, câmiin kapılarından kan akmaya başladı. Ondan sonra, altın minberi parçalıyarak aralarında taksîm ettiler. Fildişinden yapılmış rahleleri paylaştılar. Minberde saklanan ve Osman radıyallahü anhın yazdığı Kur'an-ı kerimin bir eşi olan inci ve zümrüdle işlenmiş nefîs Mıshaf-ı şerifi ayakların altına alarak çiğnediler.Böylece, minber ve Kur'an-ı kerim, bu iki eşsiz nefîs eser, tamamen yok edildi. Vahşî İspanyollar, bütün müslüman ve yahudileri kılıç tehdîdi ile zorla hıristiyan yaptılar. Ellerinden kaçabilen yahudiler, Osmanlı devletine ilticâ ettiler. Bugün, Türkiyede bulunan yahudiler, bunların torunlarıdır.Hâlbuki, müslümanlar, ilk defa bu memleketleri zapt ettikleri zaman, orada yaşayan hıristiyan ve yahudilere hiç dokunmamış, onların kendi dinlerine göre ibâdet etmelerine kat'iyyen mani olmamışlardı.

Hıristiyan İspanyollar, görülmemiş bir vahşet ile müslüman ve yahudileri yok ettikten sonra, bu şâheser câmii yıkmaya başladılar. Önce minârelerdeki altın ve zümrüdle işlenmiş nar şeklindeki başlıkları indirerek yağma ettiler. Bunların yerine âdî taştan yapılmış, güyâ melek şeklinde çirkin başlıklar koydular.Tavandaki o haşmetli, güzel tahta süsleri söktüler.Yerdeki güzel mermerleri kırıp parçaladılar.Yerlerine âdî taşlar dizdiler.Dıvarlardaki bütün güzel süslemeleri yerle bir ettiler. Sütunları yıkmaya çalıştılar. Fakat, ancak bir kısmını devirebildiler. Geri kalan sütunları âdî kireçle badana ettiler. Yıkılan sütunlar, yüzlerce idi ve câmiin içinde büyük bir mermer yığını hâlinde serilmiş, kalmıştı. 20 kapıdan çoğu taşlarla örülerek kapatıldı. Nihâyet, en son bir vahşet eseri olarak, 929 [m. 1523] senesinde câmiin içine bir kilise yapmaya karar verdiler. Bunun için, o zaman İspanya ve Almanya İmparatoru olan 5. Karlostan [yâni Almanya imparatoru beşinci Charles Quint'den (906-966 [m. 1500-1558])] izin istediler. Charles Quint, bu teklîfi evvelâ red etti. Fakat, müteassıb kardinaller onu mütemâdiyen sıkıştırıyor, din uğruna bu işin muhakkak yapılması Îcap ettiğini savunuyorlardı. Bunların başında çok büyük nüfûzu olan kardinal Alonso Maurique bulunuyordu. Bu kardinal, aynı zamanda papayı da bu iş için kandırmıştı. Papanın da câmiin kiliseye çevrilmesini arzu ettiğini gören Charles Quint, bu işe muvâfakat etmek zorunda kalmıştı. Kilise yapmak için, birçok sütunlar daha yıkıldı ve câmide kalan sütun sayısı 812 ye kadar düştü. Yâni, en azdan 600 kıymetli mermer sütun yıkıldı. Yapılan kilise, câmiin ortasında haç şeklinde 52x12 metre ebatında çirkin bir binâ olarak kendini gösterdi. Charles Quint, bizzat Kurtubaya gelerek bu kiliseyi gördü. Çok üzüldü, (Yaptığınız vahşeti görünce, size bunun için izin verdiğime çok pişman oldum. Dünyada bir benzeri bulunmayan, bu güzel eseri böylece tahrîb edeceğinizi bilseydim, size müsâ'ade etmez ve hepinizi cezâlandırırdım. Yaptığınız bu çirkin kilise, eşi her yerde bulunan âdî bir binâdan ibârettir. Hâlbuki, bu haşmetli câmiin bir nâzîrini yapmak imkânı yoktur) dedi. Bugün bu haşmetli binâyı ziyâret edenler, harap olmasına rağmen, İslâm mi'mârîsinin bu büyük eserinin güzelliği, büyüklüğü karşısında hayrân kalmakta, ortada bir cüce gibi görünen kilisenin hâline acımakta ve böyle bir haşmetli eserin bu hâle gelmesine müteessir olmaktadırlar.) Spaneienden tercüme tamam oldu.

Yukarıda okuduğunuz yazı, hıristiyanlardan kurulmuş ve içlerinde din adamı papazların da bulunduğu bir hey'et tarafından yazılmıştır. Sırf hakîkattir. İşte görünüz:Kim zorla din değiştirtmiş, kim ibâdet yerlerini yakıp yağmalamış, kim zulüm yapmış, siz de öğreniniz. Kurtubadaki câmiin ismi bugün (La Mezquita Kilisesi)dir. Bu kelime “Mescid” isminden gelmektedir.Ya'nî, hâlâ bu binâ mescid ismini taşımakta, onu ziyâret edenler, bir kilise değil, islâm medeniyetinin bir büyük ve haşmetli eseri olarak görmektedir.

Abdürreşîd İbrâhîm efendi 1328 [m. 1910] da İstanbulda basılan türkçe (Âlem-i İslâm) kitabının ikinci cildinde, (İngilizlerin islâm düşmanlığı) yazısının bir yerinde diyor ki: (Hilâfet-i islâmiyyenin birân evvel kaldırılması, ingilizlerin birinci düşünceleridir. Kırım muhârebelerine sebep olmaları ve burada türklere yardım etmeleri hilâfeti mahv etmek için bir hîle idi. Pâris muâhedesi, bu hîleyi ortaya koymaktadır. [1923 de yapılan Lozan sulhunde yaptıkları teklîflerinde de, bu düşmanlıklarını açıkça bildirmişlerdir.] Her zaman türklerin başına gelen felaketler, hangi perde ile örtülürse örtülsün, hep ingilizlerden gelmiştir. İngiliz siyâsetinin temeli, islâmiyeti yok etmektir. Bu siyâsetin sebebi, islâmiyetten korkmalarıdır. Müslümanları aldatmak için, satılmış nâmussuzları kullanmaktadırlar. Bunları islâm âlimi, kahraman olarak tanıtırlar. Sözümüzün hulâsası, islâmiyetin en büyük düşmanı ingilizlerdir.) [Abdürreşîd efendi, 1944 de Japonyada vefât etti.]Amerikalı hukûk ve siyâset adamlarından Bryan William Jennings, kitapları, konferansları ve 1891 ile 1895 arasında ABD kongresi Temsilciler meclisinde âzalık yapması ile meşhûrdur. 1913-1915 arasında ABD hâriciye vekîli idi. 1925 de öldü. (Hindistânda İngiliz hâkimiyyeti) kitabında, ingilizlerin islâm düşmanlığını, vahşetlerini ve zulmlerini uzun yazmaktadır.

Hıristiyanların müslümanlara yaptıkları zulmlerin, işkencelerin en vahşîsi, en canavarcası, ingilizler tarafından Hindistânda yapılmıştır. Hindistândaki islâm âlimlerinin büyüklerinden, allâme Fadl-ı Hak Hayr-âbâdî (Es-sevret-ül-Hindiyye), yâni (Hindistân ihtilâli) kitabının ve Mevlânâ gulâm Mihr Alînin buna yaptığı (El-yevâkît-ül-mihriyye) hâşiyesinin 1384 [m. 1964] Hind baskısında diyorlar ki:İngilizler, ilk olarak, 1008 [m. 1600] senesinde, Hindistânda Kalküte şehrinde, ticârethâneler açmak için Ekber şâhdan izin aldılar. Şâh-ı Âlem zamanında Kalkütede erâzî satın aldılar. Bunları muhâfaza için asker getirdiler. 1126 [m. 1714] da sultan Ferruh Sîr şâhı tedâvî ettikleri için, bütün Hindistânda, bu hak kendilerine verildi. Şâh-ı Âlem-i sânî zamanında Delhîye girerek, idareye hâkim oldular. Zulme başladılar.Hindistândaki vehhâbîler, 1274 [m. 1858] de, sünnî, hanefî ve sôfî olan sultan ikinci Behâdir şâha, bid'at ehli, hattâ kâfir dediler. Bunların ve hindu kâfirlerinin ve hâin vezîr Ahsenullah hânın yardımı ile, İngiliz askeri Delhî şehrine girdi. Evleri, dükkânları basıp, malları, paraları yağma ettiler. Kadınları, çocukları dahî kılınçtan geçirdiler. İçecek su bile bulunmaz oldu. Hümâyûn şâhın türbesine sığınmış olan çok yaşlı şâhı, çoluk çocukları ile, elleri bağlı olarak, kal'a tarafına götürdüler. Patrik Hudson, yolda şâhın üç oğlunu soydurup, don ve gömlekle bırakıp, göğüslerine kurşun sıkarak şehit etti. Kanlarından içti. Cesedlerini kal'a kapısına astırdı. Birgün sonra, başlarını İngiliz kumandanı Hanri Bernarda götürdü. Sonra, başları suda kaynatıp, Şâha ve zevcesine çorba olarak götürdü. Çok aç olduklarından, hemen ağızlarına koydular. Fakat çiğneyemediler, yutamadılar. Ne eti olduğunu bilmedikleri hâlde, çıkarıp toprağa bıraktılar.Hâin papaz Hudson, niçin yimediniz? çok güzel çorbadır. Oğullarınızın etinden yaptırdım dedi. Sonra sultanı, zevcesini ve diğer yakınlarını Rangon şehrine nefy ve habs ettiler. Sultan 1279 da zindanda vefât etti. Delhîde üçbin müslümanı kurşunlıyarak, yirmiyedi bin kişiyi de keserek şehit ettiler. Ancak, gece kaçanlar kurtulabildi. Hıristiyanlar, diğer şehirlerde ve köylerde de sayısız müslümanları öldürdüler. Tarihi sanat eserlerini yaktılar. Eşi bulunmıyan, kıymet biçilemiyen zînet eşyalarını gemilere doldurup Londraya götürdüler. Allâme Fadl-ı Hak 1278 [m. 1861] de Endoman adasında, zindanda şehit edildi.

28.12.1994 tarihli Türkiye gazetesi takviminde diyor ki, Hindistân ingiliz müstemlekesi iken, Amir şehrinde, bisikletle dolaşan bir ingiliz kızı ile alay ettikleri için, orada bulunan müslümanlardan yetmiş kişi kurşuna dizilerek öldürülüyor. Vâlîye bunun sebebi soruldukta, (Bir ingiliz kızı, onların tanrılarından daha azîzdir) demiştir. 31.12.1994 tarihli Türkiye gazetesindeki bir resimde, sokakta kanlar içinde yatan bir boşnak kızı ile yanında bir sırb askerinin kahkaha ile güldüğü görülmektedir. Resmin altında, (Saraybosnada, kasım 1994 de, yedi yaşındaki Nermin, hıristiyan canavarları tarafından böyle katledildi) yazılıdır.

1400 [m. 1979] senesinde ruslar Efganistanı işgâl ederek, islâm sanat eserlerini tahrîb ve müslümanları şehit etmeye başlayınca, evvelâ büyük âlim, velî İbrâhîm müceddidîyi, yüzyirmibir talebesi ve zevce ve kızları ile, kurşunlayıp şehit ettiler. Bu vahşetin, alçak hücûmun sebebi de ingilizler oldu. Çünkü, 1945 senesinde, rus ordularını mağlup ederek, Moskovaya girmek üzere olan, Alman devlet reîsi Hitler, radyoda, ingiliz ve Amerikalılara haykırarak, (Mağlubiyeti kabûl ediyorum. Size teslim olacağım. Bana müsâade ve fırsat veriniz. Rusya ile harbe devam edeyim. Rus ordusunu perîşân edeyim. Komünist felaketini dünyadan kaldırayım) dedi. İngiliz başvekîli Çörçil, bu teklîfi red etti. Amerikalılar ve İngilizler Ruslara yardıma devam ederek, ruslar gelmeden Berline girmediler. Rusların dünyaya belâ olmasını sağladılar.

Hıristiyanların yaptıkları muhtelif zulmleri saymak ve uzun uzadıya anlatmak istemiyoruz. Tarih, baştan başa bu zulmlerle doludur. Din nâmına yapılan Engizisyon (İnquisition) zulmleri, Sen Bartelmi (Saint Barthelemy) Fâciası ve buna benzer toplu katller, hıristiyanların mezhepleri farklı hıristiyanlara ve diğer dinlere karşı gösterdikleri akıl ermez vahşetleri birer birer teşhîr etmektedir. Müslüman hükümdârlar, müslüman kumandanlar, müslüman devlet adamları arasında hiçbiri, hiçbir zaman hıristiyanların yaptıkları gibi, zulmler yapmamış, bunları (din nâmına yapıyoruz) demek küstahlığında bulunmamış, müslüman âlemini hıristiyanlara karşı teşvîk etmemiştir. İslâmiyette hiçbir mahlûka zulüm yapmak câiz değildir. Bütün müslüman din adamları, zulme mani olmuştur. İşte, size küçük bir misâl:

(Fezleke-i tarih-i Osmanî) sekizinci baskısında ve mektep-i sultanî müdîri Abdürrahmân Şeref beğin (Tarih-i devlet-i Osmaniyye)sinin 1325 [m. 1907] deki üçüncü baskısında diyor ki, (Dâr-üs-se'âde ağası iken emekli olan Sünbül ağa Mısra giderken, gemisi Rodos açıklarında, Malta korsanları tarafından basılıp, ağa şehit edildi. Venedik gemileri Moraya asker çıkarıp çocuk ve kadın demeden, binlerce müslümanı öldürdü. Onsekizinci pâdişâh sultan İbrâhîm, çok merhametli idi. Hıristiyanların bu katli'âmını iştince pek üzüldü. 1056 [m. 1646] senesinde bunlara karşılık olarak, Osmanlı idaresinde müste'min [misafir] olarak bulunan hıristiyanlara kısâs yapılmasını [öldürülmelerini] emir ve ferman eyledi. O zamanda Şeyh-ul-islâm olan Ebüs-Sa'îd efendi, yanına Bostancı başıyı alarak pâdişâhın huzuruna çıktı. Böyle bir kararın ve haksız yere insan öldürmenin islâm dînine aykırı olduğunu bildirdi. Sultan İbrâhîm, bütün Osmanlı sultanları gibi, islâm dînine ve Allahü teâlânın kitabına çok bağlı olduğu için, bu nasihati kabûl ederek, kararından vazgeçti).

Şemsüddîn Sâmî bey, (Kâmûs-ül a'lâm)da diyor ki, (Sultan İbrâhîmin kaddi ve kâmeti mevzûn, yüzü, gözleri güzel idi. İyi ahlâkı ve cömerdliği ile meşhûr idi.) [Şemsüddîn Sâmi, 1322 [m. 1904] de İstanbulda vefât etti.]İşte islâm dîni budur. Müslüman din adamları, hıristiyanları ölümden kurtarırken, hıristiyan papalar, patrikler, papazlar, dünyayı müslümanları öldürmeye dâvet ediyorlardı. Bir de, küstahca karşımıza çıkarak, islâm dîninin vahşet dîni olduğunu iddiâya kalkışıyorlar! Îsâ aleyhisselâm, (sağ yanağınıza tokat atan kimseye sol yanağınızı da çevirin) buyurdu demektedirler.

[İngilizlerle yahudiler, yalanlarla, iftirâlarla ve para, mevkı' vaat ederek, müslüman evlatlarını aldatıp, Osmanlı İslâm devletini yıktılar. Gençler arasına dinsizlik modasını yaydılar.Kadınların, kızların açık gezmelerine, fuhşa, içkiye, ahlâksızlığa, dinsizliğe, ilericilik dediler. İslâm âlimlerini, islâm bilgilerini yok ettiler. İngiliz câsûsları, masonlar din adamı şekline girerek, islâmın güzel ahlâkını, ibâdetleri bozdular. İslâmiyet gitti. Yalnız adı kaldı. İttihâdcılar zamanında, kanûn yapanlar, beyler, pâşalar da, islâm düşmanı oldu. İslâmı yıkıcı kanûnlar çıkardılar. Dîne, îmana bağlılık, suç oldu. Bir çok müslümanı astılar, kestiler, Dînin emirlerini yaymaya, haramlardan sakınmaya bölücülük denildi. Emr-i mâruf yapanlara, yâni islâmiyeti doğru olarak söyleyenlere, yazanlara rejim düşmanı denildi. Elhamdülillah! Hıristiyanların, bu hücûmları şimdi kalmadı. Azîz yurdumuzda, islâm güneşi yeniden parlıyor. Düşmanların yalanları, hiyânetleri meydana çıktı. Hakîkî din bilgileri serbestçe yazılıyor. Şimdi her müslümanın bu hürriyete Şükretmesi, ecdadımızın, uğrunda canlarını feda ettikleri, mukaddes dînimizi, doğru olarak öğrenmeye çalışması lâzımdır. Evlatlarımıza, dînimizi öğretmezsek, şeriate uymaya alıştırmazsak, pusuda bekliyen düşmanlar ve bunlara satılmış olan ahmaklar, tekrar hücûm ederek, yavrularımızı aldatacaklardır. Bütün Avrupa, Amerika milletleri, öldükten sonra, tekrar dirilmeye, Cennetin, Cehennemin var olduğuna inanıyor. Kiliseleri, havraları, her hafta dolup taşıyor. Mekteplerinde, din dersleri, mecbûrî okutuluyor. Avrupalılara, Amerikalılara, akıllı, ilerici, medenî diyerek, yalan, içki, kumar, fuhuş ve zinâ yapmakta, onları taklîd etmekle öğünen kimse, onlar gibi inanmayınca yalancı olmuyor mu?Biz müslümanlar, hıristiyanlara câhil, ahmak ve gerici diyoruz. Çünkü onlar, Îsâ aleyhisselâmda ve annesinde ülûhiyyet sıfatı bulunduğuna da inanıp, onu put yapmışlar. Ona tapınıyor. Müşrik oluyorlar. Dünya işlerinde, Muhammed aleyhisselâmın şeriatine uygun olarak çalışanları, Allahü teâlânın nîmetlerine kavuşarak, rahat ve huzur içinde yaşıyorlar ise de, bu yüce Peygambere ve şeriatine inanmadıkları için, Cehennemde sonsuz yanacaklardır.]

Şimdi size hakîkî bir müslümanın nasıl hareket etmesi Îcap ettiğini göstermek için, Peygamberimizin bir mektûbunu aynen aşağıda naklediyoruz:

Peygamber efendimizin bütün müslümanlara hitâben yazdırdığı mektûb şöyledir: [Aslı Feridun beğin (Mecmû'a-i Münşea-tus-salâtîn) kitabı, birinci cilt otuzuncu sayfasındadır.]

(Bu yazı, Abdüllah oğlu Muhammedin bütün hıristiyanlara verdiği sözü belirtmek için yazılmıştır. Şöyle ki, Allahü teâlâ, kendisini rahmet ile müjdelemiş, insanlar üzerindeki emâneti muhâfaza edici kılmıştır. İşte bu Muhammed, bu yazıyı, müslüman olmayan bütün kimselere verdiği ahdi tevsîk için kaleme aldırdı.

Her kim ki, bu ahdin aksine hareket ederse, ister sultan, ister başkası olsun Allahü teâlâya karşı isyân ve dîn-i islâm ile istihzâ etmiş sayılır ve Allahü teâlânın lânetine lâyık olur. Eğer hıristiyan bir râhib [papaz] veya bir seyyâh [turist] bir dağda, bir derede veya çöllük bir yerde veya bir yeşillikte veya alçak yerlerde veya kum içinde ibâdet için perhiz yapıyorsa, kendim, dostlarım, arkadaşlarım ve bütün milletimle berâber onlardan her türlü teklîfleri kaldırdım. Onlar benim himâyem [korumam] altındadır. Ben onları, başka hıristiyanlarla yaptığımız ahdler mûcibince, ödemeye borçlu oldukları bütün vergilerden affettim. Haraç vermesinler veya kalbleri râzı olduğu kadar versinler. Onlara cebr etmeyin, zor kullanmayın. Onların dînî reîslerini makamlarından indirmeyin. Onları ibâdet ettikleri yerden çıkartmayın. Bunlardan seyâhat edenlere mani olmayın. Bunların manastırlarının, kiliselerinin hiç bir tarafını yıkmayın. Bunların kiliselerinden mal alınıp müslüman mescidleri için kullanılmasın.Her kim buna ri'âyet etmezse, Allahü teâlânın ve Resûlünün kelâmını dinlememiş ve günaha girmiş olur.Ticâret yapmayan ve ancak ibâdet ile meşgûl olan kimselerden, hernerede olurlarsa olsunlar, (cizye) ve (garâmet) gibi vergileri almayın. Denizde ve karada, şarkta ve garbda, onların borçlarını ben saklarım. Onlar benim himâyem altındadır. Ben onlara (emân) verdim. Dağlarda yaşayıp ibâdet ile meşgûl olanların ekinlerinden haraç [vergi] almayın. Ekinlerinden Beyt-ül-mâl [Devlet hazînesi] için hisse çıkartmayın. Çünkü, bunların ziraati, sırf nafakalarını temîn etmek için yapılmakta olup, kâr için değildir. Cihâd için adam lâzım olursa, onlara baş vurmayın. Cizye [varlık vergisi] almak gerekirse, ne kadar zengin olurlarsa olsunlar, ne kadar malları ve mülkleri bulunursa bulunsun, yılda oniki dirhemden daha fazla vergi almayın. Onlara zahmet, meşakkat teklîf olunmaz. Kendileriyle bir müzâkere yapmak Îcap ederse, ancak merhamet, iyilik ve şefkat ile hareket edilecektir. Onları, dâimâ merhamet ve şefkat kanadları altında himâye ediniz! Nerede olursa olsun, bir müslüman erkekle evli olan hıristiyan kadınlara, fena muamele etmeyin. Onların kendi kiliselerine gidip, kendi dinlerine göre ibâdet etmelerine mani olmayın. Her kim ki, Allahü teâlânın bu emrine itaat etmez ve bunun zıddına hareket ederse, Allahü teâlânın ve Peygamberinin emirlerine isyân etmiş sayılacaktır. Bunlara kilise tâmîrlerinde yardımcı olunacaktır. Bu ahdnâme [sözleşme] kıyâmet gününe kadar devam edecek, dünya sonuna kadar değişmeden kalacak ve hiç bir kimse bunun aksine bir harekette bulunamayacaktır.)

Bu ahdnâme Hicretin ikinci senesi, Muharrem ayının üçüncü günü, Medîne-i münevverede Mescid-i saadette Ali bin Ebî Tâlibe yazdırılmıştır. Altındaki imzalar:

Muhammed bin Abdüllah Resûlullah.

Ebû Bekr bin Ebî-Kuhâfe, Ömer bin Hattâb, Osman bin Affân, Ali bin Ebî Tâlib, Ebû Hüreyre, Abdüllah bin Mes'ûd, Abbâs bin Abdülmuttalib, Fadl bin Abbâs, Zübeyr bin Avvâm, Talha bin Abdüllah, Sa'd bin Mu'âz, Sa'd bin Ubâde, Sâbit bin Kays, Zeyd bin Sâbit, Hâris binSâbit, Abdüllah bin Ömer, Ammâr bin Yâsir.

Görüyorsunuz ki, sevgili Peygamberimiz başka dinden olan kimselere son derecede merhamet ve şefkat ile muamele edilmesini emretmektedir.

Şimdi bir de 4000 kilise yıktığı iddiâ olunan Ömer radıyallahü anhın halîfeliği zamanında İlya ehâlîsine verdiği (Emân)ın tercümesini okuyalım. Hıristiyanlar İlyâs aleyhisselâma İlyâ derler. Kudüs şehrine de İlyâ diyorlar.

(İşbu mektûb, müslümanların Emîri Ömer-ül-Fârûkun İlyâ ehâlîsine verdiği emân mektûbudur ki, onların varlıkları, hayatları, kiliseleri, çocukları, hastaları, sağlam olanları ile diğer bütün milletler için yazılmıştır. Şöyle ki:

Müslümanlar onların kiliselerine zorla girmeyecek, kiliseleri yakıp yıkmayacak, kiliselerin her hangi bir yerini tahrîb etmeyecek, mallarından bir habbe (danecik) bile almayacak, dinlerini ve ibâdet tarzlarını değiştirmeleri ve islâm dînine girmeleri için kendilerine karşı hiçbir zor kullanılmayacak. Hiçbir müslümandan en ufak bir zarâr bile görmeyecekler. Eğer kendiliklerinden memleketten çıkıp gitmek isterlerse, varacakları yere kadar canları, malları ve ırzları üzerine, emân verilecektir. Eğer burada kalmak isterlerse, tamamen te'mînât altında olacaklar. Yalnız İlyâ ehâlîsi kadar cizye [gelir vergisi] vereceklerdir. Eğer İlyâ halkından bazıları rum halkı ile birlikte, âile ve malları ile berâber çıkıp gitmek isterlerse ve kiliselerini ve ibâdet yerlerini boşaltırlarsa, varacakları yere kadar canları, kiliseleri, yol masrafları ve malları üzerine emân verilecektir. Yerli olmayanlar, ister burada otursunlar, isterlerse gitsinler, ekin biçme zamanına kadar, onlardan hiç bir vergi alınmayacaktır.

Allahü azîmüşşânın ve Resûlullahin emirleri ve bütün islâm halîfelerinin ve umûm müslümanların verdiği sözler, işbu mektûbda yazılı olduğu gibidir.)

İmza:

Ömer-ül-Fârûk

Şâhitler:

Hâlid bin Velîd

Amr İbnil'âs

Abdürrahmân bin Avf

Muaviye bin Ebî Süfyân.

Ömer, Kudüse teşrîf etti. Hıristiyanlar cizye vermeyi kabûl ederek, Kudüsün anahtarlarını Ömer radıyallahü anha teslim ettiler. Böylece kendi devletleri olan Bizansın ağır vergi ve işkencelerinden, eziyyet ve cefâlarından ve zulmlerinden kurtuldular. Çok kısa bir zamanda, düşman zannettikleri müslümanlardaki, adalet ve merhameti açıkça gördüler. İslâmiyetin, iyilik ve merhameti emreden, insanları dünya ve âhiret saadetine kavuşturan bir din olduğunu anladılar. En küçük bir zorlama ve korkutma olmadan bölük bölük, mahalle mahalle islâmiyeti kabûl ettiler.

Yukarıdaki iki vesikayı tedkîk ederseniz, yine göreceksiniz ki, hakîkî müslümanlar, hakîkî din rehberleri, diğer bütün dinlere karşı büyük bir müsâmeha göstermişler, değil hıristiyan ve yahudileri zorla müslüman yapmak ve onların ibâdethânelerini tahrîb etmek, aksine, onlara yardım, hattâ kiliselerini tâmîr etmişlerdir.Müslümanlar arasından hıristiyanlara fena muamele edenler çıkmamış mıdır?Belki çıkmıştır. Fakat bunlar, hem miktârca çok az, hem de dînimizin emirlerini bilmiyen câhiller idi. Bunlar, nefslerine uyarak hareket etmişler ve cezâları bizzât müslümanlar tarafından verilmiştir. Aklı başında olup, islâmiyetin emirlerini iyi bilen hiçbir müslüman, onlara tâbi olmamıştır. Yalnız ismleri müslüman olan bu kimseler, yalnız hıristiyanlara değil, müslümanlara da zulmetmişlerdir. Bunların hareketlerinin müslümanlık ile hiçbir alâkası [ilgisi] yoktur. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde Nisâ sûresi 168. âyetinde meâlen, (Allahı inkâr edenleri ve zâlimleri hiç bir zaman affetmem) buyurmuştur.

Kur'an-ı kerimin tefsîrleri tedkîk edilirse, görülür ki, Allahü teâlâ, insanlara dâimâ merhamet ve şefkat ve af ile muamele etmeği, kendilerine fenalık yapanları affetmeği, dâimâ güler yüzlü ve tatlı sözlü olmayı, sabrlı hareket etmeği, işlerinde dâimâ dostlukla anlaşmayı emretmektedir. Peygamberimizin dâimâ sulhu tavsiye ettiğini, kendisine karşı çıkanlara bile şefkat elini uzattığını, bütün dünya tarihleri yazmaktadır.

Hıristiyan din adamlarının, bütün bu hakîkatlere gözlerini yumarak, islâm dînini bir vahşet dîni olarak göstermesi ve genç hıristiyanları böyle terbiye etmesi yüzünden, ilk defa olarak, müslüman memleketlerine gelen zevallı hıristiyanların evvelâ ne kadar korktuklarını, sonra hakîkati öğrenip, ne kadar hayret ettiklerini, size birkaç misâl ile göstermek istiyoruz. Aşağıdaki yazıları, bu husûsta yazılmış hıristiyanların kitaplarından alıyoruz. İstanbulda yaşamış Bayan Georgina Max Müllerin 1315 [m. 1897] de neşredilmiş olan (Letters from Constantinople = İstanbuldan Mektûblar) eserinde şöyle yazılıdır:

(Mektepte okurken, bize müslümanların vahşî, hele Türklerin büsbütün gaddar olduğu öğretilmişti. Onun için,Hâriciye Bakanlığında memur olan oğlumun İstanbula tâyîn edildiği haberini alınca, ne kadar korktuğumu, ne kadar üzüldüğümü tarif edemem. Hâlbuki, hayatımın en güzel günleri İstanbulda geçti. Oğlum İstanbula gidince, zevcim Prof. Müllerle birlikte, onu ziyârete karar verdik. Zevcim bilhâssa tarihi hâdiseler üzerinde tedkîkler [etüd] yapan ve dünyaca meşhûr bir kimse idi. O, benim kadar Türklerden korkmuyordu ve bu tarihi yerlerde bazı araştırmalar yapmak istiyordu. Ben, endişe ile seyâhate hazırlanıyordum. Acaba bu vahşî müslümanlar(!), bize nasıl muamele edeceklerdi?Nihâyet, İstanbula geldik. İstanbulun latîf manzarası, üzerimizde çok hoş bir te'sîr yaptı. Fakat, asl bizi şaşırtan, kendileri ile temas ettiğimiz müslümanlar oldu. Bunlar son derece nâzik, son derece kibâr, son derece medenî insanlardı. İstanbulun kalabalık sokaklarından geçerken, yâhut bir câmii ziyâret ederken veyahut tenhâ yerlerde terk edilmiş, Bizans eserlerini gezerken, her hangi bir korku veya tehlike düşüncesi aklımızdan geçmedi. Bütün tesâdüf ettiklerimiz, bize son derecede dost davrandılar. Dâimâ sühûlet gösterdiler.Başka bir dinden olmamız, onların üzerinde hiç bir zaman, fena bir te'sîr yapmadı. Onlar, diğer dinlere de kendi dinleri kadar hurmet ediyorlardı. Bunları gördükçe, bize yanlış bilgi ve terbiye verenlere ne kadar kızıyordum. Bize öğretildiğinin tâm aksine, onlar Îsâ aleyhisselâmdan nefret etmiyorlar, aksine Ona da, Peygamber olarak inanıyorlardı. Bizim âyinlerimize müdâhale etmiyor, ibâdetlerimizle alay etmiyorlardı. Bize, bir insan olarak hurmet ediyorlar, bizim, müslümanları şeytana uymuş Allahsızlar olarak görmemize mukâbil, onlar dînimize karşı, en ufak bir fena kelime bile kullanmıyorlardı.

Bize öğretilen (Müslümanlık ile medeniyet cem' olamaz) lâfı, küçük bir hakîkat çekirdeğinin çok şişirilmesi yüzünden meydana gelmiş olacak. Bu hakîkat çekirdeği, müslümanların kendi âdet ve örflerine çok sâdık olmaları ve onun için garblıların medeniyet zannettikleri bazı kötü âdetleri, kendi islâm örf ve âdetlerine uymadığı için, kabûl etmemeleridir. Hâlbuki dikkat ile mülâhaza edilecek, düşünülecek olursa, bunlar önemsiz şeylerdir ve hakîkî medeniyet ile hiçbir alâkaları yoktur.

Türkler, âdetlerine ve müslümanlığın güzel ahlâkına son derecede sâdıktır. Günlük hayatlarını tanzîm ederlerken, dâimâ bunlara ri'âyet ederler. Türkler, bence en iyi müslümanlardır. Îrânda, Arabistânda tanıdığım müslümanlarla kıyâs ettiğim zaman, Türklerin çok daha hakîkî müslüman olduklarını gördüm. Türklerin nasıl kalbden gelen bir samîmiyyet ile müslümanlık vazîfelerini ifâ ettiklerini görmek, insana büyük bir zevk veriyor ve insanı onlara daha çok yaklaştırıyor. Onlara karşı muhabbet ve hurmet hâsıl oluyor. Sokaklarda, bahçelerde, çarşılarda, dükkânlarda halkın, asker, hammal, hattâ dilenci olsun, nasıl diz çöküp secdeye kapandığını veya ellerini ileri uzatarak duâ ettiğini görebilirsiniz. Fakat, bütün bunlar gösteriş için yapılmaz. Îmanı hâlis olan müslüman, kısa süren ibâdet vazîfesini tamamladıktan sonra, tekrar işinin başına döner. Müslüman, Kur'an-ı kerimde yazılı olan ahlâk esaslarına tâm bağlıdır. Fakat, şunu unutmıyalım ki, güzel ahlâk esasları onüçbuçuk asırda n beri hiç bozulmadan devam etmiştir. Bugün bir Avrupa başşehrinde bunların çoğu bilinmemektedir. İşte bugün, müslümanları medeniyet düşmanı olarak gösteren husûs, Avrupalıların Muhammed aleyhisselâmın koymuş olduğu güzel ahlâk esaslarını bilmemesinden ileri gelmektedir.Hâlbuki, bu büyük Peygamberin, (Ben bir insandan başka bir şey değilim.Size Allahın bir emrini bildirdiğim zaman, onu hemen kabûl edin. Fakat, dünya işleri hakkında kendiliğimden bir şey söylersem, bu Allahın emri değildir. Bunu ben insan olarak söylerim) dediğini işitmemişe benziyorlar. Fen bilgileri, Muhammed aleyhisselâmın zamanından bu zamana kadar çok değişmiştir. O zaman yapılanların, sonradan hâsıl olan şartlara göre değiştirilmesini, islâm dîni emretmektedir. Eğer bunlar, bu günün îcâblarına göre yapılacak olursa, islâm dînine hiç bir halel gelmeyecek, aksine, onun medenî bir din olduğu meydana çıkacaktır.

Türkler, diğer din mensûblarına karşı gösterdikleri nezâketi o kadar ileri götürmüşlerdir ki, bugün devletin birçok fen ve tekniğe âid iş yerlerinde hıristiyanlar bulunmaktadır. O hâlde, niçin din bilgileri ile fen bilgilerini birbirinden ayırmıyoruz? Mamâfih, unutmıyalım ki, garbda din ve fen işleri sonradan birbirinden ayrılmış, hıristiyan papazlarını, dîni siyâsete âlet etmekten güçlükle uzaklaştırabilmişlerdir.Hıristiyanlarda, dîni dünya menfaatlerine âlet etmenin zararlarını anlamak kolay olmamıştır. Evet, Allahü teâlânın emirlerinde tahrîfât yapılamaz. İbâdetler, adalet ve ahlâk üzerinde Peygamberlerin bildirdikleri esasların devam etmesi lâzımdır. Meselâ, İskoçya kilisesi, kilisede org çalınmasının günah olduğunu bildirmiş ve (kilisesine orgu kabûl edenlerin Cehenneme gideceğini) ilân etmiştir. Kilisenin bu hareketi, dünya işlerinde kullanılan fen veya zevk âletlerinin, din işlerine karıştırılmasının, doğru olmadığını göstermektedir. Osmanlı devletinde de, tıpkı Avrupada olduğu gibi, bazı câhiller, fende ve âdette olan yeniliklere karşı çıkmışlar, fen üzerindeki her yeniliği, (Şeytan işi) diye red ederek, islâm dînine iftirâ etmişlerdir.Zamanla müslümanlar, kendilerini muhakkak bu câhil yobazlardan kurtaracaklardır diyen bayan Georgina yazısına şöyle devam etmektedir:

Avrupalılar, Türkleri zâlim ve gaddar olarak kabûl eder. Fakat, onların gaddarlığı hakkında zikredilen hikâyelerin menba'ı, hep Orta çağa âiddir. Elimizi kalbimiz üzerine koyarak insâf ile şunu itiraf edelim:Acaba Avrupalılar, Orta çağda gaddarlık yapmamışlar mıdır?Bana kalırsa, biz Avrupalılar o zamanlar, çok zâlimdik. Bizim tarihimiz zulüm ve işkencelerle doludur. Hâlbuki, Kur'an-ı kerimde harblerde dahî, esîrlere merhamet edilmesi, din adamı, ihtiyâr, kadın ve çocuklara hiç dokunulmaması emrolunmaktadır. Kur'an-ı kerimin bu emirlerine uymıyan müslüman kumandanları çıkmışsa, bunlar, Kur'an-ı kerim okuyamamış ve din bilgilerini, câhil din adamlarından öğrenmiş olan kimselerdir. Kur'an-ı kerimin her lisana tercüme ve tefsîr edilmesi çok yerinde olacaktır. Fakat zannediyorum ki, bunun için daha zaman lâzımdır. Çünkü, bütün müslüman memleketlerinde, Arabîden başka bir dili din işlerinde kullanmak, günah sayılmaktadır. Bundan birkaç sene evvel Hindistânda Madrasta bir müslüman, câmide Kur'an-ı kerimden birkaç âyeti arabca yerine hindce okuduğu için lânet edilmişti. [Çünkü bu, Kur'an-ı kerimin mânasını bildirmek için değil, Kur'an olarak okunmuştu.] Kur'an-ı kerim çok medenî ve mantıkî bir din kitabıdır. Bazı müslümanlar, Kur'an-ı kerimi bilmemekte, yobazların elinde oyuncak olmakta, onların saçma akîdelerini, fikirlerini, inançlarını kabûl etmeye mecbûr kalmaktadırlar. Hâlbuki, Kur'an-ı kerimi tedkîk eden islâm âlimleri, dinlerinin ne kadar faydalı bir din olduğunu, bazı yerlerde telkîn edilen bozuk fikirlerin, Kur'an-ı kerime hiç uymadığını görmektedir. Ben size açıkça söyliyorum ki, MÜSLİMÂNLIK ve HIRİSTİYANLIK gibi, bütün ana hatları birbirinin aynı olan iki din daha yoktur. Bu iki din, birbirinin kardeşidir, aynı babanın iki evladı gibidir. Aynı ruhdan mülhemdir)demektedir. [Bu mektûbu yazan madam, çocuk iken işittiği iftirâların te'sîri altında kalarak böyle söylemekte ve zannetmektedir. İşin aslı ise, bunun tamamen aksidir.Kur'an-ı kerim, birçok lisana tercüme edilmiş ve tefsîrleri yapılmıştır. Ancak bu tefsîrleri ve tercümeleri (Kur'an-ı kerim) zannetmek ve ibâdette, namazda okumak yanlıştır.]

Yukarıdaki mektûb, birçok hakîkatleri meydana koymaktadır. İslâmiyet, Kur'an-ı kerimin başka dillere tefsîrini, açıklanmasını aslâ men etmemiştir. İslâmiyet, Kur'an-ı kerimin, gerek gizli maksadlarla, hâin emellerle, gerekse bilmiyerek, değil başka dillere, arabîye bile yanlış ve bozuk olarak tercüme edilmesini yasak etmiştir. Peygamberimiz, (Kur'an-ı kerimi kendi anlayışına göre tercüme eden kâfir olur) buyurdu. Herkes, kendine göre mâna verirse, Kur'an-ı kerimin mânaları hatâlı olur.Her kafadan farklı sesler çıkar. İslâm dîni de, hıristiyanlık gibi anlaşılmaz, bozuk bir hâl alır. Peygamberimiz, Kur'an-ı kerimin, başından sonuna kadar mânasını Eshâbına bildirdi. Murâd-ı ilâhînin ne olduğunu anlattı. Eshâb-ı kirâm da, bunları Tâbiîne bildirdiler. Bunlar da kitaplara yazdılar.Binlerle tefsîr kitabı meydana geldi. Birçok fârisî ve türkce tefsîr kitabı ve binlerce din kitabı basılmıştır. Fârisî tefsîrlerden birisi, meşhûr (Mevâhib-i aliyye) tefsîridir. Bu tefsîri, Hüseyn Vâiz kâşifî, Hirât şehrinde, bu hıristiyan madam dünyaya gelmeden üçbuçuk asır evvel yazmıştır. [Hüseyn Vâiz 910 [m. 1505] de Hirâtta vefât etti.] Osmanlı sultânları ve âlimleri, bu tefsîrinin çok kıymetli olduğunu bildirmişler, türkceye tercüme ederek, (Mevâkib) tefsîri ismini vermişlerdir. Madrasta câmide lânet olunan kimse, İslâm dînini bozmak isteyen bir zındık, bir islâm düşmanı idi.Kur'an-ı kerime yanlış, bozuk mâna verdiği için lânet olunmuştur. Ona lânet edenler, fârisî ve hind dilinde kitaplar yazmış olan büyük islâm âlimleri idi.

Şimdi diğer bir yabancı kadının bu husûsta neler düşündüğünü inceliyelim. Aşağıdaki satırlar, 1881 ile 1907 [1325] seneleri arasında İstanbulda yaşamış olan İngiliz bayan Dorina L. Neave'ın (Twenty six years on the Bosphorus = Boğaziçinde 26 yıl) ismindeki eserinden alınmıştır.

Bayan Neave de, müslümanların kibârlığından, diğer din mensûblarına karşı gösterdikleri nezâketten bahs ettikten sonra, kendisine göre, İslâm dîninde gördüğü bazı noktalara temâs ediyor ve bunlardan şikâyet ediyor. Şimdi onun yazdıklarını okuyunuz:

(Burada Muharrem âyîni diye bir müslüman merâsimi var. Bu kadar sene İstanbulda kalmama rağmen, ben bu merâsimi görmeye gitmedim. Çünkü gidenlerin anlattıklarına göre, bu müslüman merâsimi çok feci, çok vahşî imiş. İnsanlar yarı beline kadar çıplak olarak oraya geliyor, (Yâ Hasen,Yâ Hüseyn) diye bağırarak ellerinde bulunan zincirleri vücûdlarına şiddet ile vurmakta ve kan revân içinde kalmakta imişler).

Bayan Neave dostlarının iştirâk ettiği bir Rıfâ'î âyîni hakkında da şunları yazıyor: (Dostlarımın anlattığına göre, feryâd eden dervişler [yâni Rıfâ'îler] bele kadar çıplak bir hâlde, sıraya girmişler.Yüksek sadâ ile şehâdet getiriyor, aynı zamanda yavaş yavaş öne arkaya doğru sallanıyorlarmış. Ondan sonra hareketlerini gittikçe hızlandırarak, bir yandan da korkunç çığlıklar ve nâralar atarak, âdetâ bir nev' vecde gelerek veya sar'a nöbetine kapılarak, kendilerini gayb edinciye kadar havalarda sıçrayıp duruyorlarmış. Ellerindeki bıçakları vücûdlarına saplıyorlarmış. Aralarında, kan içinde kalıp, yere yuvarlananlar da varmış. Bu hâlde iken, onların tam mübârek ve kudsî bir hâle geldiğini kabûl eden Türk kadınları, evlerinden getirdikleri hasta çocuklarını iyileşsin diye, onların ayakları altına koyuyormuş. Çünkü, eğer bu Rıfâ'îler bu hâlde iken çocukları çiğnerlerse, onların bütün hastalıklardan kurtulacaklarına inanıyorlarmış. Zannediyorum ki, bu çıldırmış adamların küçük çocukların vücûdlarına basarak yaptıkları tedâvî, muhakkak onları öldürmekte ve böylece, bütün hastalıklardan kurtarmaktadır.Nasıl oluyor da, böyle şeylere inanıyorlar?Bu Rıfâ'îlerin, tekkelerinde bağırmaları, tekkenin içini kaplıyan fena sarmısak ve nefes kokusu, buraya girenlerin mi'delerini bulandırıyormuş. Bana bunları anlatan dostlarım, (Bu hareketler bize Kurûn-ı vüstâ vahşetlerini hâtırlattı. Bu kadar ibtidâî âdetleri, hiçbir yerde görmedik. Bu mahûf, dehşetli manzara karşısında, hasta olduk) dediler.)

Şimdi bu iki yazıyı biraz daha tedkîk edelim. Bayan Müller yazdıklarında haklıdır. İslâm dînini oldukca iyi tedkîk etmiştir. Bayan Neave ise, tamamen hatâ etmektedir. İslâm dîni ile hiçbir alâkası olmıyan câhillerin ortaya çıkardıkları, Muharrem âyîni ile, yine islâm dîni ile hiçbir alâkası bulunmıyan Rıfâ'î âyînini, islâm dîninin esaslarından zannetmiş, bu dînin vahşî ve ibtidâî olduğu kararına varmıştır.Bu âyinleri seyyid Ahmed Rifâ'î hazretlerinden sonra, din câhilleri uydurmuşlardır. [Seyyid Ahmed Rifâî, 578 [m. 1183] de Mısrda vefât etti.]Bir islâm memleketinde senelerce oturduğu hâlde, yüzlerce medresede, okutulan fen ve din derslerini ve câmilerde yüzbinlerce müslümanın abdest alarak tam bir beden ve kalb temizliği ile, büyük bir huşû' ve nizâm içinde kıldıkları namazları görmiyerek, kulaktan duyduğu bir şeyin aslını dahî tahkîk etmeden, islâm dînini tahkîr etmek, birçok Avrupalıların yaptığı hatâlı iştir.Bunun da sebebi, koyu bir hıristiyanlık teassubu ve islâm düşmanlığıdır.

BayanGeorgina Müllerin teklîf ettiği Kur'an tercümesi ve dînin dünya çıkarlarına âlet edilmemesi, hakîkî din âlimlerinde ve bunlara tâbi olan hükûmetlerde her zaman tehakkuk etmiştir. Peygamberimizin haber vermiş olduğu, yetmişiki çeşit bozuk fırkadaki kimselerin ve islâm dînini içerden yıkan bölücü tarîkatçıların uydurma âyînleri de, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitapları sâyesinde İslâm dîninden uzaklaştırılmıştır. Bu büyük âlimler, Muharrem merâsiminin ve Rıfâ'î denilen tarîkatçıların, uydurma âyînlerinin islâm dîni ile hiçbir alâkası olmadığını, bütün dünyaya bildirmişlerdir. Böyle âyînler, islâm devletlerince men, yasak edilmiştir. Bunlar, (Fetâvâ-i hadisiyye) de ve (Mektûbât)'ın 266. mektûbu sonunda ve (Hadîka) ve (Berîka)da bildirilmiş, haram olduklarına fetvâ verilmiştir.

Müslümanlık, oyun, müzik, sihirbazlık, hokkabazlık yapmak değildir. Osmanlı devletinin Şeyh-ül-islâmlarından büyük âlim Ahmed ibni Kemâl efendi (El-münîre) kitabında diyor ki, “Şeyhe ve mürîde ilk lâzım olan şey, şeriate uymaktır.Şerî'at, Allahü teâlânın emir ve yasak ettiği şeyler demektir.Peygamberimiz buyurdu ki, (Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü yâhut ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat sözleri ve işleri şeriate uygun olmazsa, onun büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı olduğunu biliniz!)”. [Ahmed ibni Kemâl, 940 [m. 1534] de vefât etti.] Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği hakîkî islâm dîni, bütün hurâfelerden uzak, akl-ı selîme muvâfık bir dindir. İslâmiyette ilâhî kitap, Kur'an-ı kerimdir.Kur'an-ı kerimde, yalnız Allahü teâlâya ibâdet vardır ve bu ibâdet şeklleri de, Onun tarafından bildirilmiş olup, en kibâr, en vakarlı, en sıhhî ve ubûdiyyete, kulluğa en münâsib şekllerdir.Kur'an-ı kerimde bildirildiğine göre, bütün müslümanlar Allahü teâlânın indinde müsâvîdir, eşittir. Müslümanın müslüman üzerine üstünlüğü ancak ilim ve takvâ iledir.Takvâ, Allahü teâlâdan korkmak demektir.Kur'an-ı kerimde, Hucürât sûresi 13. âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın indinde en kıymetli, en üstününüz Ondan en çok korkanınızdır) buyurulmuştur.Kur'an-ı kerimde, insanları müslüman yapmak için, hiçbir şiddete, hiçbir zorlamaya yer verilmemiş, bil'aks yasak edilmiştir. Cihâd, îmanı, islâmı teblîg etmek, bildirmek için yapılır. Îman ettirmek için yapılmaz.Kur'an-ı kerimde insanlara dâimâ merhamet ve şefkat emrolunmaktadır.Bu emirlere kıymet vermiyenlerin müslümanlıkla irtibâtı kalmamıştır.

Bugünkü Kitap-ı mukaddeste hâlâ Allahü teâlânın emirlerinden kalmış parçalar vardır.Bu kısmlar, Kur'an-ı kerim gibi, insanlara, şefkati, merhameti emretmektedir. İslâm âlimleri, Tevrât ve İncîlde bulunan ve islâm dînine uygun olan kısmların Allahü teâlânın kelâmı olduğunu kabûl etmektedirler. Nasrâniyyet, esasında (Bir Allah)a îmanı emreden bir din idi. Teslîs denilen (üç Tanrı) fikri, yahudilerin nasrâniyyeti yıkma faaliyetlerinden ve yanlış tefsîrden ileri gelmiştir. Îsâ aleyhisselâm, (sağ yanağınıza tokat atan kimseye sol yanağınızı da çevirin) demekte, kendisine zulüm ve eziyyet yapanlar için (Allahım! Onların günahlarını affet! Çünkü onlar, ne yaptıklarını bilmiyorlar) diye yalvarmaktadır.Peki, her iki din de şefkatten ve merhametten bahs ederken, her iki din de sabr, hüsn-i zannesası üzerine kurulmuşken, niçin asırlarca, birbirine karşı bu kadar nefret ve gaddarlık hâsıl olmuş?Bu gaddarlıkları ve zulmleri, yalnız hıristiyanlar yapmışlardır. Bunu kendileri de itiraf etmektedirler.

Yukarıda bildirilen korkunç hâdiseler, hıristiyan papazların ve hıristiyan tarihçilerin eserlerinden alınmıştır. Eğer bu bilgileri islâm âlimlerinin eserlerinden almış olsaydık, belki şüpheye sebep olabilirdi. Müslümanlara karşı yapılan bu vahşet, bu zulüm ne kadar devam etti?Bunu, Engizisyon mahkemelerinin ne kadar devam ettiğini ecnebî menba'lardan meydana çıkaralım. Avrupa menba'larına göre, Engizisyon mahkemeleri, 578 [m. 1183] den 1222 [m. 1807] senesine kadar tam altı asır devam etmiş, İtalya, İspanya ve Fransada kurulan bu korkunç mahkemelerde, sayısız insanlar, yâ din uğruna, yâ da papazların maddî menfaatleri uğruna veya yeni fikirler ortaya koyduğu için, haksız yere öldürülmüş, yâhut diri diri yakılmış veya muhtelif işkencelerle telef edilmiştir.

İspanyadaki yahudilerle müslümanlar tamamen imhâ edilinceye kadar, bu mahkemelerde sürünmüşler, oğlunu bile bu mahkemelerde idama mahkûm ettiren İspanya kralı beşinci Ferdinand, (İspanyada artık ne müslüman, ne de dinsiz kaldı) diye iftihâr etmiştir. [Ferdinand 922 [m. 1516] de öldü.] Engizisyon mahkemeleri, yalnız diğer dinlerden olanları değil, bütün münevverleri yok ediyor, fennin ve ilmin ortaya koyduğu yenilikleri günah sayıyordu.

Dünyanın küre şeklinde [yuvarlak] olduğunu ve döndüğünü müslümanlardan öğrenerek, Avrupalılara nakileden Galile bile, bu beyanâtından dolayı, engizisyon mahkemesine sevk edilmiş, ancak sözünü resmen geri alarak halâs olabilmiş, kurtulabilmişti. Bu engizisyon mahkemelerini papazlar idare ediyor, bütün muamelat gizli yapılıyor, ictimâ'ları, muhakeme hey'eti toplantıları kapalı cereyan ediyordu. Engizisyon mahkemeleri insanlık tarihinin lekesi, hıristiyanlığın yüz karasıdır. İspanyada engizisyonu Napoleon Bonaparte 1222 [m. 1807] senesinde birçok müşkilât ile kaldırmış, onun düşmesinden sonra, tekrar canlanan bu vahşet ancak 1250 [m. 1834] de tarihe karışmıştır. Adedi pek fazla olan engizisyon mahkemelerinin kaç kişiyi ölüme mahkûm ettiği kat'î olarak mâlûm değil ise de, milyonları aştığı muhakkaktır. Çünkü, yalnız İspanyada küçük bir engizisyon mahkemesinin 28.000 kişiyi ölüme mahkûm ettiğini söylersek, adedi pek fazla olan bu mahkemelerin kaç kişiyi idam ettiği düşünülebilir.Harputlu İshak efendi, (Diyâ-ül-Kulûb) kitabında hıristiyanların müslüman ve yahudilere, katoliklerin de protestanlara ve protestanların katoliklere (din için) yaptıkları tecâvüzlerin, zulmlerin ve katliâmların bir Hesabını çıkartmıştır. Buna göre, haçlı seferlerinde, İmparator Theophil ve eşi Theodora zamanlarında yapılan, (hıristiyan olmıyanları [imhâ] öldürme) savaşında, Papa yedinci Gregorius tarafından verilen emir üzerine, yapılan toplu idamlarda, Ondördüncü asırda  insanları zorla hıristiyan yapmak için girişilen toplu öldürmelerde, Endülüs devletinde bulunan müslüman ve yahudilerin imhâ edilmesinde, katoliklerin Sen Bartelmi gecesinde ve ondan sonra İrlandada yaptıkları protestanları yok etmek cinâyetlerinde, İngiliz kraliçesi Elizabethin katolikleri katlettirmesinde ve buna benzer vahşetlerde, asgarî 25 milyon insanın hayatını gayb ettiğini hıristiyan tarihçiler yazmaktadır.

Bunlara Rusların 1321 [m. 1903] senesinde orta Asyada ve 1917 de Bolşevik [komünist] ihtilâlinde ve ondan sonra ve İkinci Cihan harbinden sonra bütün dünyada ve bilhassa 1406 [m. 1986] senesinde Efganistânda yaptıkları toplu katliâmlar da ilâve edilirse, rakam çok daha büyüyecektir.

Yukarıda yazılı ve çoğu hıristiyan kitaplarından alınan vesikalardan şu hakîkat meydana çıkmaktadır:

1 -  İslâm dîni, hiçbir zaman, vahşet dîni olmamış, müslümanlar, hiçbir zaman hıristiyanları imhâ için tecâvüz etmemiş, aksine îcâbında onları himâye etmiştir.

2 -  Buna mukâbil hıristiyanlar, birbirlerini müslüman ve yahudilere ve farklı mezhebe mensûb dindaşlarına karşı tahrîk etmiş, onları muhtelif mezâlime tâbi tutmuş, her vahşeti yapmış, Îsâ aleyhisselâmın dînini bir vahşet dînine çevirmişlerdir.

Bu gibi vahşetleri idare edenler, kendi şahsî menfaatleri [çıkarları] için veya memleketlerine iyilik yaptıklarını zannederek, yâhut yağma yapmak için veya kin ve intikâm hissi ile, kısaca din ile hiçbir alâkası olmıyan sebeplerden veya sırf din için mâsum insanların canına kıymışlardır.

Din, tertemiz ahlâk sahibi olmayı emreden, sırf merhamet, muhabbet ve büyüklere itaat, küçüklere şefkat emreden, insanları doğru yola götüren, şahsî menfaatler için kullanılması en büyük günah olan (ALLAHÜ TEÂLÂNIN RÂZI OLDUĞU YOL)dur. Dîni siyâsete [politikaya] âlet etmek, yâhut başka zararlı maksadlar ve menfaatler için kullanmak, birtakım câhilleri, din ismi altında, tahrîk etmek çok büyük bir günahtır. Gafûr ve rahîm olan Allahü teâlâ, en çok bu mâsiyyeti zem etmekte, kötülemektedir. Müslümanları öldürtmek için, kendi mukaddes kitabının emrine karşı çıkıp, insan toplayan bir papa, bir kardinal, din adamı sayılır mı? (Din elden gidiyor) diye müslümanları kendi pâdişâhları veya devlet adamları aleyhine kışkırtan yobazların islâmiyet ile ne alâkası vardır?Elhamdülillah ki, bugün artık din ve fen yobazlarının arkasından koşacak câhiller, ahmaklar pek kalmamıştır. Bugün hıristiyan gençleri ile müslüman gençleri, birbirlerinin dilini öğrenmekte, sür'atli nakil vâsıtaları [araçları] sâyesinde, kolayca birbirlerinin memleketlerine giderek, birbirleri ile tanışmakta ve anlaşmaktadır. Şimdi, hıristiyanlar da müslümanlığın vahşî bir din olmadığını görmekte, aslında iki dînin de aynı esasları emrettiğini anlamaktadırlar.

Bugün, birçok hıristiyanlar, tarihte okudukları hıristiyan zulmlerinden dolayı çok müteessir olduklarını, artık kendilerinin böyle düşünmediklerini, aksine islâm dînini en medenî din ve hakîkî müslümanları da kâmil, medenî, güzel ahlâklı, sevimli insan olarak tanıdıklarını bildirmektedirler. Hattâ, bunun aksini iddiâ edenlere gereken cevabı kendileri vermektedirler. Duâ edelim ki, artık bundan sonra, insanlar dîni, (DİN) olarak tanısınlar ve onu şahsî ve âdî maksadlar için kullanmak küstahlığında bulunmasınlar, elele verip, dinlere düşman olan komünistlerle mücâdele ederek, onların pençelerine düşmüş olan esîr milletleri, işkenceleri altında inleyen zevallı insanları hürriyete, insan haklarına kavuşturmak için çalışsınlar! Allahü teâlâ, bütün insanlara, kendi indinde yegâne hak din olan islâmiyet ile şereflenmeyi ve Ona tam tâbi olmayı nasip eylesin. Âmîn.

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol