iman_hakiki_bir_musliman_olmanin_sartlari
|
HAKÎKÎ BİR MÜSLİMÂN OLMANIN ŞARTLARI
İslâm kelimesi, arabca (Nefsini teslim etmek, boyun eğmek, selâmete ulaşmak) ve aynı zamanda (sulh) mânalarına gelir. İmâm-ı a'zam, (Allahü teâlânın emirlerine teslim olmak ve boyun eğmek) diye tarif etmiştir. Yukarıda zikredilen tarifler, dikkat ile incelenirse, iyi bir müslümanın nasıl olacağı, kendiliğinden meydana çıkar. Bunları bir kere daha tekrar edelim: Bir müslüman, herşeyden önce bedenen ve ruhen temizdir. Evvelâ beden temizliğini anlatalım: Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde çeşidli yerlerde meâlen, (Temiz olanları severim!) buyuruyor. Müslümanlar, câmilere, evlere ayakkabı ile girmez. Halılar, döşemeler, tozsuz, temiz olur. Her müslümanın evinde hamamı vardır. Kendileri, çamaşırları, yemekleri hep temiz olur. Onun için, mikrob ve hastalık bulunmaz. Fransızların dünyaya övündükleri Versay sarayında bir hamam yoktur. Orta çağda, Pariste oturan bir Fransız, sabahleyin kalktığı zaman, evinde bir abdesthâne olmadığı için, oturağa yaptığı pislik ile içme suyu şişesini berâberinde Sen (Seine) nehrine götürür, o nehrden evvelâ içmek için su alır. Sonra pisliğini nehre dökerdi. Bu satırlar “İçme Suyu” (L'Eau Potable) adlı bir Fransız eserinden aynen alınmıştır. Kanûnî Sultan Süleymân zamanında İstanbula gelen bir Alman râhibi, tahmînen 967 [m. 1560] tarihinde yazdığı bir eserde: (Buradaki temizliğe hayrân oldum. Burada herkes günde beş defa yıkanır. Bütün dükkânlar tertemizdir. Sokaklarda pislik yoktur. Satıcıların elbiseleri üzerinde ufak bir leke bile bulunmaz. Ayrıca ismine (hamam) dedikleri ve içinde sıcak su bulunan binâlar vardır ki, buraya gelenler, bütün bedenlerini yıkarlar. Hâlbuki bizde insanlar pistir, yıkanmasını bilmezler) demektedir. Avrupada yıkanmak ancak asırlardan sonra müslümanlardan öğrenilmiştir. Bugün ise, müslüman diyârları denilen yerlerde seyâhat eden yabancılar, neşrettikleri kitaplarda: (Bir doğu memleketine gittiğimiz zaman evvelâ burnumuza bir kokmuş balık ve süprüntü kokusu geliyor. Her taraf pislik içindedir. Yerler tükürük ile doludur. Ötede beride toplanmış süprüntü ve ölmüş hayvan leşlerine rast gelinir. İnsan, böyle bir doğu memleketinden geçerken, iğreniyor ve müslümanların iddiâ ettikleri gibi temiz olmadıklarını anlıyor) demektedirler. Bugün, İslâm devleti ismini taşıyan memleketlerde, îman bilgileri bozulduğu gibi, temizliğe de tam riâyet olunmamaktadır. Fakat bunda kabahat, İslâm dîninde değil, İslâm dîninin esasının temizlik olduğunu unutan kimselerdedir. Fakirlik, pis olmak için bir mâzeret teşkîl etmez. Bir insanın yere tükürmesinin, ortalığa pislik saçmasının para ile hiçbir ilgisi yoktur. Böyle pislik yapanlar, Allahın temizlik emrini unutan bedbahtlardır. Her müslüman, dînini iyi öğrense ve buna riâyet etmiş olsa, bu pislik hemen ortadan kalkar. O zaman, başka milletler, müslüman memleketleri ziyâret ettiklerinde, tıpkı orta çağdaki müslümanlarda olduğu gibi, temizliğine hayran kalırlar. Hakîkî müslüman, hem temiz olur, hem de, sıhhatine çok dikkat eder. Bir zehir olan alkollü içkileri içmez. Çeşidli tehlikeleri ve zararları olduğu için men edilen domuz etini yimez. Livâta yapanlarda yeni keşf edilen (Aids) ismindeki sârî ve öldürücü hastalığın virüsünün, domuzlarda bulunduğu tesbît edilmiştir. Peygamberimiz, tıb bilgisini çeşidli şekllerde medh buyurdu. Meselâ, (İlim ikidir:Beden bilgisi, din bilgisi). Yâni ilimler içinde en lüzûmlusu, ruhu koruyan din bilgisi ve bedeni koruyan sıhhat bilgisidir buyurarak, herşeyden önce, ruhun ve bedenin zindeliğine çalışmak lâzım geldiğini emretti. İslâmiyet, beden bilgisini, din bilgisinden önce öğrenmeyi emrediyor. Çünkü, bütün iyilikler, bedenin sağlam olması ile yapılabilir. Bugün, bütün üniversitelerde okutuluyor ki, doktorluk iki kısmdır:Biri hijiyen, sıhhati korumak, ikincisi terapötik, hastaları iyi etmektir. Bunlardan birincisi önce gelmektedir. İnsanları hastalıklardan korumak, sağlam kalmağı sağlamak, tıbbın birinci vazîfesidir. Hasta insan, iyi edilse de, çok kere, ârızalı, çürük kalır. İşte islâmiyet, tabâbetin birinci vazîfesini, hijiyeni garanti etmiştir. (Mevâhib-i ledünniyye) ikinci kısmda, Kur'an-ı kerimin tıbbın iki kısmını da teşvîk buyurduğu, âyet-i kerimeler gösterilerek isbât edilmektedir. Peygamberimiz, Rûm imparatoru Heraklius ile mektûblaşırdı. Birbirlerine elçi gönderirlerdi. Bir defa, Heraklius birçok hediye göndermişti. Bu hediyelerden biri de, bir doktor idi. Doktor gelince, (Efendim! İmparator hazretleri beni, size hizmet için gönderdi. Hastalarınıza bedâva bakacağım!) dedi. Resûlullah kabûl buyurdu. Emreyledi, bir ev verdiler. Hergün nefîs yiyecek, içecek götürdüler. Günler, aylar geçti. Hiç bir müslüman, doktora gelmedi. Doktor, utanıp gelerek, (Efendim! Buraya, size hizmet etmeye geldim. Bugüne kadar, bir hasta gelmedi. Boş oturdum, yiyip içtim, rahat ettim. Artık gideyim) diye izin isteyince, Peygamberimiz, (Sen bilirsin. Eğer daha kalırsan, misafire hizmet etmek, ona ikrâm etmek, müslümanların vazîfesidir. Gidersen de uğurlar olsun. Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünkü, Eshâbım hasta olmaz! İslâm dîni, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça bir şey yimez ve sofradan, doymadan önce kalkar) buyurdu. Bunu söylemekle müslüman hiç hasta olmaz demek istemiyoruz. Fakat sıhhatine ve temizliğe itina eden bir müslüman, sağlam kalır, kolay kolay hasta olmaz. Ölüm haktır. Hiç bir kimse ölümden kurtulamaz ve her hangi bir hastalık sonucu ölecektir. Fakat, o vakte kadar sıhhatini koruyabilmesi, ancak müslümanlıkta emredilen husûslara ve temizliğe riâyet sâyesinde olur. Hıristiyanlığın en revaçta olduğu orta çağda, büyük tıb âlimleri, yalnız müslümanlardı ve Avrupalılar Endülüse tıb tahsîl etmeye gelirlerdi. Çiçek hastalığına karşı aşıyı bulanlar, müslüman Türklerdir. Türklerden bunu öğrenen Jenner, ancak 1211 [m. 1796] da bu aşıyı Avrupaya götürdü ve haksız olarak (Çiçek aşısını bulan kimse) ünvânını aldı. Hâlbuki, tâm bir zulmet diyârı olan o zamanki Avrupada insanlar, hastalıktan kırılıyordu. Fransa kralı Onbeşinci Louis 1774 de çiçekten öldü. Avrupa uzun zaman vebâ ve kolera salgınlarına uğradı. Birinci Napolyon (Napoléon) 1212 [m. 1798] de Akkâ kal'asını muhâsara ettiği zaman, ordusunda vebâ zuhûr etmiş ve hastalığa karşı çâresiz kalınca, düşmanı olan Müslüman Türklerden yardım istemek zorunda kalmıştı. O zaman yazılan bir Fransız eserinde şöyle demektedir:(Türkler, ricâmızı kabûl ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar tertemiz giyinmiş, nûr yüzlü kimselerdi. Evvelâ duâ ettiler ve sonra ellerini bol su ve sabun ile uzun uzadıya yıkadılar. Hastalarda zuhûr eden hıyarcıkları neşterle yardılar. İçindeki sıvıyı akıttılar ve yaraları tertemiz yıkadılar. Sonra hastaları ayrı ayrı yerlere koydular ve sağlamların mümkün olduğu kadar onlara yaklaşmamasını tenbîh ettiler. Hastaların elbiselerini yaktılar ve onlara yeni elbiseler giydirdiler. En nihâyet tekrar ellerini yıkadılar ve hastaların bulunduğu yerlerde öd ağacı yakarak ve tekrar duâ ederek ve bizden hiç bir ücret veya hediye kabûl etmeden yanımızdan ayrıldılar. ) Demek oluyor ki, iki asır evveline kadar garblılar hastalıklara karşı tamamen çâresizdi ve ancak sonradan müslümanlardan öğrenerek ve tecrübeler yaparak [Kur'an-ı kerimde emrolunduğu gibi gayret ederek] bugünkü tıb ilmini öğrendiler. Ruh temizliğine gelince, müslüman, muhakkak güzel ahlâklı ve fazîletli olmalıdır. İslâm dîni, baştan başa ahlâk ve fazîlettir. İslâm dîninin, dostlara ve düşmanlara karşı yapılmasını emrettiği iyilik, adalet, cömerdlik, akılları şaşırtacak derecede yüksektir. Ondört asırlık hâdiseler, bunu düşmanlara da, pek iyi göstermiştir. Sayılmıyacak kadar çok vesikalardan hâtıra gelen bir dânesini bildirelim: Bursa müzesi arşivinde, ikiyüz sene öncesine âid bir mahkeme kaydında diyor ki, Altıparmaktaki yahudi mahallesi yanında bir arsaya müslümanlar câmi yapıyor. Yahudiler, arsa bizimdir, yapamazsınız dediklerinde, iş mahkemeye intikâl ediyor. Arsanın yahudilere âid olduğu anlaşılarak, mahkeme câmiin yıkılmasına, arsanın yahudilere verilmesine karar veriyor ve hükm yerine getiriliyor. Adalete bakınız! Peygamberimiz buyurdu ki, (İyi huyları tamamlamak, iyi ahlâkı dünyaya yaymak için gönderildim). Bir hadis-i şerifte, (Îmanı yüksek olanınız, ahlâkı güzel olanınızdır) buyuruldu. Îman bile, ahlâk ile ölçülmektedir. İslâmiyette ruh temizliği esastır. Yalan söyliyen, hîlekârlık yapan, insanları aldatan, zulmeden, haksızlık yapan, din kardeşlerine yardım etmiyen, büyüklük satan, yalnız kendi menfaatini düşünen bir kimse, ne kadar ibâdet ederse etsin, hakîkî bir müslüman sayılmaz. Mâ'ûn sûresinin ilk üç âyetinde meâlen, (Ey Resûlüm, kıyâmet gününü inkâr eden, yetîmi, öksüzü incitip hakkını gasbeden, fakiri doyurmayan ve başkalarını da fakire iyiliğe teşvîk etmeyen o kimseyi gördün mü?) buyurulmuştur. Bu gibi kimselerin ibâdeti kabûl olunmaz. İslâm dîninde yasaklardan, haramlardan sakınmak, emirleri, farzları yapmaktan daha önce gelmektedir. Hakîkî bir müslüman, her şeyden önce, tâm ve mükemmel bir insandır. Güler yüzlü, tatlı dilli, doğru sözlüdür. Kızmak nedir bilmez. Resûlullah buyurdu ki, (Kendisine yumuşaklık verilen kimseye dünya ve âhiret iyilikleri verilmiştir). Müslüman son derece mütevâzî' [alçak gönüllü]dür. Kendisine başvuran herkesi dinler ve imkân buldukça yardım eder. Müslüman vakûrdur, kibârdır. Âilesini ve vatanını sever. Peygamberimiz (Vatan sevgisi îmandandır) buyurmuştur. Bunun için, vatanına saldıranlara karşı hükûmet harp ederken, seve seve askerlik vazîfesini yapar. Yukarıda bahs ettiğimiz 1560 tarihli bir Alman râhibi tarafından yazılan eserde şöyle denilmektedir:(Müslüman Türklerin niçin her seferde bizi yendiklerini şimdi anladım. Burada bir gazâ olduğu zaman, Müslümanlar derhâl silâhlarına sarılıp, vatanları ve dinleri uğruna seve seve çarpışmakta ve ölmektedirler. Gazâda ölenlerin Cennete gideceklerine inanıyorlar. Hâlbuki bizde bir harp ihtimali olunca, herkes askere gitmemek için saklanacak yer arar. Zorla askere alınanlar ise, isteksiz döğüşürler). Allahü teâlânın, kullarının nasıl olmasını istediği Kur'an-ı kerimde ne güzel açıklanmaktadır:Furkan sûresinin 63-69. âyet-i kerimelerinde meâlen, (Rahmânın [yâni kullarına acıması çok olan Allahü teâlânın fazîletli] kulları, yer yüzünde gönül alçaklığı ve vakâr ile yürürler. Câhiller kendilerine sataştığı zaman onlara, (sağlık, esenlik size) gibi güzel sözler söyliyerek doğruluk ve tatlılıkla günahtan sakınırlar. Onlar, Rableri için, secde ve kıyâm ederek [yâni namaz kılarak] gecelerler. [Ona hamd ederler. ] Onlar (Rabbimiz Cehennem azâbını bizden uzaklaştır. Doğrusu Onun azâbı devamlı ve acıdır, orası şüphesiz ne kötü bir yer ve ne kötü bir duraktır) derler. Onlar sarf ettikleri zaman, ne isrâf, ne de cimrilik ederler, ikisi ortası bir yol tutarlar ve kimsenin hakkını kesmezler. Onlar Allaha ortak koşmazlar. Allahın haram ettiği cana kıyıp, kimseyi öldürmezler. [Ancak suçluları cezâlandırırlar. ] Zinâ etmezler). Ve 72-74. âyetlerinde, ([Allahü teâlânın sevdiği, fazîletli kullar], Yalan yere şehâdet etmezler. Faydasız ve zararlı işlerden kaçınırlar. Böyle faydasız veya güçle yapılan bir işe tesâdüfen karışacak olurlarsa, yüz çevirip vakârla uzaklaşırlar. Kendilerine Allahın âyetleri hâtırlatıldığı zaman, körler ve sağırlar gibi görmemezlik, dinlememezlik etmezler. Onlar, (Yâ Rabbî, bize zevcelerimizden ve çocuklarımızdan gözümüzü aydınlatacak sâlih kişiler ihsân et! Bizi, Allaha karşı gelmekten sakınanlara önder yap! diye yalvarırlar) buyurulmuştur. Bundan başka, Sâf sûresinin ikinci ve üçüncü âyetlerinde meâlen, (Ey îman edenler! Yapmadığınız bir şeyi niçin söylersiniz?Yapamadığınız şeyi yaptık demeniz, Allah katında büyük öfkeye sebep olur) buyurulmuştur ki, bu da, bir insanın yapamıyacağı bir şeyi vaat etmesinin, onu Allah katında kötü kişi yapacağını göstermektedir. Hakîkî müslüman, dînine, anasına, babasına, hocasına, âmirine, memleketin büyüklerine ve kanûnlara karşı son derecede saygılıdır. Lüzûmsuz şeylerle uğraşmaz. Ancak faydalı şeylerle meşgûl olur. Kumar oynamaz. Vaktini boş geçirmez. Hakîkî müslüman, ibâdetini tam yapar. Allahü teâlâya olan şükrân borcunu öder. İbâdetini, yalnız lâf olsun veya yasak ortadan kalksın diye yapmaz. İbâdetini, büyük bir arzu, istek, sevgi ile yapar. Allahü teâlâdan korkmak demek, Onu çok sevmek demektir. İnsan, nasıl çok sevdiği bir kimsenin üzülmesini istemez ve onu üzeceğim diye korkarsa, Allahü teâlâya ibâdet de, Ona olan sevgimizi isbâtlıyacak bir şekilde yapılmalıdır. Allahü teâlânın bize verdiği nîmetler o kadar çoktur ki, Ona olan şükrân borcumuzu ancak, Onu çok severek ve Ona candan ibâdet ederek ödemeye çalışmalıyız. İbâdetin, muhtelif nev'leri vardır. Bir kısmı, yukarıda da zikrettiğimiz gibi, Allahü teâlâ ile kul arasındadır. Allahü teâlâ, kendisine ibâdette kusur edenleri belki affeder. Başkasının hakkına ri'âyet etmek de ibâdettir. Başkalarına fenalık edenleri ve üzerinde başkasının hakkı bulunanları, hak sahipleri affetmedikçe asla affetmez. Aşağıdaki hadis-i şerifler, meşhûr (Mişkât-ül-mesâbih)[1] kitabının fârisî şerhi olan (Eşi'at-ül-lemeât) ın dördüncü cildinden alınmıştır [Mişkâtın müellifi Veliyyüddîn Muhammed, 749 [m. 1348] da vefât etti. ]: 1 - İnsanlara merhamet etmeyene, Allahü teâlâ merhamet etmez. 2 - Zulme mani olarak, zâlime de mazluma da yardım ediniz! 3 - Satın alınan bir gömleğe verilen paranın onda dokuzu helâl ve onda biri haram olsa, bu gömlekle kılınan namazı, Allahü teâlâ kabûl etmez. 4 - Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez. Onun yardımına koşar. Onu küçük ve kendinden aşağı görmez. Onun kanına, malına, ırzına, nâmusuna zarar vermesi haramdır. 5 - Allaha yemin ederim ki, bir kimse kendisi için sevdiğini, din kardeşi için de sevmedikçe îmanı tamam olmaz. 6 - Allaha yemin ederim ki, kötülüğünden komşusu emîn olmıyanın, îmanı yoktur. [Yâni, hakîkî mümin değildir. ] 7 - Kalbinde merhameti olmıyanın îmanı yoktur. [Yâni kâmil değildir. ] 8 - İnsanlara merhamet edene, Allahü teâlâ merhamet eder. 9 - Küçüklerimize acımayan ve büyüklerimize saygılı olmıyan, bizden değildir. 10 - İhtiyârlara saygı gösteren ve yardım eden ihtiyârlayınca, Allahü teâlâ ona da yardımcılar nasip eder. 11 - Allahü teâlânın sevdiği ev, yetîm bulundurulan ve ona iyilik yapılan evdir. 12 - Yanında birini gıybet edeni susturan kimseye, Allahü teâlâ dünyada ve âhirette yardım eder. Gücü yeterken susturmazsa, Allahü teâlâ onu dünyada ve âhirette cezâlandırır. 13 - Din kardeşinin aybını, utanç verici hâlini görüp de, bunu örten, gizliyen kimse, islâmiyetten önce arabların yaptıkları gibi, diri gömülen kızı mezardan çıkarmış, ölümden kurtarmış gibidir. 14 - İki arkadaştan Allahü teâlâ indinde daha iyi olanı, arkadaşına iyiliği daha çok olanıdır. 15 - Bir kimsenin iyi veya kötü olduğu, [müslüman] komşularının onu beğenip beğenmemesi ile anlaşılır. 16 - Çok namaz kılan, çok oruç tutan, çok sadaka veren, fakat dili ile komşularını inciten kimsenin gideceği yer Cehennemdir. Namazı, orucu, sadakası az olup, dili ile komşularını incitmiyenin yeri Cennettir. 17 - Allahü teâlâ, dünyalığı, dostlarına da düşmanlarına da vermiştir. Güzel ahlâkı ise, yalnız sevdiklerine vermiştir. [İyi huylu olan kâfirlerin ölümleri yaklaşınca, îmana kavuşacakları umulur sözünün doğru olduğu buradan da anlaşılmaktadır. ] 18 - Bir kimsenin ırzına, malına saldıranın sevapları, kıyâmet günü o kimseye verilir. İbâdetleri, iyilikleri yoksa, o kimsenin günahları buna verilir. 19 - Allahü teâlâ indinde günahların en büyüğü, kötü huylu olmaktır. 20 - Bir kimse, sevmediği birisine belâ, sıkıntı geldiği için sevinirse, Allahü teâlâ, bu kimseye de bu belâyı verir. 21 - İki kişi mescide gelip namaz kıldılar. Kendilerine birşey ikrâm edildi. Oruclu olduklarını söylediler. Konuştuktan sonra, kalkıp giderlerken, Resûlullah, bunlara, (Namazlarınızı tekrar kılınız ve oruclarınızı, tekrar tutunuz! Çünkü konuşurken bir kimseyi gıybet ettiniz. [Kusurunu söylediniz. ] Gıybet etmek, ibâdetlerin sevabını giderir) buyurdu. 22 - Haset etmeyiniz! Ateş odunu yok ettiği gibi, haset de insanın sevaplarını giderir. [Haset, kıskanmak, çekememek demektir. Yâni, Allahü teâlânın birisine vermiş olduğu nîmetim ondan gitmesini istemek demektir. Ondan gitmesini istemeyip de, kendisinde de olmasını istemek, haset olmaz. Buna (Gıbta) etmek, imrenmek denir. Birisinde bulunan kötü, zararlı şeyin gitmesini istemek, (Gayret) ve (Hamiyyet) olur. ] 23 - İyi huylu kimse, dünyada ve âhirette iyiliklere kavuşacaktır. 24 - Allahü teâlâ, dünyada güzel sûret ve iyi huy ihsân ettiği kulunu, âhirette Cehenneme sokmaz. 25 - Ebû Hüreyreye (İyi huylu ol!) buyurdu. İyi huy nedir deyince, (Senden uzaklaşana yaklaşıp nasihat et ve sana zulmedeni affet ve malını, ilmini, yardımını senden esirgeyene bunları bol bol ver!) buyurdu. 26 - Kibirden, hıyânetten ve borçtan temiz olarak ölen kimsenin gideceği yer Cennettir. 27 - Peygamberimiz borçlu olan birinin cenâze namazını kılmak istemedi. Ebû Katâde ismindeki bir sahâbî, onun borcunu, havâle yolu ile kendi üzerine aldı. Peygamberimiz de cenâze namazını kılmağı kabûl buyurdu. 28 - Zevcelerinizi dövmeyiniz! Onlar, sizin köleniz değildir. 29 - Allahü teâlâ indinde en iyiniz, zevcesine karşı en iyi olanınızdır. Zevcesine karşı en iyi olanınız, benim. 30 - Îmanı üstün olanınız, huyu daha güzel ve zevcesine daha yumuşak olanınızdır. Yukarıda yazılı hadis-i şeriflerin çoğu, büyük islâm âlimi, İbni Hacer-i Mekkînin (Zevâcir)inde, (ihtikâr)dan önce yazılıdır. [İbni Hacer, 974 [m. 1566] de vefât etti. ] Bunlar, güzel islâm ahlâkının kaynağıdırlar. İslâm âlimleri, bu hadis-i şeriflerden, çeşidli hükmler çıkarmışlardır. Bu hükmlerin birkaçı şunlardır. 1 - Dâr-ül-harbe, yâni kâfirlerin memleketine giden müslümanın, onların mallarına, canlarına ve ırzlarına saldırması, orada hırsızlık yapması haramdır. Onların kanûnlarına karşı gelmemeli, alış-verişte ve nakil vâsıtalarında hîle ve hıyânet yapmamalıdır. 2 - Kâfirin malını almak, kalbini kırmak, müslümanın malını almaktan daha büyük günahtır. Hayvan hakkı, insan hakkından, kâfirin hakkı da, hayvan hakkından daha büyük günahtır. 3 - Başkasının malını ondan izinsiz alıp, kullanıp, zarar yapmadan yerine bırakmak haramdır. 4 - Bir kimse, malı olduğu hâlde, borcunu ödemeyi bir saat geciktirirse, zâlim ve âsî olur. Her an lânet altında bulunur. Borç ödememek öyle bir günahtır ki, uykuda bile durmadan yazılır. Değeri düşük olan para veya işe yaramayan mal vererek öder ve bunu hak sahibi istemiyerek alırsa, yine günah olur. Onu râzı etmedikçe, gönlünü almadıkça günahtan kurtulamaz. İslâm âlimleri, islâm dîninin emrettiği güzel ahlâkı, 1400 seneden beri, hep anlatmışlar ve kitaplarında yazmışlardır. Böylece, islâm dîninin bildirdiği güzel huyları gençlerin kafalarına, kalblerine yerleştirmeye çalışmışlardır. Güzel ahlâkı yayan sayısız kitaplardan biri, misâl olarak aşağıda yazılıdır. Derin islâm âlimi, büyük velî, ikinci bin yılın müceddidi olan İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkînin (Mektûbât) kitabı çok kıymetlidir. Osmanlı devletinde islâm medreselerinin en yükseği olan (Medreset-ül-mütehassısîn)de tasavvuf müderrisi [profesörü] olan Seyyid Abdülhakîm Efendi, çok kere (İslâm dîninde, Mektûbât kitabı kadar kıymetli hiçbir kitap yazılmamıştır) ve (Allahın kitabı olan Kur'an-ı kerimden ve Peygamberimizin hadis-i şeriflerinden sonra, en kıymetli, en üstün kitap, imam-ı Rabbânînin (Mektûbât) kitabıdır) buyurmuştur. İmâm-ı Rabbânî 971 [m. 1563] de Hindistânda Serhend şehrinde doğmuş, 1034 [m. 1624] de orada vefât etmiştir. Abdülhakîm efendi, 1281 [m. 1865] de Vanda tevellüd, 1362 [m. 1943] de Ankarada vefât etmiştir. (Mektûbât)ın birinci cilt, yetmişaltıncı mektûbunda buyuruluyor ki: Sûre-i Haşrin yedinci âyetinde meâlen, (Resûlümün getirdiği emirleri alınız, itaat ediniz! Nehy, men, yasak ettiği şeylerden sakınınız!) buyurulmuştur. Dünyada felaketlerden, âhirette azâbdan kurtulmak için, iki şey lâzımdır:Emirlere sarılmak ve yasaklardan sakınmak! Bu ikisinden en büyüğü, daha lüzûmlusu, ikincisidir ki, buna (Verâ) ve (Takvâ) denir. Resûlullahın yanında, birisinin çok ibâdet ettiğini, çok uğraştığını söylediler. Birisinin de, yasak edilen şeylerden çok sakındığını söylediklerinde, (Hiçbirşey, verâ gibi olamaz!) buyurdu. Yâni, yasaklardan sakınmak, daha kıymetlidir buyurdu. Bir hadis-i şerifte de, (Dîninizin direği verâdır) buyurdu. İnsanların meleklerden daha üstün olabilmesi, verâ sâyesindedir ve terakkî etmeleri, yükselmeleri bu sâyededir. Melekler de, emirlere itaat etmektedir. Hâlbuki melekler, terakkî edemiyor. O hâlde, verâa sarılmak ve takvâ üzere olmak, herşeyden daha lüzûmludur. İslâmiyette en kıymetli şey, takvâdır. Dînin temeli, takvâdır. Verâ ve takvâ, haramlardan kaçınmak demektir. Haramlardan tamamen kaçınabilmek için, mubâhların fazlasından kaçınmalıdır. Mubâhları, lâzım olduğu kadar, kullanmalıdır. Bir insan, mubâh, yâni İslâmiyetin izin verdiği şeylerden, her istediğini yapar, taşkınca mubâh işlerse, şüpheli şeyleri yapmaya başlar. Şüpheliler ise, haram olanlara yakındır. İnsanın nefsi, hayvân gibi, kendine düşkündür. Uçurum yanında dolaşan, birgün uçuruma düşebilir. Verâ ve takvâyı tâm yapabilmek için, mubâhları lâzım olduğu kadar kullanmalı, zarûret miktârını aşmamalıdır. Bu kadarını kullanırken de kulluk vazîfelerini yapabilmek için kullanmaya niyet etmelidir. Mubâhların fazlasından tamamen kaçınabilmek, her vakit ve hele bu zamanda, hemen hemen mümkün değildir. Hiç olmazsa, haramlardan kaçınmalı, mubâhların fazlasından da elden geldiği kadar sakınmaya çalışmalıdır. Mubâhlar, lüzûmundan fazla işlendikte, pişman olup tevbe etmelidir. Bu işleri, haram işlemeye başlangıç bilmelidir. Allahü teâlâya sığınmalı ve yalvarmalıdır. Bu pişmanlık, tevbe ve yalvarmak, belki mubâhların fazlasından büsbütün sakınmak yerine geçerek, böyle işlerin âfetinden, zararından korur. Câfer binSinân buyuruyor ki, (Günah işleyenlerin, boynunu bükmesi, ibâdet edenlerin göğsünü kabartmasından daha iyidir). Haramlardan kaçınmak da, iki türlüdür:Birinci kısmı, yalnız Allahü teâlânın hakkı olan, Onun emri olan günahlardan kaçınmaktır. İkinci kısmı, insanların, mahlûkların hakları da bulunan günahlardan kaçınmaktır. İkinci kısmı, daha mühimdir. Allahü teâlâ, hiçbirşeye muhtaç değildir ve çok merhametlidir. Kullar ise, pekçok şeye muhtaç oldukları gibi, cimridirler. Resûlullah buyurdu ki: (Üzerinde kul hakkı olan, insanların malına, ırzına dokunan, ölmeden önce helâllaşsın, ödesin! Zîrâ âhiret günü altının, malın değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevaplarından alınacak, sevapları olmazsa, hak sahibinin günahları, buna yüklenecektir). [İbni Âbidîn (Dürr-ül-muhtâr) kitabını açıklarken, namaza niyet bahsi, ikiyüzdoksanbeşinci sayfada buyuruyor ki, (Kıyâmet günü, hak sahibi, hakkını affetmezse, bir dank hak için, cemaat ile kılınmış kabûl olmuş yediyüz namazı alınıp, hak sahibine verilecektir). Bir dank, dirhemin altıda biri, yaklaşık olarak, yarım gram gümüştür]. [Muhammed ibni Âbidîn, 1252 [m. 1836] da Şâmda vefât etti. ] Birgün Resûlullah, Eshâb-ı kirâma karşı: (Müflis kime denir, biliyor musunuz?) buyurdukta: (Parası ve malı kalmayan kimseye diyoruz) dediler. Buyurdu ki: (Ümmetim arasında müflis, şu kimsedir ki, kıyâmet günü, defterinde çok namaz, oruç ve zekât sevabı bulunur. Fakat, bir kimseye sövmüş, iftirâ etmiş, malını almış, kanını dökmüş, döğmüş. Sevapları, bu hak sahiplerine dağıtılır. Hakları ödenmeden önce sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları, bunun üzerine yükletilir. Sonra Cehenneme atılır) buyurdu. (Mektûbât)ın 98. mektûbunda buyuruluyor ki: Resûlullah, (Allahü teâlâ refîktir. Yumuşaklığı sever. Sertlik edenlere vermediği şeyleri yumuşak davrananlara ihsân eder. Başkalarına vermez) buyurdu. Bu hadis, İmâm-ı Müslimin (Sahih)inde vardır. Yine (Müslim)de bildiriliyor ki, Âişeye (Yumuşak davran! Sertlikten ve çirkin şeyden sakın! Yumuşaklık insanı süsler. Çirkinliği giderir) buyurdu. [(Müslim)deki] hadis-i şerifte, (Yumuşak davranmayan, hayr yapmamış olur) buyuruldu. [(Buhârî)deki] hadis-i şerifte, (İçinizde en sevdiğim kimse, huyu en güzel olanınızdır) buyuruldu. [İmâm-ı Ahmed ve Tirmüzînin bildirdikleri] hadis-i şerifte, (Kendisine yumuşaklık verilen kimseye dünya ve âhiret iyilikleri verilmiştir) buyuruldu. [Muhammed Tirmüzî, 279 [m. 892] de vefât etti. ] [İmâm-ı Ahmed, Tirmüzî, Hâkim ve Buhârînin bildirdikleri] hadis-i şerifte, (Hayâ, îmandandır. Îmanı olan Cennettedir. Fuhuş, kötülüktür. Kötüler Cehennemdedir) buyuruldu. [İmâm-ı Ahmed ve Tirmüzînin bildirdikleri] hadis-i şerifte, (Cehenneme girmesi haram olan ve Cehennemin de onu yakması haram olan kimseyi bildiriyorum. Dikkat ediniz. Bu kimse, insanlara kolaylık, yumuşaklık gösteren mümindir) buyuruldu. [İmâm-ı Ahmed ve Tirmüzî ve Ebû Dâvüdün bildirdikleri] hadis-i şerifte, (Yumuşak olanlar ve kolaylık gösterenler, hayvanın üzerinde, yularını tutan kimse gibidir. Durdurmak isterse, hayvan ona uyar. Taşın üzerine götürmek isterse, hayvan oraya koşar) buyuruldu. [(Buhârî)deki] hadis-i şerifte, (Kızdığı zaman istediğini yapabilecek bir kimse kızmazsa, Allahü teâlâ kıyâmet günü onu herkesin ortasında çağırır, “Cennette istediğin hûrinin yanına git” der) buyuruldu. [Bütün kitaplarda yazılı olan hadis-i şerifte] bir kimse Resûlullahdan nasihat istedikte, (Kızma, sinirlenme!) buyurdu. Birkaç kere sordukta, hepsinde de (Kızma, sinirlenme!) buyurdu. [Tirmüzî ve Ebû Dâvüddaki] hadis-i şerifte, (Cennete gidecek olanları haber veriyorum dinleyiniz! Zayıftırlar, güçleri yetmez. Birşey yapmak için yemin ederlerse, Allahü teâlâ, bunların yeminlerini, muhakkak yerine getirir. Cehenneme gidecek olanları bildiriyorum, dinleyiniz! Sertlik gösterirler. Acele ederler. Kendilerini üstün görürler) buyuruldu. [Tirmüzî ve Ebû Dâvüdün bildirdikleri] hadis-i şerifte, (Bir kimse ayakta iken kızarsa, otursun, oturmakla geçmezse, yatsın!) buyuruldu. [Taberânî, Beyhekî ve ibni Asâkirin bildirdikleri] hadis-i şerifte, (Sarı sabır maddesi balı bozduğu gibi, kızgınlık da, îmanı bozar) buyuruldu. [Beyhekî ve Ebû Nuaymın bildirdikleri] hadis-i şerifte, (Allah için aşağı gönüllü olanı, Allahü teâlâ yükseltir. Bu, kendini küçük görür. Fakat, insanların gözünde büyüktür. Bir kimse, kendini başkalarından üstün tutarsa, Allahü teâlâ onu alçaltır. Herkesin gözünde küçük olur. Kendini yalnız kendisi büyük görür. Hattâ köpekten, domuzdan daha aşağı görünür) buyuruldu. [Ahmed Ebû Nu'aym, 430 [m. 1039] da vefât etti. ] [Beyhekînin bildirdiği] hadis-i şerifte, (Mûsâ aleyhisselâm: Yâ Rabbî! Kullarının en kıymetlisi kimdir?dedikte, gücü yettiği zaman affedendir, buyuruldu) buyurdu. [Ebû Ya'lânın bildirdiği] hadis-i şerifte, (Bir kimse, dilini tutarsa, Allahü teâlâ onun utanacak şeylerini örter. Gadabını tutarsa, kıyâmet günü, Allahü teâlâ azâbını ondan çeker. Bir kimse Allahü teâlâya yalvarırsa, onun duâsını kabûl eder) buyuruldu. Tirmüzîde bildiriliyor: Muaviye, Ümm-ül-müminin Âişeye mektûb yazarak nasihat yazmasını istedikte, cevap yazarak:Allahü teâlânın selâmı senin üzerine olsun! Resûlullahdan işittim. Buyurdu ki, (Bir kimse insanların kızacakları şeyde Allahü teâlânın rızasını ararsa, Allahü teâlâ onu, insanlardan geleceklerden korur. Bir kimse, Allahü teâlânın kızacağı şeyde, insanların rızasını ararsa, Allahü teâlâ onun işini insanlara bırakır) dedi. Allahü teâlâ bizi ve sizi, hep doğru söyliyenin haber verdiği bu hadis-i şeriflere uymakla şereflendirsin! Bunlara uygun hareket etmeye çalışınız! Dünya hayatı çok kısadır. Âhiretin azâbları pek acı ve sonsuzdur. İleriyi gören akıl sahiplerinin hazırlıklı olması lâzımdır. Dünyanın, güzelliğine ve tadına aldanmamalıdır. İnsanın şerefi ve kıymeti dünyalıkla ölçülse idi, dünyalığı çok olanların herkesten daha kıymetli ve daha üstün olması lâzım gelirdi. Dünyanın görünüşüne aldanmak akılsızlıktır, ahmaklıktır. Birkaç günlük zamanı büyük nîmet bilerek, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmaya çalışmalıdır. Allahü teâlânın kullarına ihsân, iyilik etmelidir. Kıyâmette azâblardan kurtulmak için, iki büyük temel, yâni iki yol vardır:Birincisi, Allahü teâlânın emirlerine kıymet vermek, saygı göstermektir. İkincisi, Allahü teâlânın kullarına, yarattıklarına şefkat, iyilik etmektir. Hep doğru söyleyici olan Peygamberimiz, her ne söyledi ise, hepsi doğrudur. Şaka, eğlence, sayıklama sözler değildir. Tavşan gibi gözü açık uyku ne kadar sürecek?Bu uykunun sonu, rezil, rüsvâ olmak ve eli boş, mahrum kalmaktır. Mü'minûn sûresinin yüzonbeşinci âyetinde meâlen, (Sizi abes olarak, oyuncak olarak mı yarattım sanıyorsunuz?Bize dönmiyecek misiniz diyorsunuz?) buyuruldu. Her ne kadar, böyle sözleri dinliyecek hâlde olmadığınızı biliyorum. Gençsiniz. İçiniz kaynıyor. Dünya nîmetleri içindesiniz. Herkese sözünüz geçiyor. İstediğinizi yapabiliyorsunuz. Fakat size acıdığımız için, iyilik etmek istediğimiz için bunlar yazıldı. Elinizden birşey kaçmış değildir. Tevbe edilecek, Allahü teâlâya yalvaracak zamandır. Doksansekizinci mektûbdan tercüme tamam oldu. Seyyid Abdülhakîm Efendi, (Er-riyâd-üt-tasavvufiyye) kitabında, tasavvufu tarif ederken, (Tasavvuf, insanlık sıfatlarından çıkarak, melek sıfatları ile bezenmek ve ilâhî ahlâkı huy edinmektir) buyuruyor. Ebû Muhammed Cerîrînin de, (Tasavvuf, bütün iyi huylarla bezenmek ve bütün kötü huylardan arınmaktır) dediğini bildiriyor. [Ebû Muhammed Cerîrî Ahmed bin Muhammed bin Hüseyin 311 [m. 923] de vefât etti. Cüneydi Bağdâdînin talebelerinin en büyüklerindendir. ] Büyük İslâm âlimi, ikinci bin senenin müceddidi imam-ı Rabbânî Ahmed Fârûkînin oğlu Muhammed Mâsum, üç cilt olan, fârisî (Mektûbât) kitabının birinci cildinin 147 nci mektûbunu, Hindistân vâlîlerinden mîr Muhammed Hafîye yazmıştır. Bu mektûbunda buyuruyor ki: Allahü teâlâ, bizi ve sizi, Peygamberlerin üstünü olan, âlemlerin Rabbinin sevgilisi Muhammed aleyhisselâmın yolundan saptırmasın! Merhametli kardeşim! İnsanın ömrü çok kısadır. Sonsuz olan âhiret hayatında, insanın karşılaşacağı şeyler, dünyada yaşadığı hâle bağlıdır. Aklı başında olan, ileriyi görebilen bir kimse, kısa olan dünya hayatında, hep, âhirette iyi ve rahat yaşamaya sebep olan şeyleri yapar. Âhiret yolcusuna lâzım olan şeyleri hazırlar. Allahü teâlâ, sizi birçok insanın başına koymuş, çok kimsenin ihtiyaçlarını görmeye vesîle kılmıştır. Bu kıymetli ve kazançlı vazîfeye kavuştuğunuz için çok şükrediniz! Allahü teâlânın kullarına hizmet etmek için çalışınız! Rabbimizin kullarına hizmet etmekle dünyada ve âhirette nîmetlere kavuşacağınızı düşününüz! İnsanlara karşı yumuşak olmanın, onlara iyilik etmenin, onların işlerini güler yüzle ve tatlı dille ve kolaylıkla yapmanın Allahü teâlânın sevgisine kavuşturan yol olduğunu biliniz! Âhiretin azablarından kurtulmaya ve Cennet nîmetlerinin artmasına sebep olacağında, hiç şüpheniz olmasın! Peygamberimiz, bunu şu hadis-i şerifi ile çok güzel bildirmiştir: (Allahü teâlâ, kullarının ihtiyaçlarını yaratır, gönderir. Allahü teâlânın en çok sevdiği kulu, Onun nîmetlerinin kullarına ulaşmasına vâsıta olan kimsedir. ) Müslümanların ihtiyaçlarını karşılamanın ve onları sevindirmenin ve güzel ahlâklı olmanın kıymetini bildiren ve yumuşak, ağır başlı ve sabrlı olmayı öven ve teşvîk eden birkaç hadis-i şerifi aşağıya yazıyorum. Bunları iyi anlayınız. Anlamadığınız yerler olursa, onları, dînini bilen ve bildiklerine uygun yaşayan kimselerden sorup anlayınız! [Peygamberimizin mübârek sözlerine (Hadis) denir. ] Aşağıdaki hadis-i şerifleri dikkatle okuyunuz! Her sözünüzde ve her işinizde bunlara uymaya çalışınız! 1 - (Müslüman, müslümanın kardeşidir. Birbirlerini incitmezler, üzmezler. Bir kimse, din kardeşinin bir işine yardım etse, Allahü teâlâ da onun işini kolaylaştırır. Bir kimse, bir müslümanın sıkıntısını giderir, onu sevindirirse, kıyâmet gününün en sıkıntılı zamanlarında, Allahü teâlâ onu sıkıntıdan kurtarır. Bir kimse bir müslümanın aybını, kusurunu örterse, Allahü teâlâ, kıyâmet günü onun ayblarını, kabahatlerini örter. ) [Buhârî, Müslim] 2 - (Bir kimse, din kardeşine yardımcı oldukca, Allahü teâlâ da ona yardımcı olur. ) [Müslim] 3 - (Allahü teâlâ, bazı kullarını başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak, onlara yardımcı olmak için yaratmıştır. İhtiyâcı olanlar bunlara baş vurur. Bunlar için âhirette azâb korkusu olmayacaktır. ) [Taberânî] 4 - (Allahü teâlâ, bazı kullarına dünyada çok nîmet vermiştir. Bunları, kullarına faydalı olmak için yaratmıştır. Bu nîmetleri Allahü teâlânın kullarına dağıtırlarsa, nîmetleri azalmaz. Bu nîmetleri Allahın kullarına ulaştırmazlarsa, Allah nîmetlerini bunlardan alır. Başkalarına verir. ) [Taberânî ve İbni Ebid-dünya] [İbni Ebid-dünya Abdüllah, 281 [m. 894] de Bağdâdda vefât etti. ] 5 - (Bir müslümanın, din kardeşinin bir ihtiyacını karşılaması on sene itikaf etmesinden daha kazançlıdır. Allah rızası için bir gün itikaf yapmak ise, insanı Cehennem ateşinden pek çok uzaklaştırır. [Taberânî ve Hâkim. ] [Ramazan ayının son on gününde, gece gündüz bir câmide kapanarak ibâdet etmeye, itikaf yapmak denir. ] 6 - (Bir kimse, din kardeşinin bir işini yaparsa, binlerle melek o kimse için duâ eder. O işi yapmaya giderken, her adımı için bir günahı afvolur ve kendisine kıyâmette nîmetler verilir. ) [İbni Mâce) 7 - (Bir kimse, din kardeşinin bir işini yapmak için giderse her adımında yetmiş günahı affedilir ve yetmiş sevap verilir. Bu iş bitinceye kadar böyle devam eder. İş yapılınca, bütün günahları affedilir. Bu işi yaparken ölürse, sorgusuz, hesapsız Cennete girer. ) [İbni Ebid-dünya] 8 - (Bir kimse, din kardeşinin rahata kavuşması veya sıkıntıdan kurtulması için hükûmet adamlarına gidip uğraşırsa, kıyâmet günü sırat köprüsünden, herkesin ayakları kaydığı zaman, Allahü teâlâ onun sür'atle geçmesi için yardım eder. ) [Taberânî] 9 - (Allahü teâlânın en sevdiği iş, elbise vererek veya doyurarak veya başka bir ihtiyacını karşılayarak, bir mümini sevindirmektir. ) [Taberânî] 10 - (Allahü teâlânın farzlardan sonra en çok sevdiği iş, bir mümini sevindirmektir. ) [Taberânî. ] [Allahü teâlânın emirlerine (Farz) denir. Bu hadis-i şeriften anlaşılıyor ki, Allahü teâlâ, farz olan ibâdetleri yapanları daha çok sever. Allahü teâlânın yasak ettiği zararlı, çirkin işlere (Haram) denir. Allahü teâlâ, haramdan sakınanı, farzları yapanlardan daha çok sever. İyi huylu olmak farzdır. Kötü huylu olmak haramdır. Kötülük yapmaktan sakınmak, iyilik yapmaktan daha kıymetli ve daha sevaptır. ] 11 - (Bir kimse bir mümine bir iyilik yapınca, Allahü teâlâ bu iyilikten bir melek yaratır. Bu melek, hep ibâdet eder. İbâdetlerinin sevapları bu kimseye verilir. Bu kimse ölüp, kabre konunca, bu melek nûrlu ve sevimli olarak bunun kabrine gelir. Meleği görünce ferahlanır, neşelenir. Sen kimsin der. Ben, falanca kimseye yaptığın iyilik ve onun kalbine koyduğun neşeyim. Allahü teâlâ beni bugün seni sevindirmek ve kıyâmet günü sana şefaat etmek ve Cennetteki yerini sana göstermek için gönderdi der. ) 12 - Resûlullahdan soruldu ki, Cennete girmeye sebep olan şeylerin başlıcası nelerdir?(Allahü teâlâdan korkmak ve iyi huylu olmaktır) buyurdu. Cehenneme girmeye sebep olan şeylerin başlıcası nelerdir denildikte, (Dünya nîmetlerinden ayrılınca üzülmek, bu nîmetlere kavuşunca sevinmek, azgınlık yapmaktır) buyurdu. [Tirmüzî, İbni Hibbân ve Beyhekî. ] [Allahü teâlâdan korkmanın alâmeti, haramlardan sakınmaktır. ] [Ahmed Beyhekî, 458 [m. 1066] de Nişâpûrda vefât etti. ] 13 - (Îmanı en kuvvetli olanınız, ahlâkı en güzel ve zevcesine karşı en yumuşak olanınızdır. ) [Tirmüzî ve Hâkim] 14 - (İnsan, güzel huyu sebebiyle, Cennetin en üstün derecelerine kavuşur. [Nâfile] ibâdetler, insanı bu derecelere kavuşturamaz. Kötü huy, insanı Cehennemin en aşağı çukurlarına sürükler. ) [Taberânî] 15 - (İbâdetlerin en kolayı ve en hafîfi, az konuşmak ve iyi huylu olmaktır. Bu sözüme iyi dikkat ediniz!) [İbni Ebid-dünya] 16 - Bir kimse, Resûlullaha (işlerin en iyisi hangisidir) dedi. (Güzel huylu olmaktır) buyurdu. Kalkıp, biraz sonra, sağ tarafına gelip, yine sordu. Yine, (İyi huylu olmaktır) buyurdu. Gidip, sonra sol tarafına gelip, Allahın en sevdiği iş nedir, dedi. Yine, (İyi huylu olmaktır) buyurdu. Sonra, arkadan gelip, en iyi, en kıymetli iş nedir, dedi. Hz. Peygamber, ona karşı dönüp, (İyi huylu olmak ne demektir anlıyamadın mı?Elinden geldiği kadar kimseye kızmamaya çalış!) buyurdu. 17 - (Kimse ile münâkaşa etmeyen, haklı olsa bile, dili ile kimseyi incitmiyen müslümanın Cennete gireceğini size söz veriyorum. Şaka ile veya yanındakileri güldürmek için olsa bile, yalan söylemiyenin Cennete gireceğini size söz veriyorum. İyi huylu olanın Cennetin yüksek derecelerine kavuşacağını size söz veriyorum!) [Ebû Dâvüd, İbni Mâce ve Tirmüzî] 18 - Hadis-i kudsîde Allahü teâlâ buyuruyor ki, (Size gönderdiğim islâm dîninden râzıyım. [Yâni, bu dîni kabûl edenlerden, bu dînin emir ve yasaklarına tâbi olanlardan râzı olurum. Onları severim. ] Bu dînin tamam olması, ancak cömerdlikle ve iyi huylu olmakla olur. Dîninizin tamam olduğunu hergün, bu ikisi ile belli ediniz!) [Taberânî]. [Taberânî Süleymân, 360 [m. 971] de Şâmda vefât etti. ] 19 - (Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huylu olmak, insanın günahlarını eritir, yok eder. Sirke balı bozduğu, yinilmez hâle soktuğu gibi, kötü huylu olmak, insanın ibâdetlerini bozar, yok eder. ) [Taberânî] 20 - (Allahü teâlâ yumuşak huylu olanları sever ve onlara yardımcı olur. Sert, öfkeli olanlara yardım etmez. ) [Taberânî] 21 - (Cehenneme girmesi haram olan yâhut Cehennem ateşinin yakması yasak olan kimdir?Size bildiriyorum. Dikkat ile dinleyiniz! Yumuşak olanların, kızmıyanların hepsi!) [Tirmüzî] [Bu hadis-i şerif yukarıda zikrettiğimiz doksansekizinci mektûbda da yazılıdır. ] 22 - (Yavaş, yumuşak davranmak, Allahın kuluna verdiği büyük bir ihsândır. Aceleci, atak olmak, şeytanın yoludur. Allahü teâlânın sevdiği şey, yumuşak ve ağır başlı olmaktır. ) [Ebû Ya'lâ] 23 - İnsan, yumuşaklığı, tatlı dili sebebiyle, gündüzleri oruç tutanların ve geceleri namaz kılanların derecelerine kavuşur. ) [İbni Hibbân] 24 - (Kızdığı zaman, öfkesini yenerek yumuşak davranan kimseyi Allahü teâlâ sever. ) [İsfehânî] 25 - (Dikkat ediniz. Size haber veriyorum! Cennetin yüksek derecelerine kavuşmak isteyen, saygısızlık yapana yumuşak davransın! Zulmedeni affetsin! Malını esirgeyene ihsânda bulunsun! Kendisini aramıyan, sormıyan ahbâbını, akrabâsını gözetsin!) [Taberânî] 26 - (Kuvvetli olmak, başkasını yenmek demek değildir. Kuvvetli olmak, kahraman olmak, kendi öfkesini yenmek demektir. ) [Buhârî ve Müslim] 27 - (Selâm verirken güler yüzlü olana, sadaka verenlerin kavuştukları sevaplar verilir. ) [İbni Ebid-dünya] 28 - (Din kardeşine karşı güler yüzlü olmak, ona iyi şeyleri öğretmek, kötülük yapmasını önlemek, yabancı kimselere aradığı yeri göstermek, sokaktan, taş, diken, kemik ve benzerleri gibi çirkin, pis ve zararlı şeyleri temizlemek, başkalarına su vermek hep sadakadır. ) [Tirmüzî] 29 - (Cennette öyle köşkler vardır ki, içinde bulunan kimse, her dilediği yeri görür ve dilediği her yere kendini gösterir. ) Ebû Mâlik-il-Eş'arî, yâ Resûlallah! Böyle köşkler kimlere verilecektir dedi. (Tatlı sözlü, eli açık ve herkesin uyuduğu zaman Allahü teâlânın varlığını, büyüklüğünü düşünen ve Ona yalvaranlara verilecektir) buyurdu. Yukarıda yazılı olan hadis-i şerifleri, (Tergîb ve Terhîb) ismindeki hadis kitabından aldım. Bu kitap, hadis kitaplarının en kıymetlilerindendir. [(Tergîb ve Terhîb) kitabının yazarı, Abdülazîm Münzirî hadis âlimlerinin büyüklerindendir. 581 [m. 1185] de tevellüd, 626 [m. 1258] de Mısrda vefât etti. ] Allahü teâlâ, yukarıda yazılı hadis-i şeriflere uygun yaşamanızı nasip eylesin! Kendinizi yoklayınız. Bunlara uygun olduğunuzu anlarsanız, Allahü teâlâya Şükrediniz! Uygun olmıyan hâlleriniz bulunursa, bunların da düzelmesi için, Allahü teâlâya yalvarınız! Bir kimsenin işleri, hareketleri bunlara uygun olmazsa, kusurunu bilmesi ve bunların düzelmesi için yalvarması da, ayrıca büyük nîmettir. Bunlara uymıyan ve uymadığı için üzülmiyen kimsenin İslâm dînine bağlılığı çok az demektir. Böyle çirkin hâle düşmekten Allahü teâlâya sığınmalıdır! Beyt: Bu büyük nîmete kavuşana müjdeler olsun. Kavuşamıyan zevallılara yazıklar olsun! (Mektûbât-ı Mâsumiyye)den tercüme burada tamam oldu. Yukarıda yazılı hadis-i şerifler, müslümanların birbirlerine karşı iyi huylu olmalarını, kardeş gibi yaşamalarını emretmektedir. Müslüman olmıyan kimseye (Kâfir) denir. Müslümanların kâfirlere karşı da iyi huylu olmaları, onları incitmemeleri lâzım olduğu, yüzyedinci (107) sayfada bildirilmişti. Böylece, İslâm dîninin, iyi huylu olmayı, kardeşce yaşamağı, çalışmağı emrettiği onlara da gösterilmiş olur. Böylece iyiliği seven insanlar, seve seve müslüman olurlar. Cihâd etmek farzdır. Cihâdı devlet, topla, kılınçla yapacağı gibi, soğuk harp ile, propaganda, neşriyat ile de yapar. Her müslüman da, iyi huyları ile, iyilik yapmakla cihâd yapar. Çünkü (cihâd etmek), insanları müslüman yapmaya dâvet etmek demektir. Görülüyor ki, kâfirlere karşı da, iyi huylu olmak, onları incitmemek, cihâd etmek oluyor. Her müslümana farz oluyor. Yukarıdaki uzun mektûbu yazan Muhammed Mâsum Fârûkî, İslâm âlimlerinin büyüklerinden ve Evliyânın üstünlerinden biridir. Hicretin binyedi senesinde Hindistânda, Serhend şehrinde doğmuş, 1079 [m. 1668] senesinde orada vefât etmiştir. Babasının türbesinden birkaç yüz metre uzaktaki büyük türbede medfûndur. Sayısız mektûblarıyla Hindistândaki binlerce müslümana, devlet adamlarına, zamanının pâdişâhı Âlemgîr Evrengzîb sultana nasihatlar vermiş, kardeşlik duygularını, iyi huylu olmayı, yardımlaşmağı, dünyada rahat ve huzur içinde yaşayıp, âhirette de saadete kavuşmaları için çalışmıştır. [Sultan Âlemgîr, 1118 [m. 1707] de vefât etti. ]Yüzkırkbinden fazla kimse, sohbetinde, derslerinde bulunarak, tasavvufun yüksek derecesine kavuşmuşlar, birer Velî olmuşlardır. Bu seçilmiş talebesinden başka, kendisinden dinleyip, öğrenip dînini ve ahlâkını düzeltenlerin sayısı yüzbinleri aşmaktadır. Yetiştirdiği Evliyâ arasında dört yüzden ziyâdesi irşâd makamına yükselmiş, her biri, gönderildiği şehirlerde, binlerce insanı felaketten, cehâletten, dalâletten kurtarmışlardır. Altı oğlundan herbiri, büyük âlim ve velî olup, bütün torunları böyle olmuş, bütün insanlara ışık tutan, çok kıymetli kitaplar bırakmışlardır. Hakîkî müslüman, bâtıl inançlara inanmaz. Sihir, uğursuzluk, fal, efsûn, Kur'an-ı kerimden başka şeyler yazılı muska, mavi boncuk, kehânet ve benzeri şeylere, bunların muhakkak iş yapacaklarına, mezarlara mum dikmeye, tel ve iplik bağlamaya îtibar etmez ve kerâmet sahibi olduğunu söyleyen sahtekârlara ancak güler. Bâtıl, bozuk şeylerin çoğu, başka dinlerden islâmiyete sokuşturulmuştur. Bazı din adamlarından (kerâmet) bekleyenlere büyük İslâm âlimi İmâm-ı Rabbânî şöyle buyurmaktadır: (İnsanlar, din adamlarından, kerâmet beklerler. Bunların bazılarının kerâmeti yoktur, ama diğerlerinden daha ziyâde Allahü teâlâya yakındır. En büyük kerâmet, İslâmiyeti iyi öğrenmek ve ona uygun yaşayabilmektir. ) Amerikada Stanford Üniversitesinde yapılan son incelemeler, bazı insanların bir (altıncı hisse) sahip olduğunu, meselâ kapalı bir kutu içinde bulunan eşyayı sayabildiklerini, kapalı zarftaki yazıyı okuyabildiklerini, uzakta bulunan bir kimse ile irtibat kurabildiklerini, bir insanın aklından geçen şeyi anlıyabildiklerini göstermiştir. Tecrübeye her ırk ve dinden insanlar katılmış, hepsi din ve ırk farkı göstermeden aynı başarıya ulaşmıştır. Uzak Doğuda, Çinde ve Hindistânda rastlanan bazı Çin kâhinleri ve Hind fakirleri, bizi hayrete düşüren, akla gelmez türlü marifetler göstermektedir. Bunların içinde, havada uçar gibi görünen veya bir halatı havaya atarak onun üzerinde göğe doğru tırmanan kimseler vardır. Hâlbuki Çinlilerin kabûl ettiği Budizm, bir nev'i felsefe sistemidir. Buda (Buddah) (M. Ö. 563-483) ve Konfuçyus (Confucius) (M. Ö. 531-479) ve Laotse, meşhûr filozoflardı. Telkîn ettikleri esaslar, ahlâk kâideleridir. Bunlar da, insanların türlü arzulardan vazgeçmeleri, [riyâzeti], iyilik, sabr etmek, birbirine yardım, fenalıkla mücâdele etmek gibi şeylerdir. Buda, (Sen kendine nasıl muamele edilmesini istiyorsan, başkalarına karşı öyle hareket et) der. Fakat, Allahü teâlâdan bahs etmez. Buda, kendisinin ancak bir insan olduğunu söylediği hâlde, talebeleri ölümünden sonra onu tanrılaştırmışlar, onun için tapınaklar yapmışlardır. Böylece budizm, âdetâ bir din hâline gelmiştir. Hindlilerin esas dîni olan Mecûsîlik ise, bir nev'i putperestliktir. Putlardan başka bazı hayvanlara da (meselâ ineklere) taparlar. Ne Budizm, ne de Mecûsîlik, bir din değildir. Buna rağmen, bunlara mensûb olan insanların âdetâ kerâmete benzer marifetler gösterdiği bir gerçektir. Bu marifetleri özel bir terbiye görerek, riyâzetle, özel vücûd hareketleriyle ve uzun zaman çalışarak, elde etmektedirler. Bunun gibi, insanı âdetâ donduran, hissetmez hâle sokan manyatizma ile insana zorla emir telkîn eden ve ona istediğini yaptıran hipnotizma, bazı insanların sahip olduğu husûsî bir kudretten ibârettir. Bu gösterilenler hiç bir zaman bir kerâmet değildir. Bunlar ancak bir hünerdir. Bugün ilim adamları, bütün insanlarda bu gibi kâbiliyyetin az veya çok mevcut bulunduğunu, yalnız bazılarında fazla inkişâf ettiğini, bazı insanların husûsî usûllerle bu hissi inkişâf ettirebileceğini, zamanla bulunacak yeni ve kolay usûllerle herkesin bu hissini canlandırabileceğini ileri sürmektedirler. O hâlde, kendisinde (altıncı his) fazla inkişâf etmiş bulunan bir kimsenin, bu husûsiyyetini marifet değil, kerâmet olarak göstermesi, ancak bir hîlekârlıktır. İmâm-ı Ahmed Rabbânî 293. mektûbunda buyuruyor ki, (Hârikalar, kerâmetler ikiye ayrılır:Birincisi, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına ve işlerine âid olan bilgiler ve marifetlerdir. Bunlar, akıl ile, düşünmekle elde edilemez. Allahü teâlâ, seçtiği kullarına ihsân eder. İkincisi, madde âlemindeki gaybları bilmektir. Bu kerâmet, seçilmiş kullara verildiği gibi, kâfirlere de verilir. Kerâmetlerin birincisi kıymetlidir. Bunlar, doğru yolda bulunanlara, Allahü teâlânın sevdiklerine verilir. Câhiller ise, ikincisini kıymetli sanırlar. Kerâmet deyince, yalnız bunları anlarlar. Açlıkla ve insanlardan kaçarak, nefslerini temizliyen her insan, mahlûkların gayblarını haber verir. İnsanların çoğu, hep dünyayı düşündükleri için, böyle haber verenleri Evliyâ sanır. Hakîkattan haber verenlere kıymet vermezler. Bunlar Evliyâ olsalardı, bizim hâllerimizden haber verirdi, derler. Bu bozuk ölçüleri ile, Allahü teâlânın sevdiği kullarını inkâr ederler). İkiyüzaltmışıncı mektûbunda buyuruyor ki, (Evliyâlık, Allahü teâlâya yaklaşmak demektir. Bu dereceye yetişenlere mahlûklara âid kerâmetler de verilebilir. Bu kerâmetin çok olması, Velînin yüksek olduğunu göstermez. Velînin kendinde kerâmet hâsıl olduğunu bilmesi lâzım değildir. Allahü teâlâ, bir Velînin şekillerini bir anda çeşidli memleketlerde herkese gösterir. Uzak yerlerde şaşılacak şeyleri yaptığı görülür. Hâlbuki, kendisi bunları bilmez. Bilenleri olur ise de, başkalarına belli etmezler. Çünkü, kerâmete kıymet vermezler. Ehl-i sünnet âlimlerinin gözbebeği, sözleri huccet, senet olan İbni Hacer-i Mekkî, (Zevâcir) kitabında, (İhtikâr)dan önce, şu hadis-i şerifleri bildirmektedir:(Allahü teâlâya yemin ederim ki, bir lokma haram yiyenin kırk gün ibâdetleri kabûl olmaz) ve (Haram para ile alınan bir cilbâb ile, [yâni gömlekle] kılınan namaz kabûl olmaz) ve (Haram para ile verilen sadaka kabûl olmaz. Günahı azalmaz). Süfyân-ı Sevrî diyor ki, (Haram para ile hayrât, hasenât yapmak, pisliği bevl ile yıkayıp temizlemek gibidir). Hakîkî bir müslüman, ibâdetini herkesin yanında gösteriş olarak yapmaz. Nâfile olan ibâdet gizli yapılır, farz ibâdetler açık veya toplu olarak câmide icrâ olunur. İyi bir müslüman, iyilik yapmak veya sadaka vermek isterse, bunu gizli olarak ve iyilik yaptığı veya sadaka verdiği insanın kalbini kırmadan, onu incitmeden, yaptığı iyiliği başına kakmadan yapar. Allahü teâlâ, bunun böyle yapılmasını Kur'an-ı kerimde birçok yerlerde emir buyurmaktadır. Hülâsa, hakîkî müslüman, bütün iyi huylara sahip, vakarlı, seciyeli, bedenen ve ruhen tertemiz, her türlü itimada lâyık, mükemmel bir insandır. Büyük islâm âlimi İmâm-ı Gazâlî, 450 [m. 1058] - 505 [m. 1111], bundan hemen hemen dokuzyüz sene evvel fârisî olarak yazdığı (Kimyâ-i saadet) ismindeki eserinde insanları dört kısma ayırmaktadır:Bunlardan birinci kısmdakiler, dünyada yimek içmek ve zevk etmekten başka bir şey bilmiyenlerdir. İkinci kısmdakiler, cebr, şiddet, zulüm ile hareket edenlerdir. Üçüncü kısmdakiler, hîlekârlık ve mürâîlikle etrâfındakileri aldatanlardır. Ancak dördüncü kısmdakiler yukarda bahsedilen güzel ahlâk sahibi olan, hakîkî müslümanlardır. Unutmamak lâzımdır ki, her insanın kalbinden Allahü teâlâya giden bir yol vardır. Bütün mes'ele, bu yoldan İslâm nûrunun insanlara ulaştırılmasıdır. O nûru kalbinde hisseden bir insan, hangi kısmdan olursa olsun, yaptığı fenalıklara pişman olur ve doğru yolu bulur. Eğer bütün insanlar, islâm dînini kabûl etseler, dünyada ne fenalık, ne hîlekârlık, ne harp, ne şiddet ve ne de zulüm kalırdı. Bunun için, tam ve mükemmel bir müslüman olmaya gayret etmek ve müslümanlığın esasını ve inceliklerini îzâh ederek, bütün dünyaya yaymak, hepimizin boynuna düşen bir borçtur. Bunu yapmak cihâd olur. Başka dinden de olsa, insanlara dâimâ tatlı dille ve anlayışla hitâb ediniz! Bunu, Kur'an-ı kerim emretmektedir. Müslüman olmıyanın yüzüne karşı, kâfir, dinsiz diyerek, onun kalbini incitmenin günah olduğu, böyle söyliyenin cezâlandırılması lâzım olduğu, fıkh kitaplarında yazılıdır. Maksad, herkese islâm dîninin yüceliğini anlatmaktır. Bu cihâd da, ancak tatlı dille, sabr, ilim ve îmanla olur. Bir kimseyi bir şeye inandırmak isteyenin evvelâ kendisinin ona inanması şarttır. Mümin ise, hiç bir zaman sabrını kaybetmez ve inandığını anlatmakta müşkilât çekmez. İslâm dîni kadar, açık ve mantıkî hiç bir din yoktur. Bu dînin esasını anlıyan bir kimse, herkese bu dînin biricik hak din olduğunu kolaylıkla isbât edebilir. Başka dinden olanların hepsini, fena huylu bir insan kabûl etmemelidir. Evet küfür, yâni müslüman olmamak, her zaman ve her yerde fenadır. Çünkü küfür, insanı dünyada ve âhirette felakete götüren zararlı bir inanış ve bozuk bir yaşayıştır. Allahü teâlâ, İslâm dînini, insanların dünyada rahat ve huzur içinde, kardeşçe yaşamaları için ve âhirette sonsuz azâblardan kurtulmaları için göndermiştir. Kâfirler, yâni müslüman olmıyanlar, bu saadet yolundan mahrum kalmış zevallı kimselerdir. Bunlara, acımalı ve incitmemelidir. Bunları gîbet etmek bile haramdır. İnsanın, sa'îd veya şakî olduğu son nefeste belli olur. Bütün semavî dinlerin, insanlar tarafından bozulmamış olanlarında, tek Allaha îman esası vardır. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde bütün insanları doğru yolda bulunmaya dâvet ediyor. Doğru yola kavuşan insanın, geçmişteki bütün hatâlarını affedeceğini vaat buyuruyor. Başka dinden olanlar, şeytanın veya müslümanlıktan haberi olmıyanların aldattıkları zevallı kimselerdir. Bunların çoğu, Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için, yanlış yola saptırılmış tâlihsiz insanlardır. Biz bunlara sabr ile, tatlı dille, akıl ve mantık ile doğru yolu göstermeliyiz. Allahü teâlânın var ve BİR olduğunu bildiren ilâhî dinlerin hepsi, insanlar tarafından bozulmadan evvel, inanılacak şeyler bakımından birbirinin aynı idi. Mûsâ aleyhisselâmdan başlıyarak Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma kadar gelen üç büyük din, yâni Mûsevîlik, Îsevîlik ve İslâm dinleri, hep Allahü teâlânın bir olduğunu ve Allahü teâlânın Peygamberlerinin bizim gibi bir insan olduğunu bildirmiştir. Ancak Yahudiler, Îsâ ve Muhammed aleyhimesselâma inanmamışlardır. Hıristiyanlar, putlara tapınmaktan bir türlü kurtulamamışlar ve Îsâ aleyhisselâm, (Ben de, sizin gibi bir insanım. Allahın oğlu değilim) dediği hâlde, Îsâ aleyhisselâmı Allahın oğlu sanmışlar, Baba (Allahü teâlâ), Oğul (Îsâ aleyhisselâm) ve Ruh-ul-kuds ismi ile üç ayrı ilâha tapınmaya başlamışlardır. Bunun yalan ve yanlış olduğunu anlayan ve düzeltmeye uğraşanlar arasında Honorius gibi papalar da vardır. Bu yanlış îtikatları, ancak Allahü teâlânın gönderdiği son Peygamberi, Muhammed Mustafâ vâsıtası ile neşrettirdiği, islâm dîni ile düzeltilmiştir. O hâlde, bu üç dînin hakîkî esaslarını kendisinde toplayan ve bu dinleri içerlerine sokulmuş olan hurâfelerden temizleyen hakîkî, doğru dînin, İslâm dîni olduğunu kimse inkâr edemez. Müslümanlığı kabûl etmiş bir İngiliz olan Fellowes diyor ki; (Hıristiyanlığın birçok yanlış akîdelerini [inançlarını] düzeltmeye kalkan Martin Luther, bilmiyordu ki, kendisinden tam 900 sene evvel Muhammed İslâmiyeti neşrederek, bütün bu kusurları düzeltmiştir. Bunun için, İslâmiyeti, hurâfelerden tamamen temizlenmiş nasrâniyyetin mütekâmil bir şekli olarak kabûl etmek ve Muhammed aleyhisselâmın son Peygamber olduğuna inanmak lâzımdır. ) |