iman_muslimanligi_secenler3_21-30

21 Bayan MAVİŞ B

HakikatKitabevi

Kitap-Download

(Müslimanlığı Seçenler1 21-30)

 

21 Bayan MAVİŞ B. JOLLY

(İngiliz)

Ben İngilterede hıristiyan olarak doğdum. Vaftiz edildim ve bugün elimizde bulunan İncîlde yazılı olanları öğrenerek büyüdüm. Çocukken kiliseye gittiğim zaman, muhtelif ışıklar, minberde yanan mumlar, müzik, günnük kokuları ve muhteşem elbiseler giymiş râhibler, üzerimde büyük bir te'sîr yapıyordu. Mânasını hiç anlıyamadığım duâlar okunurken, bunların âhengi beni ürpertiyordu. Sanırım ki, bu çocukluk zamanımda, ben koyu bir hıristiyandım. Fakat, zaman geçtikce ve benim tahsîl derecem yükseldikce, kafamda bazı sü'aller hâsıl olmaya başladı. O zamana kadar tam inandığım hıristiyanlık dîninde, bazı noksanlar bulmaya başladım. Gün geçtikce içimdeki şüphelerin arttığını görüyordum. Yavaş yavaş hıristiyanlıktan uzaklaşmaya başladım. Artık, hiç bir dîne inanmıyordum. Kilisenin çocukken beni kendisine hayrân eden o muhteşem manzarası, bir hayâl gibi gözümün önünden uçup gitmişti. Mektepten me'zun olduğumuz zaman, tâm mânası ile bir dinsiz (ateist) olmuştum. Fakat, bir müddet sonra, farkına vardım ki, hiç bir şeye inanmamak, insânın ruhunda derin bir ye's, zafiyet, boşluk bırakmaktadır. İnsanın muhakkak bir melce'e, bir dayanağa ihtiyacı vardır. Bunun için başka dinleri tedkîk etmeye başladım.

Evvelâ budistliği ele aldım. Onların (Sekiz Yol) adını verdikleri esasları iyice tedkîk ettim. Bu (Sekiz Yol)da çok derin felsefe ve çok güzel nasihatler vardı. Ama, insâna ne doğru bir yol gösteriyor, ne de doğru yolu seçebilmek için lüzûmlu bilgileri veriyordu.

Bu sefer Mecûsîliği tedkîke başladım. Ben üç tanrıdan kaçarken, bu dinde de karşıma birçok tanrı çıktığını gördüm. Sonra bu din, o kadar inanılmaz efsâneler, hurâfelerle doldurulmuştu ki, böyle bir dîni kabûl etmeye imkân yoktu.

Bundan sonra yahudiliği incelemeye başladım. Yahudilik benim için yeni bir din sayılmazdı. Çünkü, Kitap-ı mukaddesin (Ahd-i Atîk) denilen eski kısmı tamamen yahudilerin Tevrâtından alınmıştı. Fakat yahudilik de beni tatmîn edemedi. Evet, yahudiler tek Allaha inanıyorlardı ve ben bunu çok doğru buluyordum. Fakat ondan sonra her şeyi inkâr ediyorlar ve yahudi dîni, bir rehber olacak yerde, türlü karışık ibâdet şeklleri ve merâsimlerle dolu bir hâl alıyordu.

Dostlarımdan biri bana ispiritizme ile meşgûl olmamı tavsiye etti. (Ruhlarla konuşmak, din yerine geçer!) diyordu. Bu beni hiç tatmîn etmedi. Çünkü, ispiritizmenin insanın kendi kendini hipnotize etmesinden ibâret olduğunu, insan ruhunu hiç bir zaman besleyemiyeceğini pek çabuk anlamıştım.

İkinci Cihân Harbi sona ermişti. Ben bir ofiste çalışmaya başladım. Fakat, hâlâ ruhum bir din arıyordu. Birgün gazetede bir ilân gördüm. (Îsâ aleyhisselâmın ulûhiyyeti hakkında bir konferans verileceği ve bu konferansa her dinden adamların iştirâk edebileceği yazılıydı. Bu konferansı çok merak ettim. Çünkü, orada Îsâ aleyhisselâmın Allahın oğlu olup olmadığı münâkaşa edilecekti. Konferansa katıldım ve orada bir müslümanla tanıştım. Bu müslüman, kendisine sorduğum suâllere o kadar güzel, o kadar mantıkî cevaplar verdi ki, o zamana kadar, hiç aklıma gelmediği hâlde, islâmiyet ile meşgûl olmaya karar verdim. Müslümanların kudsî kitabı olan Kur'an-ı kerimi okumaya başladım. Bu kitapta beyan edilen hükmlerin, 20. asırda ki birçok tanınmış devlet adamlarının beyanlarından çok daha yüksek olduğunu, büyük bir hayret ve takdîr ile görüyordum. Bu sözleri hiç bir insan söyliyemezdi. Onun için, vaktîle bize öğrettikleri gibi (İslâm dîni yalandır. Kur'an uydurma bir kitaptır)sözüne artık inanmıyordum. Kur'an-ı kerim uydurma bir kitap olamazdı. Bu kadar mükemmel sözleri, ancak insan üstü bir varlık söyliyebilirdi.

Ben, hâlâ tereddüd ediyordum. İslâmiyeti kabûl etmiş İngiliz kadınları ile görüştüm. Onlardan yardım istedim. Bana kitaplar tavsiye ettiler. Bu kitaplar arasında Muhammed ile Îsâ aleyhisselâmı mukâyese eden (Mohammed and Christ) adlı Kitapla, islâm dînini îzâh eden (The Religion of İslâm) adlı eserler vardı. (Hıristiyanlığın Kaynakları = The Sources of Christianity) isminde diğer bir kitapta ise, hıristiyanlıkta bulunan birçok ibâdetlerin ibtidâî insanların ibâdet usûllerinden alındığı ve hakîkatte şimdiki hıristiyanlığın bir (puta tapmak) dîni olduğu çok açık bir tarzda anlatılıyordu.

Kur'an-ı kerimi ilk okuduğum zaman sıkıldığımı itiraf ederim. Çünkü, içinde pek çok tekrarlar vardı. Şunu bilmelidir ki, Kur'an-ı kerim insana yavaş yavaş te'sîr ve nüfûz eden bir kitaptır. Kur'an-ı kerimi iyi anlamak ve ona bağlanmak için, onu birçok defalar okumak lâzımdır. Ben de, okudukça bu mukaddes kitaba bağlandım. O kadar ki, her gece, onu okumadan uyuyamıyordum. Benim üzerimde en büyük te'sîr yapan husûs, Kur'an-ı kerimin insanlara mükemmel bir rehber oluşuydu. Kur'an-ı kerimde bir insanın anlıyamıyacağı tek şey yoktu. Müslümanlar Peygamberlerini kendileri gibi bir insan olarak kabûl ediyorlardı. Müslümanlarca, Peygamberlerin diğer insanlardan farkı, bunların çok yüksek akıl ve ahlâk sahibi, günahsız ve kusursuz olmaları idi. Yoksa, onların ulûhiyyet ile bir râbıtaları yoktu. İslâm dîni, Muhammed aleyhisselâmdan sonra artık hiçbir Peygamber gelmiyeceğini bildiriyordu. Ben buna itiraz ettim. (Niçin başka bir Peygamber gelmiyecek?) diye sordum. O zaman, müslüman refîkim [arkadaşım] bana bu husûsu şöyle îzâh etti, (Müslümanların kudsî kitabı olan Kur'an-ı kerim, bir insana lâzım olan bütün iyi ahlâkı, dînî esasları, Allahü teâlânın rızasına kavuşturan yolu, dünyada ve âhirette huzur ve selâmete vâsıl olmak için lâzım olan husûsları insanlara öğretmektedir. Artık insanların başka bir rehbere, başka birPeygambere ihtiyaçları kalmamıştır. )

Bu sözlerin çok doğru olduğu şundan bellidir ki, aradan on dört asır geçtiği hâlde, Kur'an-ı kerimin esasları hiç değişmeden bugünkü hayat tarzına ve bugünkü ilim seviyesine tamamen uymaktadır. Fakat, ben hâlâ tereddüd ediyordum. Çünkü, aradan 14 asır geçmişti. Biz şimdi 1954 senesinde bulunuyorduk. Acaba 571 senesinde doğmuş olan Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği islâmiyetin içinde bugünkü şartlara uymıyan tek bir nokta yok muydu? Büyük bir titizlikle, islâmiyette kusurlar aramaya başladım. Benim ruhum islâmiyete tamamen inandığı, bu dînin hak din olduğu gözümün önünde canlandığı hâlde, onda hâlâ kusur arayışım, muhakkak çocukken bize papazlar tarafından islâmiyetin çok kusurlu, âdî, bâtıl bir din olduğu hakkında yapılan telkînlerden ileri geliyordu.

Evvelâ poligami (Birkaç kadınla evlenme) bahsini buldum. İşte mühim bir kusuru yakalamıştım. Nasıl olur da, bir erkek dört kadın ile evlenebilirdi?Yukarıda kendisinden bahs ettiğim müslüman arkadaşım, bunu kendisine sorunca, bana îzâh etti ki, islâmiyet ilk intişâr ettiği zaman, Arabistânda her erkek istediği kadar kadınla birlikte yaşıyor ve onlara karşı hiç bir mes'ûliyeti bulunmuyordu. İslâm dîni, kadının ictimâ'î mevkı'ini islâh etmek için, bir erkeğin alabileceği kadın miktârını çok azaltmış ve ona bu kadınlara bakmağı, aralarında adaleti temîn etmeği, onlardan ayrılırsa, kendilerine tazmînat vermeyi emretmişti. Sonra, kimsesiz kalan kadınlar, bu sâyede bir âileye, o âilenin bir ferdi gibi katılabiliyor, bir esîr muamelesi görmüyorlardı. Ayrıca, bir erkek için dört kadın almak bir emir değildi. Şartlarını yerine getirebilecekler için bir izindi. Bu şartları yapamıyacaklar için, birden fazla evlenmek haramdı. Bunun içindir ki, birçok erkeğin ancak bir zevcesi vardı. Dörde kadar kadın almaya ancak müsâmaha ediliyor, yâni izin veriliyordu. Hâlbuki, Amerikadaki Mormonlar, her erkeği birkaç kadın almak için zorluyorlardı. Müslüman arkadaşım, (Acaba İngilterede İngiliz erkekleri tek kadınla mı yaşar?) diye sordu. Yüzüm kızararak itiraf ettim ki, bugün garblı erkekler, evlenmeden evvel, hattâ evlendikten sonra, birçok kadınlarla düşüp kalkmaktadırlar. Sonra, müslüman arkadaşımın söylediği sözler, kocasını iş kazalarında, harbde gayb etmiş ve kimsesiz kalmış zevallı bir genç kadının bir erkeğin himâyesine girme ihtiyacını hâtırlattı. İkinci Cihân Harbi bittiği zaman, İngiliz radyosunda (Dear Sir) adlı programda, bir zevallı İngiliz kadının şöyle feryâd ettiği aklıma geldi. Bu zevallı genç kadın şöyle yalvarıyordu: (Genç bir kadınım. Kocamı harbde gayb ettim. Şimdi kimsesiz kaldım. Korunmaya ihtiyacım var. İyi huylu bir adamın ikinci karısı olmaya ve birinci karısını başımda taşımaya râzıyım. Yeter ki, bu yalnızlıktan kurtulayım).

Bu da gösteriyor ki, İslâmda teaddüd-i zevcât [poligami] bir ihtiyacı karşılamak içindir. Bu bir emir değil, ancak bir izindir. Bu gün, esasen işsizlikten, fakirlikten, çok yerde kalmamış gibidir. O hâlde, bunu islâmın bir kusuru olarak kabûl etmeme imkân kalmamıştı.

Sonra başka bir kusur daha bulduğumu zannettim. Müslüman arkadaşıma, (Günde beş defa ibâdet etmek, bugünkü hayat tarzımıza nasıl uyar?Bu kadar ibâdet, fazla gelmez mi?)diye sordum. O gülümsiyerek, bana şu suâli sordu, (Sizin piyano çaldığınızı duyuyorum. Mûsikîye merâklı mısınız?) (Hem de çok) diye cevap verdim. (Pek âlâ, her gün ekzersiz yapar mısınız?) (Tabî'î, işten eve gelir gelmez hergün hiç olmazsa iki saat piyano çalarım) diye cevap verdim. Bunun üzerine, müslüman arkadaşım, (Beşi bir arada, nihâyet yarım saat veya 45 dakika sürecek olan bir ibâdet, size niçin çok geliyor?Siz nasıl piyano ekzersizlerini yapmazsanız, piyano çalmak kudretiniz azalırsa, Allahü teâlâyı düşünmek, Ona secde ederek lutflarına Şükretmek azaldıkça, Ona giden yol uzaklaşır. Hâlbuki, her gün yapılan ibâdet, Allahü teâlânın doğru yolunda adım adım ilerlemek demektir) diye cevap verdi. Ne kadar haklıydı!

Artık müslümanlığı kabûl etmeme bir mani kalmamıştı. Ben islâm dînini bütün ruhum, bütün Mâneviyatım ile kabûl ettim. Gördüğünüz gibi, onu öyle ilk bakışta ve hiç düşünmeksizin seçmemiş, aksine, onu ancak iyice tedkîkten, hattâ içinde kusurları arayıp bunların cevabını bulduktan ve bu dînin her bakımdan tam ve mükemmel olduğunu anladıktan sonra müslüman olmuştum. Şimdi müslüman olmakla iftihâr ediyorum.

 

22 LADY ZEYNEB EVELYN COMBOLD

(İngiliz)

Benim niçin müslüman olduğum benden mütemâdiyyen sorulur. Ben meşhûr bir âilenin kızıyım ve zevcim de meşhûr ve mühim bir kimsedir. Niçin müslüman olduğumu suâl edenlere, müslümanlık nûrunun ne zaman ruhuma doğduğunu kat'î olarak bilmediğimi söylerim. Bana, sanki her zaman müslümanmışım gibi geliyor. Bu da, hiç acâib bir şey değildir. Zîrâ müslümanlık, tabî'î ve hak bir dindir. Her çocuk, müslüman olarak doğar. Kendi başına terk edilirse, müslümanlıktan başka bir din seçmez. Avrupalı bir muharririn dediği gibi, (Müslümanlık, akl-ı selîm sahiplerinin dînidir).

Bütün dinleri birbiri ile mukayese edecek olursanız, bunların en mükemmeli, en tabî'î, en mantıkî olanının, islâmiyet olduğunu derhâl görürsünüz. Müslümanlık sâyesinde, dünyanın birçok müşkil mes'eleleri kolayca hâl olur ve insan sulh ve sükûnete kavuşur. Müslümanlık, insanların günahkâr olarak doğduğunu ve dünyada kefaret vermeleri Îcap ettiğini hiç bir zaman kabûl etmez. Müslümanlar, bir olan Allahü teâlâya inanırlar. Onların nazarında Mûsâ, Îsâ ve Muhammed Mustafâ, bizim gibi insanlardır. Allahü teâlâ, onları, insanlara doğru yolu göstermek için, Peygamber olarak seçmiştir. Tevbe etmek, af dilemek, duâ etmek için, Allahü teâlâ ile kul arasında hiç kimse yoktur. Biz her zaman kendiliğimizden Allahü teâlâya yaklaşabiliriz ve ancak kendi yaptığımız işlerden dolayı mes'ûlüz.

(İslâm) kelimesi, hem Allahü teâlâya teslim olmak, hem de Muhammed aleyhisselâma îman etmek mânasına gelir. Müslüman, bu dünyayı halk eden Allahü teâlânın emirlerine uyan, bütün varlıklarla sulh ve selâmet içinde yaşayan kimse demektir. İslâmiyet iki esas hakîkat üzerine kurulmuştur:

1)Allahü teâlânın birliği ve Muhammed aleyhisselâmın Onun gönderdiği son Peygamberi olduğu.

2)İnsanların bütün hurâfelerden, aslsız dogmalardan, tamamen halâs olması. İslâmiyetin esas şartlarından biri olan Haccın insanlar üzerindeki te'sîri çok büyüktür. Dünyanın dört köşesinden gelen yüzbinlerce müslümanın, hiç bir sınıf, ırk, memleket, renk ve rütbe farkı olmadan, yalnız bir ihrâm ile örtünerek, Allahü teâlânın huzurunda birlikte secdeye kapanması kadar ulvî bir ibâdet tarzı, hangi dinde vardır?Büyük Peygamberin, islâmı neşrettiği, İslâm düşmanları ile mücâdele ettiği, kudretli bir azm ve sebât ile uğraştığı bu mübârek yerlerde, birlikte ibâdet eden müslümanların birbirlerine daha fazla bağlanacakları, birbirlerinin derdlerine çâre bulmaya çalışacakları, Allahü teâlânın gösterdiği yolda el birliği ile yürümeye bir kere daha and edecekleri muhakkaktır. Hac, aynı zamanda dünyadaki bütün müslümanları birbiri ile tanıştırmaya, birbirlerinin derdlerini öğrenmeye, birbirlerine kazandıkları tecrîbeleri öğretmeye yaramaktadır. Kendi memleketlerinde ibâdet ederken yüzlerini çevirdikleri yerde, şimdi bütün müslümanlar ictimâ' etmekte, Allahü teâlânın huzurunda tek bir kitle, tek bir vücûd olarak kendilerini Ona teslim etmektedirler.

Haccı bir kere görmek, müslümanlığın büyüklüğünü isbât etmek için kâfîdir. İşte müslümanlık budur ve ben de bu büyük dîne katılmış olmanın neşe ve sürûru içindeyim.

 

23 MUHAMMED JOHN WEBSTER

(İngiliz)

Ben Londrada, tam bir protestan terbiyesi alarak yetiştim. 1930 senesinde, daha genç bir talebe iken, her genç gibi bazı hâdiselerle karşılaşıyor, bunları anlamaya çalışıyordum. Bunlardan birisi, din ile dünya arasında bir münâsebet aramak, yâni rahat ve huzur içinde yaşamak için, dinden nasıl faydalanabileceğimi düşünmek oldu. O zaman, ilk defa olarak, farkına vardım ki, mensûb olduğum hıristiyan dîni, bu husûsta çok zayıf ve çok âciz. Zîrâ hıristiyanlık, dünyayı yalnız fenalıklarla dolu bir işkence yeri, insanları günahkâr doğan mahlûklar olarak kabûl ediyor. Onlara hayatta rahat bir yol göstermek şöyle dursun, her yaptıkları işin günah olduğunu, bu günahtan kurtulmak için, hiç bir çâre bulunmadığını, insanlar için ancak râhiblerin Allahü teâlâya duâ edebileceğini söylüyordu. Hıristiyanlık, insanları tamamen başı boş bırakmış ve yalnız pazar günleri, insanı hiç bir sûrette tatmîn etmiyen bir (kilise havası) içinde ibâdete teşvîk etmiştir. O senelerde, İngilterede büyük bir ekonomik buhran ve fakirlik vardı. İnsanlar hayatlarından ve hükûmetten hiç memnûn değildi. Hıristiyanlık, onlara bu ızdırâb dolu günlerde hiç yardım etmiyor, insanlar ondan bir tehammül kudreti bulamıyorlardı. Bu keyfiyyet, benim üzerimde çok fena bir te'sîr yapmıştı. Aklımdan çok, hislerime kapılarak, dînin mânasız bir şey olduğuna karar verdim. Hıristiyanlığı red ederek, kendimi, birçok gençler gibi, dinsizliğe ve komünizme verdim.

Komünistlik, uzaktan işitilince gençlere bir haz veriyordu. Çünkü, ekonomik sıkıntılar içinde bunalan ve yaşama kudreti bulamayan genç nesl, servet ve rütbe farkını ortadan kaldırdığını iddiâ eden komünizmi bir kurtarıcı olarak görüyordu. Fakat, kısa bir zaman sonra, farkına vardım ki, komünizmin iddiâları, yalnız bir propagandadan ve boş laftan ibârettir. Onlarda da, hem rütbe, hem servet farkı aynen vardı. Her şey, her memlekette aynı idi. Bunun üzerine komünistlikten vazgeçerek, kendimi felsefeye verdim. Böylece kendimi, bir (panteist) olarak, (Vahdet-i vücûd) îtikatında olarak, yetiştirmeye başladım.

Garp memleketlerinde, islâmiyet ile temâs etmek çok müşkildir. Çünkü, orada islâmiyete karşı, tâ Haçlı seferlerinden kalma bir düşmanlık vardır. Avrupalılar hiç tanımadıkları islâmiyeti, nefret ile red ederler. Çocuklarını müslüman düşmanı olarak yetiştirirler. Müslümanlıktan bahs etmek çok ayıp sayılır. Birisi bu bahsi açtı mı, herkesin suratı asılır ve herkes susar. Bu aralarda, beni bir vazîfe ile Avustralyaya göndermişlerdi. Bana verilen, (müslümanlıktan nefret) terbiyesine rağmen, birgün, nasılsa merak ederek, bir Kur'an tercümesini elime aldım. Fakat, daha kitabı tercüme edenin önsözünü okuyunca, kitabı hemen kapattım. Çünkü, kitabı tercüme eden, daha önsözde Kur'an-ı kerim aleyhinde o kadar ağır laflar söylüyor, Kur'an-ı kerimi o kadar tahkîr ediyordu ki, böyle bir kitabı okumak mânasız olurdu. Sonra düşündüm. Mademki, hıristiyanlar müslümanlardan nefret ediyorlardı. O hâlde, tercümeyi yapan hıristiyanın, bu te'sîr altında kalarak, bozuk bir tercüme yapması, bazı yerleri yanlış anlaması imkânı vardı. Bir kere meraklanmıştım. Artık işi ciddiyyet ile ele aldım ve birkaç hafta sonra, Avustralyanın garp tarafında Perth şehrine gittiğim zaman, bu şehrin büyük kütübhânesine uğrayarak müslümanlar tarafından tefsîr edilmiş bir Kur'an-ı kerim bulunup bulunmadığını araştırdım. Bana böyle bir tercüme bulup verdiler. Bunu açıp, içindeki ilk sûreyi, (Fâtiha-i şerife)yi okuyunca, ne kadar mütehassis olduğumu size anlatamam. Fâtiha, (Âlemlerin rabbine hamd) ile başlıyordu. (Bize doğru yolu göster) diye yalvarıyordu. Ne güzeldi! Fâtiha-i şerifi birçok defalar okudum. Burada zikredilen büyük hâlık, (Rahmân ve Rahîm) yâni çok merhametli idi. Hıristiyanların dediği gibi, insanları günahkâr olarak yaratmamıştı. Kur'an-ı kerimi okumaya başladım ve okudukça kendimden geçtim. Bütün arzularımın, tasavvurlarımın aynını bu kudsî kitapta buluyordum. Saatler geçmiş ve ben nerede olduğumu, zamanı, her şeyi unutmuştum. Bana Kur'an-ı kerimle berâber, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin hayatına dâir bazı kitaplar da bulup getirmişlerdi. Kendimden geçerek bunları okuyordum. Nihâyet kütübhâne memuru yanıma gelerek, (Vakit geldi, artık kütübhâneyi kapatıyoruz)deyince kendime geldim. Kütübhâneden evime dönerken, (İşte şimdi maksadıma kavuştum. Ben artık müslüman oldum)diye tekrar edip duruyordum. Artık, Allahü teâlânın inayeti ile, hidâyete kavuştum.

Eve dönerken sıcak bir kahve içmek için münâsib bir yer aradım. Caddeden aşağı doğru inerken aklımda yalnız Kur'an-ı kerim, müslümanlık ve Allahü teâlâ vardı. Nereye gittiğimin farkında değildim. Birdenbire ayaklarım kendiliğinden durdu. Başımı kaldırınca, kızmızı tuğladan yapılmış bir binânın önünde olduğumu gördüm. Bacaklarım kendiliğinden beni buraya kadar getirmişti. Binânın üzerindeki levhaya baktım. Burası Avustralyadaki bir câmi idi.

Kendi kendime, (Allahü teâlâ sana doğru yolu ihsân etti ve sana ne yapman Îcap ettiğini bildirdi. Sen müslümanlığı tanıdın. Allahü teâlâ seni câmiin kapısı önüne kadar getirdi. Hemen içeri gir ve bu dîni kabûl et) dedim. İçeri girdim ve müslüman oldum.

O zamana kadar bir tek müslüman tanımamıştım. İslâmiyeti kendi kendime buldum ve kabûl ettim. Kimse bana bu husûsta rehberlik etmedi. Benim rehberim yalnız akl-ı selîmim oldu.

 

24 ABDULLAH BATTERSBY

(İngiliz)

Bundan tahmînen 25 sene evvel, Burmada bulunurken, ferahlanmak için her gün nehrde bir Çinli kayığı ile dolaşırdım. Benim kayığımın kürekçisi Doğu Pâkistânlı Şeyh Ali isminde bir müslümandı. Müslümanlığın emrettiği bütün dînî vecîbeleri, büyük bir gayret ile yerine getirirdi. Onun, hiç bir vaktini geçirmeden büyük bir dikkat ile ibâdet etmesini hem takdîr ile karşılar ve beğenir, hem de müslümanlığın ne olduğunu merak ederdim. Böyle basît bir insanı, bu kadar büyük îman ve itaat altında tutabilen müslümanlığın hakîkatini anlamaya karar verdim. Etrâfımızda bulunan insanların çoğu, Burma budistleri idi. Onlar da, dinlerine son derecede bağlıydılar. Zannediyorum ki, Burmanın bütün insanları dünyada en dindâr kimselerdir. Fakat budistlerin ibâdet tarzında göze çarpan birçok noksanlar vardı. Budistler, Pagoda adını alan mâbetlerinde toplanıyor ve aşağıdaki sözleri durmadan tekrarlıyorlardı:

(Buda-karana-Gaçkami-Dama-karana-Gaçkami-sanga-karana-Gaçkami)

Bunun mânası, bana anlattıklarına göre, (Buda, sen bize rehber ol! Sen bize kânûn ol! Sen bizim ruhumuzu yücelt) imiş. Bu duâ çok sâde, fakat insânı tatmîn etmeyen, onun ruhuna hiçbir te'sîr yapmayan birkaç sözden ibâret idi. Büyük bir hâlıktan hiç bahs olunmuyordu.

Hâlbuki, benim müslüman kayıkçımın ibâdeti, ne kadar güzeldi! Ben, bu sefer kayıkçım ile islâmiyet üzerinde konuşmaya başladım. Onunla berâber bulunduğum saatlerde, kendisine müslümanlık hakkında pek çok suâller sordum. Bu sâde adam, bana müslümanlık hakkında o kadar güzel, o kadar mantıkî cevaplar verdi ki, islâm dîni hakkında yazılmış kitapları okumaya başladım. Bu kitapları okuyunca, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin Arabistânda, kısa zamanda neler yapmaya muvaffak olduğunu, hayret ve takdîr ile öğrendim. Kendime müslüman arkadaşlar buldum. Onlarla islâm dîni üzerinde mubâhaseler, sohbetler yapmaya başladım. O sırada Birinci Cihân Harbi patlak vermişti. Bana derhal Arabistânda cebheye katılma emri verildi ve gittim. Burada artık budistler yoktu. Etrâfımı müslümanlar çevirmişti. Arablar, ilk müslümanlardı. Allahü teâlânın kitabı olan Kur'an-ı kerim, Arabî olarak nâzil olmuştu. Arablarla olan temâsım, İslâmiyete olan merâkımı daha ziyâde artırdı. Harp bitince, Arabî öğrenmeye başladım. Bir taraftan da, islâmiyet hakkındaki eserleri okumaya devam ediyordum. İslâmiyette beni kendisine cezb eden en büyük husûs, müslümanların bir tek Allaha inanışları oldu. Hâlbuki ben, hıristiyan olarak, tam üç dâne tanrıya inanmak zorundaydım. Bu, bana hiç mantıkî gelmiyordu. Bunu düşündükçe, yavaş yavaş islâmiyetin çok daha doğru bir din olduğunu anladım. Bir tek hâlıka inanan dînin hak din olabileceğini kabûl etmeye başladım. Nihâyet 1932 ile 1942 arasında, Filistinde, 10 sene vazîfe gördükten sonra, müslüman olmaya karar verdim. 1942 senesinde resmen müslüman oldum. O zamandan beri, herşeyimle müslümanım.

Arabların (Mukaddes şehir) adını verdikleri Kudüste, müslümanlığımı resmen ilân etmiştim. O zaman, İngiliz ordusunda kurmay binbaşı idim. Müslüman olduğumu ilân edince, başıma bir takım nâ-hoş işler geldi. Hükûmetim müslüman olmaklığımı hoş görmemişti. Ordudan ayrılmak zorunda kaldım. Bunun üzerine, evvelâ Mısra, sonra Pâkistâna giderek müslüman kardeşlerimle birlikte yaşamaya başladım. İslâmiyet hakkında yazılar yazdım. Bugün dünyada 500 milyondan fazla müslüman vardır ve bunlar birbirinin kardeşidir. Müslüman olmak demek, hakîkî mâbut olan Allahü teâlâya îman etmek ve Ona bağlanmak demektir. Ona bağlanmak için de, Onun büyük Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği şekilde olmak lâzımdır. Şimdi, bana islâmın nûrlu yolunu, hâlis ibâdeti gösteren ve beni Allahıma kavuşturan o basît zannettiğim, mütevâzi' kayıkcının hâtırasını hurmet ile yâd ediyorum. Hayatımda onun gibi, hâlis bir müslüman olmaya çalışıyorum. Böyle yaptıkça, insanın zararlı şeylerden kendini kurtardığını görüyorum.

Müslümanlar arasında şimdi ben de, Elhamdülillâh, bir müslümanım. Her ibâdet edişimde, belki de, Allahü teâlânın rahmetine kavuşmuş olan, mürşidim, eski kayıkcım Şeyh Ali efendiye duâ etmeği, onun mübârek ruhu için fâtiha okumağı da hiç unutmuyorum.

 

25 HÜSEYİN ROFE

(İngiliz)

Bir insan, çocukluğunda kendisine telkîn edilen bir dinden ayrılıp başka bir din seçecek olursa, bunun yâ hissî, yâ felsefî veya ictimâ'î bir sebebi vardır. Benim içimdeki coşkun arzu, yukarıdaki sebeplerden hiç olmazsa ikisini karşılayacak bir dîne îman etmek için beni zorluyordu. Onun için, tahsîl devremi ikmâl ettikten sonra, dünyada bulunan dinlerden hangisine îman etmek gerektiğini tâyîn etmek maksadıyle, bunları birer birer tedkîk etmeye başladım.

Annem ve babam koyu bir katolik ile bir yahudi idiler. Fakat her ikisi de katoliklik ve yahudilikten vazgeçerek, protestan olmuşlar ve İngiliz kilisesine devam ediyorlardı. Ben mektepte iken, muntazaman İngiliz kilisesinin âyinlerine devam etmiş, râhiblerin verdiği dersleri dinlemiştim. Fakat, onların bana öğretmeye uğraştıkları hıristiyanlık akîdeleri içinde anlamadığım, bana ters gelen birçok husûslar vardı. Her şeyden evvel, üç birlikten, yâni baba, oğul ve Ruhulkudsten ibâret bir tanrı manzûmesi, bana o kadar mantıksız geliyordu ki, buna inanmak mümkün değildi. Benliğim bunu şiddet ile red ediyordu. Sonra, Allaha kavuşmak için kefaret verilmesi Îcap ettiği hakkındaki kilise akîdesini de, tamamen mânasız buluyordum. Benim düşündüğüm, büyük mâbut, kullarından mecbûrî kefaret istemezdi.

Bunun üzerine, yahudi dînini incelemeye başladım. Yahudilerin, Allahü teâlânın birliğini ve azametini çok daha mantıkî bir tarzda kabûl ettiklerini ve Ona şerîk koşmadıklarını gördüm. Belki yahudi dîni, bugünkü hıristiyan dîni kadar bozulmamıştı. Fakat, bu dinde de anlamadığım ve kabûl edemediğim garîb kısmlar vardı. Yahudi dîni o kadar merâsim, duâ, mecbûrî yapılması gereken ibâdetler ile doluydu ki, eğer dînine bağlı bir yahudi bütün bunları yaparsa, dünya işlerine hiç vakit ayıramıyacaktı. Bu merâsimlerden çoğunun, insanlar tarafından sonradan dîne ilâve edilen, lüzûmsuz ve mantıksız husûslar olduğunu anladım. Böylece yahudilik, ictimâ'î [sosyal] hayattan tamamen ayrılarak, bir ekalliyyet, azınlık dîni hâline geliyordu. Dünyaya bir fayda sağlıyamıyacağını anladığım yahudi dînini, bir tarafa bırakarak, diğer dinleri tedkîk etmeye başladım. Hem kiliseye, hem de havraya devam ediyordum. Fakat bu ziyâretlerim, sırf dinsiz kalmamak içindi. Yoksa, ben ne hıristiyan, ne de yahudi idim. İngiliz kilisesi yanında Roma kilisesini, yâni katolikliği de biraz tedkîk ettim. Gördüm ki, katoliklerin îtikatları, İngiliz kilisesine bağlı protestanların îtikatlarından daha fazla hurâfelerle doludur. Hele, katoliklerin Papaya bağlı olmaları ve onu günahsız kabûl ederek ona âdetâ yarı ilahlık vermeleri, onlardan daha fazla nefret etmeme sebep oldu.

Şimdi yüzümü şarka çevirerek, şark dinlerini incelemeye başladım. Mecûsîlerin dînini hiç beğenmedim. Çünkü bunlar, râhib sınıfına pek çok imtiyazlar veriyorlardı. Paryalara ise, âdetâ hayvan muamelesi yapıyorlardı. Fakire şefkat elini uzatmak akıllarına gelmiyordu. Onların fikrince, bir insan fakirse, bu onun kendi kabahatiydi. Eğer, hiç ses çıkarmadan, şikâyet etmeden çile doldurursa, belki râhiblerin duâsı sâyesinde hâli daha iyi olabilirdi. Bu fikri, râhibler ehâlinin kendilerinden korkması ve onlara sıkı sıkı bağlanması için yayıyorlardı. Onun için, mecûsîliği nefret ile karşıladım. Hele mecûsîlerin, hayvanlara da tapması, nefretimi arttırdı. Böyle bir din, hak din olamazdı.

Budistliğe gelince, budistler felsefî düşünce ve inançlara bağlıydılar. Onlar bana, eğer gayret edecek olursam, çok uğraşırsam, gereken fedakârlıkları yaparsam, büyük kudretlere varacağımı ve dünya ile âdetâ kimyâ tecrübeleri yapar gibi, oynayabileceğimi söylediler. Fakat budistlikte, ben hiçbir ahlâk kâidesi bulamadım. Burada da râhibler, diğer insanlardan farklıydılar ve onlardan çok daha yüksek bir mevkı'de bulunuyorlardı. Bana, hakîkaten insanı hayretlere düşüren birçok marifetler öğrettiler. Fakat bunların din ve Allah ile hiçbir ilgisi yoktu.

Bu marifetler, spor veya hokkabazlık yapar gibi vakit geçirmeye, bunları bilmiyenleri hayrete düşürmeye yarıyordu. İnsanın ruhunu temizlemekten ve onu Allahü teâlânın rızasına, muhabbetine yaklaştırmaktan çok uzaktı. Allahü teâlâ ile ve Onun yarattığı varlıklarla hiç bir ilgisi yoktu. Biricik faydaları, insanı tâm disiplin sahibi yapmasıydı.

Buda, muhakkak ki çok okumuş, zekî bir insandı. O, insanlardan her şey için fedakârlık istiyordu. (Bir fenalığa karşı koyma!), (Bütün arzu ve ihtirasları terk et!), (Yarını düşünme!) gibi emirler veriyordu. Îsâ aleyhisselâm da, aynı şeyleri söylemiyor muydu?Fakat insanlar, bu gibi emirleri, ancak hıristiyanlığın başında, daha îsevîlik tertemiz iken tâkîb etmişler, sonra bırakmışlardı. Budistlerde de, aynı hâli gördüm. Eğer insanlar, Îsâ aleyhisselâm veya Buda kadar temiz olabilseler, belki onların gösterdiği yollardan giderek Allahü teâlânın rızasına kavuşabilirlerdi. Ama bugün dünyada bu kadar temiz ruhlu, yüksek ahlâklı, her fena şeyden seve seve elini eteğini çekebilen, fedakâr kaç kişi vardı?Demek oluyor ki, Budanın koyduğu ahlâk esasları, bugünün insanının düşüncelerine uymuyordu.

İslâm dünyası içinde bulunduğum hâlde, diğer dinleri araştırırken, İslâmiyeti düşünmeyişim ne garîbdi! Müslümanlık bir türlü aklıma gelmemişti. Bunun sebebi ise âşikârdı:Müslümanlık hakkında bize verilen mâlûmat, onun hakkında Avrupada yazılan eserler, dâimâ bu dînin çok yanlış, uydurma, mânasız, uyuşturucu, sahte bir din olduğunu iddiâ ediyordu. Hele Rodwellin tercüme ettiği Kur'an-ı kerim tercümelerini okuyunca, bende bu fikir hâsıl oldu. Rodwell, Kur'an-ı kerimin birçok kısmlarını anlaşılmaz bir tarzda tercüme ederek, bir büyük kısmını da, bile bile tahrîf ederek, onu büsbütün başka bir şekle çevirmişti. Hakîkati ancak Londrada (İslâm Cemiyeti)ile temâs edince ve doğru bir Kur'an-ı kerim tercümesi okuyunca anlıyabildim. Burada, şunu teessüf ile söyliyeyim ki, müslümanlar bu güzel dinlerini dünyaya tanıtmak için pek az gayret sarf etmektedirler. Eğer hakîkî islâmiyeti, dikkatle ve bilerek bütün dünyaya yaymak için çalışırlarsa, emînim ki, çok iyi netîceler alacaklardır. Yakın şarkta, ecnebîlere karşı hâlâ çekingenlik gösterilmektedir. Onlarla temâs ederek, onları aydınlatmak yerine, onlardan kâbil olduğu kadar uzak durmak tercîh edilmektedir. Bu çok hatâlı bir harekettir. En büyük misâl, benim. Çünkü, bir türlü İslâm dîni ile ilgilenemiyordum. Bereket versin ki, bir gün çok muhterem ve kültürlü bir müslümanla tanıştım. Benimle ahbâb oldu. Beni dikkat ile dinledi. Bana bir müslüman tarafından İngilizceye çevrilmiş bir Kur'an-ı kerim tercümesi hediye etti. Sorduğum bütün suâllere çok güzel ve mantıkî cevaplar verdi. 1945 senesinde beni alıp bir câmiye götürdü. Hayatımda ilk defa orada ibâdet eden müslümanları büyük bir dikkat ve hurmet ile seyrettim. Allahım, bu ne muhteşem ve ulvî bir manzara idi! Her ırktan, her milletten, her sınıftan insanlar ibâdet ediyorlardı. Fakat hepsi Allahü teâlânın huzurunda hiçbir fark gözetmeksizin yanyana gelmiş, kendilerini tamamen Allahü teâlâya adamışlardı. Zengin bir Türkün yanında çok fakir, âdetâ, bir dilenci kıyâfetinde bir Hindli bulunuyordu. Onun yanında da, bir tüccâr olduğunu zannettiğim bir Arab vardı. Onun yanında da, bir zenci yer almıştı. Bunların hepsi, büyük bir huşû' ile ibâdet ediyorlardı. Aralarında hiçbir fark yoktu. Onlar Türklüklerini, Hindliliklerini, Arablıklarını, zenginliklerini, fakirliklerini, mevki'lerini, rütbelerini tamamen unutmuş, kendilerini Allahü teâlâya tevcîh etmişlerdi. Kimse, kendisini kimseden üstün görmüyordu. Zengin fakiri küçük görmüyor, yüksek rütbeliler de diğerlerine tekebbür etmiyordu.

Ben, bütün bunları gördükten sonra, aradığım hak dînin islâm dîni olduğunu anladım. Şimdiye kadar diğer bütün dinleri incelediğim hâlde, hiç birisi, benim üzerimde böyle te'sîrli olmamıştı. Fakat, müslümanlığı böyle yakından görünce ve müslümanlığın esasını öğrenince, bu hak dîni tereddüdsüz kabûl ettim.

Şimdi müslüman olduğum için iftihâr ediyorum. İngilterede üniversitede (İslâm Kültürü) derslerini tâkîb ettim ve gördüm ki, Kurûn-u vüstâ [Orta çağ]da Avrupa müdhiş bir karanlık içinde iken, ancak islâm nûru, bu zulmeti aydınlatmaya muvaffak olmuştur. Birçok büyük keşfler, müslümanlar tarafından yapılmış, birçok ilim ve fen ve tıb bilgileri Avrupalılara, islâm Dâr-ül-fünûnlarında [Üniversitelerinde] öğretilmiş, birçok cihangirler islâm dînini kabûl ederek büyük devletler kurmuşlardır. Müslümanlar yalnız büyük bir medeniyet kurmakla kalmamış, hıristiyanlar tarafından tahrîb edilen eski medeniyetleri de, yeniden meydana çıkarmışlardır. Benim müslüman olduğumu öğrenen arkadaşlarım, bana, (Sen şimdi gerici oldun) dedikleri zaman, ben gülümsiyerek, (Tamamen aksine, Müslümanlık gericilik değil, ileri medeniyet demektir) diyor ve onlara hakîkî müslümanlığı anlatıyordum. Ne yazık ki, bugün müslümanlar çok geri kalmıştır. Çünkü müslümanlar, kendi dinlerinin ne kadar yüksek bir din olduğunu gittikçe unutmakta ve onun emirlerini yerine getirmeyi ihmâl etmektedirler. Bunda kabahatin bir kısmı da, hakîkî din ve fen âlimi, dünyayı da iyi bilen müslüman din adamlarının çok az mevcut oluşudur.

İslâm memleketlerinde hâlâ, büyük bir misafirperverlik bulunur. Bir müslümanın evine gidince, o sizi tanısın veya tanımasın, kapılarını açar ve hemen imdâdınıza koşar. Çünkü, islâm dîni, başkalarına yardım etmeyi emreder. Zenginin fakire yardım etmesi, servetinin bir kısmını yoksullara vermesi, islâm dîninin beş büyük esasından biridir. Bu, başka hiçbir dinde yoktur. Demek oluyor ki, islâm dîni bu asrın ictimâ'î [sosyal] hayatına en uygun olan dindir. Onun içindir ki, islâm memleketlerinde komünizme yer yoktur. Çünkü islâm dîni, bu mes'eleyi çok daha evvelden ve çok daha esaslı olarak hâl etmiştir.

 

26 H. F. FELLOW

(İngiliz)

Ben hayatımın büyük bir kısmını denizlerde geçiren ve 1914 de Birinci Cihân Harbine ve 1939 da İkinci Cihân Harbine, İngiliz deniz subayı olarak katılmış bir bahriyeliyim.

Yirminci asrın en mükemmel âlet ve makinaları bile, tabî'atın korkunç kuvvetlerine karşı koyacak evsâfta değildir. En basît bir misâl vereyim. Sis ve fırtınaya mukavemet için elimizde hiçbir imkân yoktur. Bir harp zamanında ise, bu tehlikelere daha birçok tehlikeler ilâve olur. Bir bahriyelinin, dâimâ dikkatli olması lâzımdır. İngiliz Bahriyyesinde, Kraliçenin Talimatı ve Amirallik Dâiresinin koyduğu talimatı ihtivâ eden bir kitap mevcuttur. Bu kitapta, her deniz subayına düşen vazîfeler, tehlike ânında yapılacak işler kayd edilmiş olduğu gibi, vazîfesini iyi yapanlara verilecek mükâfâtlar, iyi hareket edenlere verilecek takdîrnâmeler, para mükâfâtları, maaş ve ücretler, bir subayın ne zaman emekli olacağı yazılıdır. Aynı zamanda, kabahatli olanlara verilecek cezâlar, emirlere karşı gelenlere yapılacak hareket tarzı v. s. de birer birer kayd edilmiştir. Eğer bu kitaba dikkat ile riâyet olunacak olursa, denizde hayat gayet rahat ve muntazam geçer, tehlike çok azalır ve deniz subayları sâkin ve bahtiyâr yaşarlar.

Allahü teâlâ, kusurumu ve günahımı affetsin! Aradaki büyük farkı hiç bir zaman unutmıyarak ve hurmette kusur etmiyerek, ben Kur'an-ı kerimi, işte bu kitaba benzetiyorum. Kur'an-ı kerimde, bu esasları koyan Allahü teâlâdır. O, dünya üzerinde bulunan bütün erkek, kadın ve çocuklara nasıl hareket etmeleri Îcap ettiğini, tehlikenin nereden geleceğini ve ona karşı ne yapmak lâzım olduğunu, iyi hareket edenlerin nasıl mükâfâtlandırılacağını ve fena hareket edenlerin nasıl cezâlandırılacağını, son derecede açık ve güzel bir şekilde ve herkesin anlıyacağı bir tarzda öğretmektedir. Son 11 senedir, emekliye ayrıldıktan sonra, bahçemde çiçek yetiştiriyorum. İşte asl bu zaman, Allahü teâlânın büyüklüğünü, bir kere daha yakından gördüm. Nebâtlar ve çiçekler, ancak Allahü teâlânın emri ile yetişmekte ve büyümektedir. Onun emri olmadan diktiğiniz hiçbir şey yetişmez. Ne kadar uğraşırsanız uğraşınız, ne yaparsanız yapınız, sizin uğraşmalarınız, ancak Onun yardımı ile bir netîce verir. Bu yardım yoksa, gayretlerimiz boşa gider. Nebâtların neşvü nümâsı [yâni yetişmesi] için lâzım olan hava şartlarını evvelden tâyîn etmek kimsenin elinde değildir. Allahü teâlânın bir emri ile hava bozulur ve ektiğiniz herşey mahv olur. İnsanlar hava şartlarını evvelden tahmîn edebilmek için, birçok şey yaptılar. Bugün güyâ havanın nasıl olacağı evvelden haber veriliyor. Ben, buna ancak gülüyorum. Zîrâ, bu hava tahmînlerinden ancak yüzde biri doğru çıkmaktadır. Bu işte ancak Allahü teâlânın takdîri hâsıl olur. Allahü teâlânın emrine uymıyanların bahçelerinde güzel çiçekler yetişmiyor. Bu, Allahü teâlânın onlara verdiği cezâdır.

Ben, Kur'an-ı kerimin Allah kelâmı olduğuna ve Allahü teâlânın bu mukaddes kitabı dünyaya yaymak için, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemi seçtiğine, bütün kalbimle îman ediyorum. Kur'an-ı kerim, dünyadaki insan hayatı ile tam bir tevâfuk hâlindedir ve içinde hiçbir mübâlağa ve hurâfe olmayan, tamamen mantıkî, aklı başında olanların, tamamen sahih, doğru olduğuna inanacağı kâideler vardır. Kur'an-ı kerimde, ibâdet korkuya değil, muhabbete ve hurmete bağlanmıştır.

Bir hıristiyan, hıristiyanlık muhîti ve te'sîri altında uzun seneler kalınca, dîninden vazgeçip müslüman olmak için, evvelâ iknâ' olunmak ister. Fakat ben, islâmiyeti tedkîk ettikten sonra, başkası tarafından iknâ' edilmek lüzûmunu his etmedim. Çünkü, kendiliğimden bu dînin hak bir din olduğuna inanmıştım. Kimse beni müslüman yapmaya zorlamadı. Kimsenin te'sîri altında kalmadım. Müslümanlık, benim hıristiyanlıkta cevabını bulamadığım birçok şüpheleri hemen cevaplandırmış, beni her husûsta tatmîn etmişti. İşte bunun için, kendi kendime ve seve seve müslüman oldum.

Ben, farkına vardım ki, Îsâ aleyhisselâmın getirdiği temiz din ile İslâmiyet, aslında birbirinin aynıdır. Fakat temiz nasrânî dîni, birçok hurâfelerle, puta tapanlardan alınmış yanlış âyin ve îtikatlarla karışarak, tamamen bozulmuş ve hıristiyanlık hâline gelmiştir. O kadar ki, Martin Luther bu hurâfelerin çoğunu temizliyerek, dinde reform yapmak ve protestanlığı kurmak zorunda kalmış, fakat, islâh edeyim derken, büsbütün ifsâd etmiştir. İngiliz kraliçesi birinci Elizabeth, memleketini tehdîd eden katolik İspanyollar ile mücâdele ederken, Osmanlı Türkleri de Avrupada katoliklerle cihâd ediyordu. Bu iki devlet de, protestan ve müslüman olarak, puta tapan katoliklerle mücâdele ediyorlardı. Yalnız Martin Luther, farkına varmamıştı ki, Muhammed kendisinden tam 900 sene evvel bozulmuş hıristiyan dîni ile diğer bütün dinleri tamamiyle temizlemiş, tasfiye etmişti.

Bugün, hıristiyanlık putlar ve hurâfelerle doludur. Hıristiyanlık, uzun zamanlar haksızlığın, zulmün, vahşetin, âdetâ mubâh görüldüğü bir din olarak kalmış ve bugün bu korkunç hüviyyetini tamamen muhâfaza etmektedir. İspanyada hıristiyanların, Engizisyon mahkemelerinde ne kadar haksız kararlar verdiklerini, ne gibi vahşetler yaptıklarını hâtırlamanızı isterim. Onların bu vahşetinden kaçan yahudileri, ancak müslüman Türkler kabûl ettiler ve onlara insan muamelesi yaptılar.

Îsâ aleyhisselâm, ümmetinden, Allahü teâlânın Tûr-i Sînâda [Sînâ tepesinde] Mûsâ aleyhisselâma teblîg ettiği Evâmir-i Aşereye [On emre] itaat etmeyi istemişti. Bu emirlerden birincisi şudur:(Ben senin Allahınım. Benden başka hiç bir ilaha tapmayacaksın!) Hâlbuki hıristiyanlar, Allahü teâlâyı üçe çıkarmışlar, yâni Allahü teâlânın verdiği ilk emre muhâlefet etmişlerdir. Ben, müslüman olmadan evvel bile, üç tanrıya inanmadım. Allahü teâlâyı dâimâ tek, merhametli, affedici, hidâyet yolunu gösterici, bir büyük varlık olarak kabûl ediyordum. İşte beni müslümanlığa götüren en büyük sebep, bu oldu. Çünkü müslümanlar, Allahü teâlâya tam benim düşündüğüm gibi îman ediyorlardı.

Hayattaki yaşama tarzınız tamamen sizin elinizdedir. Eğer siz, bir muhâsebeci iseniz ve mal sahibinin kasasından para aşırırsanız, sizi yakalar ve habse sokarlar. Kaygan bir yoldan giderken dikkat etmezseniz, yuvarlanır ve bir tarafınızı kırarsınız. Otomobilinizi çok sür'at ile sevk eder ve bu sebep ile bir kaza yaparsanız, bundan yine siz mes'ûl olursunuz. Bütün bu kabahatleri, başkasının üstüne yüklemeye kalkmak, büyük bir ahlâksızlıktır. İnsanların fena huylu olarak doğduklarına inanmıyorum. İnsanlar, muhakkak iyi huylu olarak doğmuştur. İnsanların bazılarının, fena ruhlu olarak dünyaya geldiğini iddiâ edenler var ise de, bunlara inanmıyorum. Bence, insanı fena ruhlu yapan, önce, anası babası, sonra muhîti [çevresi], zararlı neşriyat ve sonra fena arkadaşlarıdır. Buna bir de zararlı muallimleri eklemek gerekir. Çocuklar, baba ve analarının ve mektepteki muallimlerinin ve yazarların hareket ve fikirlerine çok kıymet verirler ve onlara benzemeye çalışırlar. Bâzan çocukların, bilinmeyen sebeplerden ötürü isyân ettikleri veya lüzûmsuz yere ortalığa zarar verdiği görülür. O zaman, onlara nasihat vermek, onları tatlılıkla, fakat ciddiyetle yola getirmek lâzımdır. Fakat, biz çocuklarımıza fena örnek olursak, kendimiz fena hareketler yaparsak, onları yaptıkları hareketin doğru olmadığı husûsunda iknâ edemeyiz. Biz her türlü kabahati işlersek, bunların kötü şeyler olduğunu çocuklarımıza nasıl anlatabiliriz?Demek oluyor ki, her şeyden evvel çocuklarımıza mükemmel bir nümûne olmalıyız. Îcâbında onları cezâlandırabilmeliyiz. İngilizlerin sporcu olduğunu bilirsiniz. Spor bizde âdetâ kutsaldır. Spor yaparken, yanlış hareket eden, hele hîle yapan, hemen cezâlandırılır ve şerefinden çok şey gayb eder. İslâm dîni, insanlar için tıpkı bizim spor kâideleri gibi çok güzel ve mantıkî hareket tarzı ve doğru yaşama kâideleri koymuştur. İşte ben de, İslâm dînini tedkîk ederken, konulan bu kâidelere hayrân oldum. Bu mantık ve intizâm da beni hak olan islâm dînine kavuşturdu.

On emrin ikincisi şudur:(Sen, tapınmak için, hiçbir put veya resim veya işaret yapmıyacaksın. )Hâlbuki, bugün hıristiyan kiliseleri resimlerle, heykellerle doludur ve hıristiyanlar bunların önünde yerlere kadar eğilirler!

Ben, Îsâ aleyhisselâmın mucizeleri, [hıristiyanların îtikatınca] haç üzerinde öldürülmesi, kabre konulduktan sonra tekrar dirilip göğe çıkması gibi muazzam hâdiselerin, o zaman Filistinde bulunan yahudiler, Romalılar ve diğer insanlar üzerinde çok az bir etki yaptığına ve oradaki hayat tarzını hiç değiştirmediğine dâimâ hayret etmiştim. Yahudiler Îsâ aleyhisselâma çok kaydsız kalmış ve hıristiyanlık ancak yüzyıllar sonra yayılmaya başlamıştır. Hâlbuki, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin teblîg ve neşrettiği İslâm dîni, çok kısa zamanda her tarafa yayılmış, oralardaki hayat tarzını hemen değiştirmiş, yarı vahşî insanları kısa zamanda, medenîleştirmiştir. Zannediyorum ki, bunun sebebi, îsevî dîninin kısa zamanda bozularak, anlaşılması güç, yarı putperest yeni bir hıristiyan dîni hâlini alması, islâm dîninin ise, herkes tarafından anlaşılabilen mantıkî bir din olmasıdır. 1919 ile 1923 arasında, bana Türk sularında vazîfe verildi. Müslümanlarla görüştüm. Her gün minârelerden duyduğum (Ancak bir Allahü teâlâ vardır. Muhammed Onun resûlüdür) sesi kulağıma ne hoş geliyordu! İslâmiyet hakkında okuduğum İngilizce kitaplardan çoğu, İslâmiyeti tahkîr ediyordu. Hele son üçyüz sene içinde, aynı zamanda halîfe olan Türk sultânlarının yaptıkları iddiâ edilen birçok fena hareketleri, haksızlıkları, Türklerin yalancılığı, düzenbazlığı, rüşvete düşkün olmaları, azınlıklara fena muamele etmeleri gibi iftirâlar, hep onların aldığı islâm terbiyesine isnâd ediyor, bir müslümanın hiç bir zaman bir hıristiyan gibi dürüst olmıyacağını ileri sürüyordu. Acaba kabahat hakîkaten İslâm dîninde miydi?Ben buna inanmıyordum. Nihâyet bu husûsta bilgi edinmek için, bir müslüman din adamına mürâce'at etmeye karar verdim. Bir taraftan da İslâmiyet hakkında müslümanlar tarafından yazılmış eserleri aradım. İngilterede bulunan müslüman din adamları, bana böyle eserler bulup yolladılar. Bu kitapları okuduğum zaman, islâmiyetin ne kadar temiz olduğunu, Ortaçağda nasıl parladığını, karanlık hıristiyan âlemini nasıl aydınlattığını, fakat zamanla dîne ri'âyetsizlik yüzünden, islâm âleminin nasıl zayıfladığını, şimdi onu yine eski hakîkî hâline getirmek için uğraşıldığını öğrendim. Bugünkü ilmî terakkîler hıristiyan dîninde yer bulamaz. Hâlbuki, islâmiyet ile tam bir ittifak hâlindedir. Demek oluyor ki, islâm âleminin gerilemesinde kabahat, islâm dîninde değil, bu güzel dîni lâyıkı ile tatbîk edemeyen bugünkü müslümanlardadır. Artık islâm dîninin meziyyeti hakkında hiçbir şüphem kalmamıştı. Seve seve, îman ederek müslüman oldum.

Bugün Avrupada bazı filozoflar, muharrirler, dinlerin lüzûmsuz olduğunu ileri sürerler. Emîn olunuz ki, böyle bir fikrin hâsıl olmasına sebep, hıristiyan dîninin akla uymaz kâideleri ve 20. asırda  kabûl olunamıyacak hurâfeleridir [yâni bâtıl akîdeleridir]. Hâlbuki islâm dîninde bunların hiçbiri yoktur.

Hıristiyanlar, İslâmiyetin kabûlünün sebebini bir türlü anlıyamamakta ve müslüman olanlara (eksantrik = Kimseye uymıyan bir yol tutanlar) demektedirler. Bu tamamiyle yanlış bir düşüncedir.

En son olarak şunu söyliyeceğim:Ben islâmiyeti hem teorik, hem pratik, anlaşılması kolay ve mantıkî ve her bakımdan mükemmel bir din olduğu ve insanlara iyi bir rehber olduğu için seçtim. İslâm dîni, insanı Allahü teâlânın rızasına, dünya ve âhiret saadetine götüren en doğru yoldur ve sonsuza kadar böyle kalacaktır.

 

27 J. W. LOVEGROVE

(İngiliz)

Niçin müslüman olduğum hakkında sorduğunuz suâle aşağıda kısa bir cevap vermek istiyorum. Din ve îman hakkında size uzun bir konferans verecek değilim. Din ve îman insanın ruhunda doğan, her şeyden tamamen farklı bir meziyyettir. Tıpkı çölde kalmış bir insanın susamasına benzer. İnsanların muhakkak istinâd edecek, güvenecek, kendisine rehber olacak bir îmana mâlik olması lâzımdır. Ben, önce din tarihlerini tedkîk ettim. İnsanları dîne dâvet eden zâtların hayatlarını ve onların ne öğrettiklerini dikkat ile okudum. Anladım ki, Peygamberlerin başlangıçta, öğrettiği esas kâideler zamanla bozulmuş ve büsbütün başka şekllere dönmüştür. Bunlardan ancak pek az doğru kısmı günümüze kadar devam edebilmiştir. Bu büyük, seçilmiş insanların hayatlarına türlü türlü efsâneler karıştırılmış, yaptıkları işler bize büsbütün başka ve esrârla dolu bir şekilde intikâl etmiştir. İşte bunların yanında yalnız İslâm dîni, intişâr ettiği günden bugüne kadar aynı saflığı, aynı temizliği muhâfaza etmiş, içine hiç bir hurâfe ve efsâne katılmadan, günümüze kadar devam etmiştir. Kur'an-ı kerim, Muhammed aleyhisselâm zamanında ne ise, bugün de odur. Bir kelimesi bile değişmemiştir. Muhammed aleyhisselâmın mübârek sözleri, kendi ağzından çıktığı şekilde, hiçbir tehavvüle uğramadan günümüze vâsıl olmuştur.

Allahü teâlâ, lüzûm gördükçe, insanlara Peygamberler göndermiştir. Bunlar birbirini tamamlar. Diğer Peygamberlerin öğrettiği husûsların değiştirilmiş ve başka şekllere sokulmuş olduğu göz önünde tutulursa, en temiz, en saf ve en doğru kalan İslâm dînini kabûl etmekten daha mantıkî ne olabilir?Esasen, kendime sâde, faydalı ve içinde mantığa uymıyan hurâfeler katılmamış bir hak din arıyordum. İslâm dîni, böyle bir ilâhî dindir. İslâm dîni, Allahü teâlâya ve komşularıma ve sâir insanlara karşı olan vazîfelerimi bir bir göstermektedir. Bütün dinlerden maksat bu olduğu hâlde, onlarda bu husûs için anlaşılmaz felsefî akîdeler konulmuştur. Hâlbuki, islâm dîninde bu husûsta herkesin anlıyabileceği, sâde, mantıkî, inandırıcı, faydalı kâideler vardır. Ben, dünyada ve âhirette, huzur ve selâmete kavuşmak için, neler yapmak Îcap ettiği hakkındaki bilgileri, ancak İslâm dîninde buldum. Onun için müslüman olmakla şereflendim.

 

28 DAVİS

(İngiliz)

1931 senesinde doğdum ve 6 yaşında ilk mektebe gitmeye başladım. Yedi sene sonra, ilk mektebi tamamlıyarak, orta kısma devam ettim. Âilem beni katolik terbiyesi ile yetiştirdi. Sonradan, Anglikan kilisesine bağlandım. En sonunda, Anglo-katolik oldum. Bütün bu tehavvüller esnâsında, hep aynı şeyle karşılaşıyordum. Hıristiyanlık, insanın normal günlük hayatından tamamen ayrılmış, yalnız Pazar günleri giyilen ve onun için sandıkta saklanan bir elbiseye benzemişti. İnsanlar, hıristiyanlık dîninde aradıklarını bulamıyorlardı. Hıristiyan dîni, insanları kiliseye türlü renkli ışıklar, resmler, günnük kokuları, zevkli müzik ve Azîzler için yapılan türlü parlak merâsim ve duâlarla bağlamaya çalışıyor. Fakat, insanları bir türlü toplamaya muvaffak olamıyordu. Çünkü hıristiyan dîni, yalnız efsânevî husûslarla meşgûl oluyor, kilise dışındaki olan bitenle hiç alâkası olmuyordu. İşte bunun için, ben hıristiyanlıktan tamamen nefret ettim ve yaldızlı reklâmlarla medh olunan komünistlikle faşistliği tecrübe etmeye karar verdim.

Komünist olurken, komünistlikte sınıf farkı olmadığına inanmış ve buna çok sevinmiştim. Fakat zaman geçtikçe, komünistlerin, sınıfsız olmak şöyle dursun, âdetâ bir esîr hayatı yaşadıklarını, içlerindeki küçük bir zümrenin diğerleri üzerine zulüm ve işkence yaptığını, kimsenin birşey söylemeye hakkı olmadığını ve ufak ve haklı bir itirazda bulunsa, hemen cezâlandırıldığını ve bu cezâlandırmanın ölüme kadar gittiğini dehşet ile gördüm. Komünizmin hakîkî yüzü hakkında, bize Stalin en bâriz bir misâldir. Bunun üzerine komünistliği bırakarak, faşist olmaya karar verdim.

Faşistlikte gördüğüm disiplin ve intizâmı, çok beğendim. Fakat faşistler, ancak kendilerini beğeniyorlar. Kendilerinin dışında olan bütün insanları, başka ırkları hakîr görüyorlardı. Burada da, zulüm, ızdırab, haksızlık ve tahakküm vardı. Birkaç ay içinde, faşistlikten de, tamamen nefret ettim. Çünkü, İngilterede Mosley, Almanyada Hitler, İtalyada Mussolini, tâm bir terör, merhametsiz ve keyfî bir zulüm nümûnesi olmuşlardı. Fakat buna rağmen, faşistlikten ayrılamıyordum. Çünkü başvuracak başka bir yer kalmamıştı.

Bu sırada, ruhî ızdırâblar arasında çırpınırken, bir kitap satıcısında, (The İslamic Review = İslâm Mecmû'ası) adında bir dergi gördüm. Bunu biraz karıştırdım. Bedeli 2 şilin 6 pens olan (bugünkü para ile 15 lira) ve benim için çok pahalı sayılan bu mecmû'ayı, niçin satın aldığımı hâlâ anlıyamıyordum. Kendi kendime, (Beyhûde para sarf ettim. Her hâlde bunun içindekiler de hıristiyanların, komünistlerin, faşistlerin söyledikleri ve iki para etmiyen laflara benzer) diye düşünüyordum. Fakat mecmû'ayı dikkat ile okumaya başlayınca, şaşırıp kaldım. Okudum, bir kere, bir kere daha okudum. O zaman islâmiyetin, hıristiyanlığın ve sonu (izm) ile biten bütün ideolojilerin en iyi taraflarını kendinde toplayan mükemmel bir din olduğunu gördüm ve anladım. Fakirliğime rağmen, bu mecmû'aya abone oldum. Birkaç ay sonra, müslüman olmaya karar vermiştim. O günden beri, yeni dînime iki elle sarılmış bulunuyorm.

Üniversiteye girer girmez, Arabî öğrenmeye başlayacağımı Ümit ediyorum. Şimdiki hâlde, Latince, Fransızca ve İspanyolca öğreniyor ve (İslâm Mecmû'ası)nı okuyorum.

 

        İnsana sadâkat yaraşır, görsede ikrâh,

        Yardımcısıdır doğruların hazreti Allah.

 

29 T. H. Mc BARKLİE

(İrlandalı)

Ben, İrlandalı olmama ve İrlandalıların çoğunun katolik dînine bağlı bulunmasına rağmen, protestan mezhebinde yetiştirildim. Fakat, daha çocuk yaşında iken, hıristiyanlık hakkında bana öğretilen şeyleri hiç beğenmiyor, bunların doğruluğundan şüphe ediyordum. Üniversiteye başlayıp, birçok yeni ilimler öğrenince, şüphem artık kanaate vardı. Hıristiyan dîni, artık bana hiçbir şey vermiyordu. Ondan tamamen nefret ettim ve ona inanmıyordum. İçimdeki, (beni hak yola kavuşturacak bir rehberi aramak) arzusu, o kadar şiddetliydi ki, bir müddet, düşündüğüm tarzda bir îtikat yolu kurmuş ve bununla kendimi tatmîn etmeye çalışmıştım. Bu karışık ruh hâleti oldukça uzun sürdü. Birgün, elime (İslâm ve Medeniyet) isminde bir kitap geçti. Bunu okuyunca, büyük bir hayret ve sevinç ile gördüm ki, aklımdan geçen bütün Ümitler, suâller ve bunların cevapları, bu kitapta mevcut idi. Hıristiyan fırkalarının zulüm ve baskılarına karşı islâm dîninin huzur dolu, canlı kâideleri, beşeriyyete doğru yolu göstermişti. İslâm memleketlerindeki ilim ve medeniyet kaynakları, karanlık ve vahşet içinde bulunan Avrupaya nûr saçmıştı. Hıristiyanlıkla kıyaslandığı zaman, islâm ne kadar mantıkî, faydalı bir din idi.

İslâmiyette beni, ilk görüşte kendisine hemen bağlıyan husûs, hıristiyanlıkta bulunan (İnsanların günahkâr olarak doğduğu ve dünyada kefaret vermek mecbûriyeti bulunduğu) akîdesinin islâm dîninde red edilmesiydi. Sonraları, islâmiyetin insânî, medenî diğer ahkâmını öğrenerek, bu dînin büyüklüğüne hayrân oldum. İslâmiyette zengin, fakir ayrılığı yoktu. İslâmiyette her ırktan, her renkten, her dilden insanlar birbirinin kardeşi sayılıyordu. İslâmiyet, insanların aralarındaki servet, mevkı', ırk, memleket, renk farklarını bir hamlede yıkıyordu. İşte bunun için müslüman oldum.

 

30 MAHMÛD GUNNAR ERİKSON

(İsveçli)

Allahü teâlâya hamd-ü senâ ile söze başlıyorum. Allahü teâlâdan başka bir mâbut bulunmadığına ve Muhammed aleyhisselâmın Onun kulu ve resûlü olduğuna şehâdet ederim.

Bundan beş sene evvel müslümanlarla görüştüm. Dostlarımdan biri, birgün, Kur'an-ı kerimi merak ettiğini ve onu okumaya başladığını söylemişti. O zamana kadar, Kur'an-ı kerim hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Arkadaşımın Kur'an-ı kerim okumaya başladığını öğrenince, onun yanında küçük düşmemek için ben de Kur'an-ı kerimi tedkîk etmeye karar verdim ve İsveççe bir Kur'an-ı kerim tercümesini bulmak için şehrimizin kütübhânesine mürâce'at ettim. Oradan, böyle bir tercüme buldum ve okumaya başladım. Kütübhâneden aldığım bir kitabı ancak onbeş gün yanımda tutabiliyordum. Fakat, Kur'an-ı kerim, benim üzerimde o kadar büyük bir te'sîr yaptı ki, onbeş gün kâfî gelmedi. Kitabı geri verdikten birkaç gün sonra, tekrar kütübhâneye gidiyor ve onu tekrar alıyordum. Böylece, her 15 günde bir geri vererek ve birkaç gün sonra tekrar alarak, bu Kur'an-ı kerim tercümesini defalarca okudum. Kur'an-ı kerimi okudukça, ona hayrân oluyor ve müslümanlığın hakîkî dîn olduğuna inanmaya başlıyordum. 1950 senesi Kasım ayında, artık müslüman olmaya karar vermiştim. Fakat islâmiyetin hakîkî mânasına vâkıf olmak ve onun derinliğine nüfûz etmek için biraz daha beklemek ve bu dîni biraz daha tedkîk etmek istiyordum. Bunun için, Stockholmda umûmî kütübhâneye giderek, islâm dîni hakkında yazılmış eserleri araştırdım. Bu eserler arasında, Muhammed Alînin Kur'an-ı kerim tercümesini buldum. Muhammed Alînin, Kadıyânî ve Ahmedî denilen bir sapık teşkîlâtın mensûblarından olduğunu sonradan öğrendiğim hâlde, bu kifâyetsiz kimsenin yapmış olduğu tercümeden bile, çok faydalandım. Artık müslüman olmak için hiç bir şüphem kalmamıştı. Müslümanlarla görüşmem işte o zaman başladı. 1952 senesinden îtibaren onlarla birlikte ibâdetlere iştirâk ettim. Büyük bir tâlih eseri olarak, Stockholmda müslümanlar tarafından te'sîs edilmiş bir cemiyet buldum. Onlarla tanıştım. Onlardan da, birçok şeyler öğrendim. 1372 hicrî senesinin Ramazan bayramında İngiltereye gittim ve bayramın birinci günü (Woking) câmiinde resmen müslüman oldum.

Müslümanlıkta beni kendisine en çok cezb eden şey, müslümanlığın son derece mantıkî bir din olmasıdır. İslâmiyette, akl-ı selîmin kabûl etmediği hiçbir şey yoktur. İslâmiyet, Allahü teâlânın bir olduğuna inanmağı emreder. Allahü teâlâ gafûr ve rahîm (affedici ve çok merhametli)dir. İnsanlara rahat ve huzur içinde yaşıyabilmeleri için, her an sayısız lutf ve ihsânlarda bulunur.

İslâm dîninde en çok sevdiğim şeylerden biri de, islâm dîninin yalnız Arabların dîni olmayıp, bütün insanların dîni olmasıdır. Allahü teâlâ, bütün âlemlerin rabbidir. Hâlbuki yahudiler, kendi kudsî kitaplarında, hep (İsrâîlin Allahı)ndan bahs ederler. Yâni, Allahü teâlâyı sırf kendilerine tahsîs ederler.

Yine İslâm dîninde sevdiğim bir husûs, bu dînin şimdiye kadar gelen bütün Peygamberleri kabûl etmesi, hepsine hurmetkâr olması ve başka dîne inananlara büyük bir şefkat ile muamele etmesidir. Bir müslüman, temiz olan her yerde, tarlada, hattâ bir kilisede bile namaz kılabilir. Hâlbuki bir hıristiyan, bir câmiin yanına bile yaklaşmaz.

İslâmın en doğru ve en son din, Muhammed aleyhisselâmın da en son Peygamber olduğunu, Kur'an-ı kerim, ne güzel tarif etmektedir:

Mâ'ide sûresinin üçüncü âyetinde meâlen, (Bugün, dîninizi kemâle erdirdim. Size olan nîmetlerimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâmı seçtim) buyurulmuştur.

Âl-i İmrân sûresi ondokuzuncu âyetinde meâlen,. (Ve, kat'î olarak biliniz ki, Allahü teâlâ katında din, İslâmiyettir) buyurulmuştur.

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol