iman_muslimanligi_secenler2_11-20
|
(Müslimanlığı Seçenler1 11-20)
11 Dr. ÖMER ROLF FREİHERR VON EHRENFELS (Avusturyalı) (Rolf Freiherr (baron) von Ehrenfels, bütün dünyada (Gestalt = kuruluş) fizyolojisi ilminin kurucusu olarak kabûl edilen Prof. Dr. Baron Christian Ehrenfelsin tek oğludur. Meşhûr bir âileye mensûbdur. Daha küçük çocukken şarka karşı büyük merak duymaya ve islâm dînini tedkîk etmeye başlamıştır. Kız kardeşi İmma von Bodmesrhof, Lahorda 1953 de neşrolunan bir eserinde kardeşinin bu hevesini uzun uzadıya anlatmaktadır. Rolf, genç yaşında Türkiye, Arnavutluk, Yunanistan ve Yugoslavyayı dolaşmış ve müslümanlarla temâs etmiş, hıristiyan olmasına rağmen, câmilerde ibâdete katılmıştır. Nihâyet islâm dînine karşı olan bu yakınlığı, onun 1927 senesinde müslümanlığı kabûl etmesine sebep olmuş ve kendisine Ömer ismini seçmiştir. 1932 senesinde Hindistânı da ziyâret etmiş ve (İslâmda kadının yeri) ismli bir kitap neşretmiştir. Almanlar İkinci Cihan Harbi esnâsında Avusturyayı işgâl edince, Rolf, Hindistâna kaçmıştır. Kendisini kabûl eden Ekber Haydarın yardımı ile, Assamda antropolojik araştırmalar yapmış ve 1949 da Madras Üniversitesi antropoloji profesörlüğüne tâyîn edilmiş ve Bengalde bulunan (Royal Aslotic Society) tarafından altın madalya ile mükâfâtlandırılmıştır. Kitapları urdu diline de tercüme edilerek basılmıştır. ) Niçin müslüman olduğumu soruyorsunuz. Beni müslüman yapan ve onun hak din olduğunu bana bildiren husûsları aşağıda sıralıyorum: 1) İslâmiyet, dünyada tanıdığımız bütün dinlerin iyi kısmlarını ihtivâ eder. Bütün dinler insanların sulh ve sükûn içinde yaşamasını isterler. Fakat, hiçbir din bunu, islâm dîninde olduğu gibi insanlara açıklıyamamıştır. Başka hiç bir din, islâm dîni kadar hâlıkımıza ve din kardeşlerine karşı, bu derece sevgi aşılıyamamıştır. 2)İslâmiyet, sulh ve sükûn içinde Allahü teâlâya tam bir teslimiyyet emreder. 3)Tarih tedkîk edilirse, hakîkaten islâm dîninin en son ilâhî hak din olduğu ve artık başka bir din zuhûr etmiyeceği kendiliğinden meydana çıkar. 4)Muhammed aleyhisselâm, islâmı teblîg etmiş olup, Peygamberlerin sonuncusudur. 5)İslâm dînine giren bir kimse, şüphesiz eski dîninden ayrılmış olacaktır. Fakat, bu ayrılık zan olunduğu kadar büyük değildir. Bütün ilâhî dinlerde îman esasları birdir. Kur'an-ı kerim, eski ilâhî dinleri kabûl eder. Ancak, bu dinlere sonradan karıştırılan yanlış akîdeleri düzeltmekte, Îsâ aleyhisselâmın hakîkî dînini izhâr etmekte, Muhammed aleyhisselâmın son Peygamber olduğunu ve Ondan sonra başka bir Peygamber gelmiyeceğini ilân etmektedir. Yâni islâmiyet, diğer dinlerin hakîkî ve kâmil şeklidir. İnsanlar türlü menfaatler ve ihtiraslar yüzünden, birbirlerine düşman olmuşlardır. Bundan menfaat umanlar olmuş, dinleri birbirine karşı düşman yapmaya çalışmış, aslı Allahü teâlâyı tanımak olan dinleri, dünya işlerinde bir vâsıta olarak kullanmaya başlamışlardır. Hâlbuki, dikkat edilecek olursa, islâm dîninin, diğer ilâhî dinleri kabûl ettiği, fakat onlarda zamanla ve insan eliyle yapılan hatâları tashîh ettiği görülür. İslâmiyeti kabûl etmek, erkek ve kadın bütün insanların muhtaç oldukları, mânevi ve maddî yardımı yapmak demektir. 6)İnsanlar arasında kardeşlik fikri, hiç bir dinde, islâm dîninde olduğu şekilde bildirilmemiştir. Müslüman olan herkes, hangı ırktan, hangi milletten, hangi renkten ve hangi dilden olursa olsun, birbirlerinin din kardeşleridir. Siyâsî düşünceleri ne olursa olsun, birbiri ile kardeştirler. Bu büyüklük hiç bir dinde yoktur. 7)İslâm dîni, dünyada kadınlara da büyük haklar veren bir dindir. İslâm dîni, kadına en büyük yeri vermiştir. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, (Cennet anaların ayağı altındadır) buyurmuştur. İslâm dîni, diğer dinlere mensûb olanların yaptıkları eserlere hurmet etmiş, bunları barbarlar gibi yıkmamıştır. İstanbulda Fatih ve Sultan Ahmed câmileri yapılırken, Ayasofyanın bazı kısmlarını model almaktan çekinmemişlerdir. Müslümanlar bütün tarih boyunca, diğer din mensûblarına en büyük adaleti ve merhameti göstermişlerdir. İşte bütün bunlar için, ben müslümanlığı kendime din olarak seçtim.
12 Dr. BENOİST [ALİ SELMÂN] (Fransız) Ben bir doktorum ve koyu katolik bir âileye mensûbum. Fakat doktorluğu meslek olarak seçmem ve pozitif, tecribî, tabî'î ilimlerle meşgûl olmam, bende hıristiyanlığa karşı büyük bir nefret uyandırmıştı. Din husûsunda âile fertlerim ile aynı fikirde değildim. Evet, büyük bir Hâlık [yaratıcı] vardı ve ben de Ona, yâni Allahü teâlâya inanıyordum. Fakat hıristiyanlığın, bilhâssa katoliklerin bu büyük yaratıcı etrâfında meydana getirdikleri türlü türlü garîb ilahlar, oğullar, Ruh-ul-kudsler, Îsâ aleyhisselâmın Allahın oğlu olduğunu isbât için akıl almaz uydurmalar ve daha bir takım hurâfeler, âyinler, türlü türlü merâsimler, beni Allahü teâlâya yaklaştırmıyor, aksine Ondan uzaklaştırıyordu. Ben, bir tek Allahın varlığına inandığımdan, hiç bir zaman teslîsi (üç tanrıyı) kabûl etmedim ve Îsâ aleyhisselâmı hiç bir zaman Allahın oğlu olarak tanımadım. Demek oluyor ki, ben daha islâmiyeti tanımadan evvel, Kelime-i şehâdetin yarısı olan (Lâ ilahe illallah) kısmını çoktan kabûl etmiştim. İslâm dîni ile meşgûl olmaya başladığım ve Kur'an-ı kerimde rastgeldiğim meâl-i şerifi, (Söyle ki, Allahü teâlâ birdir, doğmamıştır ve doğurmaz ve Ona benzer hiç bir varlık yoktur) olan İhlâs sûresini okuduğum zaman, (Aman Allahım, işte ben tam buna inanıyorum) dedim ve içimde büyük bir ferahlık duydum. İslâmiyeti daha derinden tedkîk etmenin çok lüzûmlu olduğunu gördüm. İslâmiyeti inceledikce, bu dînin benim düşüncelerime tamamen uygun olduğunu hayret ile görüyordum. İslâmiyet, din adamlarını, hattâ Peygamberleri bizim gibi insanlar olarak kabûl ediyor, onlara ilahlık vasfı vermiyordu. Hele, bir papazın günahları affedebileceğini, aslâ kabûl etmiyordu. İslâm dîninde, hiç bir hurâfe, akla uymıyan bir hükm, anlaşılmıyan bir bahs yoktu. İslâm dîni, tâm benim istediğim gibi, mantıkî bir dindi. Katolikler gibi insanların günahkâr olarak dünyaya geldiklerini kabûl etmiyordu. İnsanlara ruh ve beden temizliği emrediyordu. Tıbbın esas kâidesi olan temizlik, islâm dîninde, Allahü teâlânın bir emriydi. İbâdete temiz olarak gelmeyi emrediyordu ki, başka hiç bir dinde buna rastlamamıştım. Hıristiyanlıkta, hıristiyan dînine girerken ve âyinlerde Îsâ aleyhisselâm ile, hâşâ tanrı ile birleşebilmek için papazın Îsânın eti diye verdiği ekmeği yimek ve kanı diye verdiği şarapı içmek gibi âyinlerin, puta tapan en ibtidâî kavmlerin bir âdeti olduğunu görüyor ve bunlardan nefret ediyordum. Benim pozitif ilimlerle inkişâf eden aklım, böyle çocukça ve hakîkî bir dîne yakışmıyan saçma merâsimleri, şiddet ile red ediyordu. Diğer taraftan, islâmiyette bunların hiç biri yoktu. İslâmiyette yalnız hakîkat, sevgi ve temizlik vardı. Artık kararımı vermiştim. Müslüman dostlarıma gittim ve müslüman olmak için ne yapmak lâzım geldiğini sordum. Bana (Kelime-i şehâdet) söylemesini ve mânasını öğrettiler. Ben yukarda da söylediğim gibi, bunun yarısını, yâni (Bir tek Allah vardır) kısmını müslüman olmadan evvel kabûl etmiştim. Geri kalan (Muhammed aleyhisselâm Onun resûlüdür) kısmını da kabûl etmek hiç güç olmadı. Artık İslâm dîni hakkında neşrolunmuş ciddî eserleri incelemeye başladım. Bunların arasında Melek Bennâbînin çok güzel bir eseri olan (Le Phéne Coranique)i okuduğum zaman, Kur'an-ı kerimin ne muazzam bir eser olduğunu hayret ve takdîr ile gördüm. Bundan ondört asır önce indirilmiş bu Allah kitabında yazılı olanlar, bugünki ilmî ve fennî araştırmaların netîcelerine tamamiyle uymaktadır. Hem ilim ve fen ve hem de ictimâ'î faaliyetler bakımından, Kur'an-ı kerim, yalnız bugünün değil, aynı zamanda yarının da kitabıdır. 1953 senesi 20 Şubat günü Paris câmiine giderek orada müftî efendinin ve şâhitlerin huzurunda İslâm dînini resmen kabûl ettim ve Ali Selmân ismini aldım. Bu yeni dînimi, çok seviyorum. Çok bahtiyârım ve sık sık kelime-i şehâdet getirerek ve mânasını düşünerek, islâm dînine olan îmanımın kuvvetini açıklıyorum.
13 Dr. R. L. MELLEMA (Hollandalı) (Dr. Mellema, Amsterdamda Tropical müzesinin, İslâm eserleri kısmının müdîridir. (Wayang bebekleri), (Pâkistân hakkında bilgiler), (İslâmiyeti tanıttırma) eserleri ile meşhûrdur. ) 1919 senesinde, Leiden Üniversitesinde şark dillerini incelemeye başladım. Hocam bütün dünyanın çok iyi tanıdığı Arab lisanına vâkıf, Prof. Hurgronje idi. Bana arabî okumağı, yazmağı ve tercüme etmeyi öğretirken, ders kitabı olarak Kur'an-ı kerim ile Gazâlînin eserlerini vermişti. Esas çalışma mevzû'u, (İslâmiyette Hukuk) idi. Ben, islâmiyet, islâm tarihi ve islâmiyet ile alâkalı ilimler hakkında, o zamana kadar Avrupa dillerinde neşredilmiş birçok kitap okudum. 1921 yılında Mısra giderek, El-ezher medresesini ziyâret ettim. Bir ay kadar orada kaldım. Bundan sonra, Arabîden başka Sanskrit ve Malayi dillerini de öğrendim. 1927 senesinde, o zamanlar Hollanda sömürgesi olan Endonezyaya gittim. Cakartada yüksek okulda Cava dilini öğrenmeye başladım. 15 sene müddet ile kendimi yalnız Cava dilinde değil, aynı zamanda eski ve yeni Cava medeniyet tarihinde de yetiştirdim. Bütün bu müddet zarfında, hem müslümanlarla temâs ediyor, hem de elime geçen Arabî kitapları okuyordum. İkinci CihanHarbinde, Japonlar Endonezya adalarını işgâl ettiler. Beni esîr aldılar. Harp bitinceye kadar süren çok zahmetli bir esaret hayatından sonra, tekrar Hollandaya döndüm ve Amsterdamda Tropical müzesinde kendime bir iş buldum. Burada tekrar islâmiyet üzerine çalışmaya başladım. Benden, Cavadaki müslümanları anlatan küçük bir kitap yazmamı istemişlerdi. Bu işi de ele alarak tamamladım. 1954-1955 seneleri arasında, Pâkistândaki müslümanlar hakkında etüd yapmak üzere, beni oraya gönderdiler. O zamana kadar yukarıda da söylediğim gibi, yalnız Avrupa dillerinde islâmiyet hakkında çıkan eserleri okumuştum. Pâkistâna varıp, Pâkistânlı müslümanlarla temâs edince, İslâmiyeti büsbütün başka bir şekilde görmeye başladım. Lahorda müslüman dostlarımdan beni câmilerine götürmelerini ricâ ettim. Bunu memnûniyyet ile karşıladılar ve beni bir Cuma namazına götürdüler. İbâdeti büyük bir dikkat ile seyr ettim ve dinledim. Üzerimde o kadar büyük bir te'sîr yaptı ki, âdetâ kendimden geçtim. Artık kendimi müslüman olmuş kabûl ediyor, müslümanların ellerini bir kardeş olarak sıkıyordum. Câmideki hissiyâtımı, 1955 yılında (Pâkistan Quarterly) mecmû'asının 4. sayısında şöyle naklediyordum: (Bu sefer, daha küçük bir câmiye gittik. Bu câmide çok iyi ingilizce bilen ve Pençab Üniversitesinde profesörlük yapan bir âlim vaaz verecekti. Kendisi vaaz verirken onu dinleyenlere: (Bugün aramızda uzak bir yerden, Hollandadan gelmiş bir müslüman kardeşimiz var. Onun da iyi anlaması için urdu diline daha fazla İngilizce kelimeler karıştıracağım) dedi ve çok güzel bir vaaz verdi. Ben dikkat ile dinledim. Vaaz bittikten sonra, câmiden ayrılmak isterken, beni oraya getiren Allâme Sahip, beni dikkat ile seyr eden müslüman kardeşlerin, benim de bir şeyler söylememi arzu ettiklerini, kendisinin benim söyleyeceklerimi Urdu diline tercüme edeceğini bana bildirdi. Bunun üzerine ben de onlara şunları söyledim:(Ben tâ uzaktan, Hollanda ismli memleketten geliyorum. Orada bulunduğum yerde çok az müslüman vardır. Bu adedi az olan müslümanlar size selâmlarını bildirmeye beni memur ettiler. Sizin istiklâlinizi kazanmış olmanıza ve böylece dünyada yeni bir müslüman devleti daha kurulmuş bulunmasına çok seviniyorum. Yedi sene evvel kurulmuş olan Pâkistân, vaziyetini tamamiyle sağlamlaştırmaya muvaffak olmuştur. Başlangıçta çektiğiniz birçok müşkîlâttan sonra, artık memleketiniz feraha kavuşmuştur ve sür'at ile terakkî etmektedir. Pâkistânın âtîsi, geleceği çok parlaktır. Ben memleketime döndüğüm zaman, vatandaşlarıma sizlerin ne kadar nâzik, kibâr, cömerd ve misâfirperver olduğunuzu uzun uzadıya anlatacağım. Bana karşı gösterdiğiniz büyük muhabbeti hiç bir zaman unutmıyacağım). Bu sözlerimi Allâme Sâhib, urdu diline tercüme edince, câmideki bütün müslümanların yanıma koşarak, ellerimi sıkmaya ve beni tebrîk etmeye başladıklarını büyük bir zevk ile gördüm. Kalblerinden gelen bu candan kardeşlik tezâhürü, beni son derece mesrûr etti. Ben artık tamamiyle müslüman kardeşler câmiasına girdiğimi görüyor ve kendimi çok bahtiyar his ediyordum. ) Pâkistânlı müslüman kardeşler, bana islâmiyetin yalnız nazariyyelerden ibâret olmadığını gösterdiler ve isbât ettiler ki, islâmiyet her şeyden önce ahlâk güzelliğidir ve bir insanın iyi bir müslüman olması için, çok temiz ahlâklı olması lâzımdır. Şimdi ikinci suâle, yâni (sizi islâmiyete en çok ne çekti?) suâlinize cevap vereyim: Beni müslüman olmaya sevk eden ve bütün kalbimle İslâm dînine bağlıyan husûslar şunlardır: 1)Tek Allahın varlığı. İslâmiyet, bir tek büyük hâlık tanır. Bu büyük yaratıcı ne doğmuştur, ne doğurur. Bir tek yaratıcıya inanmak kadar mantıkî ve mâkul ne vardır?En basît düşünceli bir insan bile, bunu doğru bulur ve buna îman eder. İsmi Allah olan bu tek büyük yaratıcı, en büyük ilmin, en büyük hikmetin, en büyük kudretin ve en büyük güzelliğin sahibidir. Merhamet ve şefkati de sonsuzdur. 2)Allahü teâlâ ile kul arasında kimsenin bulunmayışı, İslâmiyette kul, rabbi ile karşı karşıya gelir ve doğrudan doğruya Ona ibâdet eder. Allahü teâlâ ile kul arasına, kimsenin girmesine lüzûm yoktur. İnsanlar, gerek dünyada, gerek âhirette yapılması gereken husûsları, Allahü teâlânın kitabı olan Kur'an-ı kerimden, hadis-i şeriflerden ve islâm âlimlerinin kitaplarından öğrenirler. Yaptıkları işlerin Hesabını yalnız Allahü teâlâya verirler. Bir insanı ancak Allahü teâlâ mükâfâtlandırır veya cezâlandırır. Allahü teâlâ, hiçbir kulunu, yapmadığı bir işten mes'ûl tutmaz ve hiçbir kuluna yapamıyacağı bir işi emretmez. 3)İslâmiyetteki büyük merhamet. Bunun en açık ifâdesi, Kur'an-ı kerimdeki (Zor ile müslüman yapmak yoktur) meâlindeki âyettir. Peygamberimiz Muhammed, bir müslümanın ilim öğrenmek için, Îcap ederse, en uzak yabancı memleketlere gitmesini emretmektedir. Müslümanlara, müslümanlıktan evvel gelen hak dinlerin bozulmıyan kısmlarına hurmet etmeleri de emrolunmaktadır. 4) Hangi ırktan, hangi milletten ve renkten olursa olsun, bütün müslümanların kardeş sayılması. Dünyada, yalnız müslümanlık bu büyük gayeye vâsıl olmuştur. Hac zamanında, dünyanın her tarafından gelen yüzbinlerce müslümanın aynı ihrâm örtüsüne sarılarak secdeye kapanması, bütün müslümanların kardeş olduklarını bildiren muazzam bir ifâdedir. 5) İslâmiyette maddiyat ile Mâneviyata aynı kıymetin verilmesi. Diğer dinlerde, yalnız ruhdan, Mâneviyattan ve anlaşılmaz bazı garîb husûslardan bahs olunur. Hâlbuki, İslâm dîninde hem beden, hem de ruh aynı derecede dikkat nazarına alınmış, insanlara yalnız ruh temizliği değil, beden temizliği için de lüzûmlu bütün husûslar emrolunmuştur. İnsanın ruhî inkişâfı, bedenî ihtiyacı ile birleştirmiş ve onun maddiyatına hâkim olarak, nasıl yaşaması Îcap ettiği, gayet açık bir sûrette beyan edilmiştir. 6) İslâmın, alkolü ve uyuşturucu maddeleri ve domuz etini haram etmesi [yasaklaması]. Kanaatıma göre beşeriyyetin başına en büyük felaketleri getiren, alkol ve uyuşturucu maddelerdir. Bunları men etmesi, İslâmiyetin ne kadar muazzam bir din olduğunu ve zamanından ne kadar ilerde bulunduğunu göstermeye kâfîdir.
14 FAZLEDDÎN AHMED OVERİNG (Hollanda) Şark medeniyeti ile ilk münâsebetimin ne zaman başladığını, kat'î olarak tâyîn edemiyorum. Bu irtibât, evvelâ lisan sebebi ile meydana geldi. Çünkü ben şarklıların dillerini öğrenmek istiyordum ve bundan tahmînen 30 sene önce yâni daha 12, 13 yaşlarında iken, Arabî öğrenmeye başladım. Fakat bana yardım edecek kimse bulamadığımdan, bu iş çok ağır gidiyordu. Arabî öğrenirken Arablar ve İslâmiyet hakkında Avrupalılar tarafından yazılmış bazı kitaplar almıştım. Bunların çoğunda İslâmiyet hakkında tâm ve tarafsız bilgi verildiğini sanmıyorum. Buna rağmen Muhammed aleyhisselâm hakkında yazılan yazılar, bende Onun şahsiyyetine karşı büyük bir saygı doğmasına kâfî gelmişti. Fakat İslâmiyet hakkında öğrendiğim bilgiler, yanlış ve noksandı. Bana rehberlik edecek kimse de yoktu. Nihâyet elime T. G. Browne tarafından yazılan (History of Persian Literature in Modern Times = Îrân yeni zaman edebiyat tarihi)isminde mükemmel bir eser geçti. Bu kitapta iki nefîs şiir buldum. Bunlardan biri Hâtıf İsfehânînin tercî'i bendi, diğeri Mohtaşim Kâshânînin heftbendi idi. Hâtıfın şiirini okurken, ne büyük bir heyecan duyduğumu size tasvîr edemem. Bu şiir, kararsızlık ve ızdırâb içinde çırpınan ve kendisine selâmet yolunu gösterecek mürşid arıyan bir ruhu ne güzel tasvîr ediyordu! Bunu okurken bu büyük şairin sanki benden bahs ettiğini, benim hakîkati bulmak için yaptığım mücâdeleleri ifâde ettiğini sanıyordum. Şiirin her beytinde beyan edilen fikirleri tabî'î aynen kabûl edemiyordum. Fakat aşağıdaki beyt tamamiyle benim düşüncelerime cevap veriyordu: Yalnız bir O vardır ve Ondan başka kimse yoktur, Ondan başka ibâdete lâyık hiç bir ilah yoktur. Ben, annemin arzusuna ve kendi merâkıma da uyarak, din tedrîsâtı yapan bir yüksek okula kayd olmuştum. Bu mektep, din dersleri vermekle berâber, müte'assıb değildi. Talebelerin fikirlerini serbestçe söylemelerine müsâ'ade ediliyor ve onların fikirlerine karşı büyük bir önem veriliyordu. Verilen din dersleri, ancak bir insanın bilmesi gereken ana bilgilerden ibâretti. Bütün bunlara rağmen, okulun son imtihanında bana sorulan (Dinler hakkındaki düşünceniz nedir?) suâline karşı benim (İslâm dînine karşı büyük bir hurmet duyuyorum) diye cevap vermekliğim, her hâlde mektep müdîrini hayrete düşürmüştü. O tarihlerde, ben islâmiyete karşı büyük bir sevgi duymakla berâber, îmanım tâm teşekkül etmemişti. Daha bir şeye karar veremiyordum. O zamana kadar bana kilisenin telkîn ettiği İslâm düşmanlığından tamamiyle kurtulamamıştım. Bu sefer çok ciddî olarak ve Avrupalı yazarların kitaplarının te'sîri altında kalmıyarak, sırf kendi mantık ve düşüncem ile, İslâm dînini incelemeye başladım. O zaman, ne güzel hakîkatlerle karşılaştım! Birçok insanların, çocukken kendilerine telkîn edilen dinden uzaklaşarak, müslümanlığı niçin kabûl ettiklerini anlamaya başladım. Çünkü islâmın birinci mânası, insanın kendisi ve dünyası, Allahü teâlâya hâlis bir îman ve selâmet içinde olması, ikinci mânası ise, kendisini Allahına tamamiyle teslim etmesi ve Onun emirlerine itaat etmesi demekti. Kur'an-ı kerimde bu husûsta yazılı olan şeyleri aşağıda nakletmeye çalışacağım. Esas Arabîsinin o muhteşem âhenginden mahrum kalsa bile, gene bu sözler insanı çok cezb etmektedir. Fecr sûresinin yirmiyedinci âyeti ve devamında meâlen, (Ey huzur içinde olan ruh! Sen Ondan, O da senden râzı olarak Allahına dön! Benim [sâlih] kullarımın arasına katıl, benim Cennetime gir!) buyurulmuştur. İşte yalnız şu ifâde bile, İslâm dîninin, hıristiyanlık ve diğer dinler gibi birtakım hurâfelere bağlı olmayan tertemiz, dürüst ve hakîkî Allah dîni olduğunu göstermeye kâfîdir. Hıristiyanların, insanların günahkâr olarak doğduğu ve yeni doğan bir çocuğun bile kendisinden evvel gelenlerin günahlarını taşıdığı hakkındaki akîdesine karşı Kur'an-ı kerimde En'âm sûresinin yüzaltmışdördüncü âyetinde meâlen, (Herkesin kazandığı kendisinedir, kimse başkasının yükünü [günahını] taşımaz) buyurulmuştur. A'râf sûresinin kırkikinci âyetinde ise meâlen, (Biz insana ancak gücü yettiği kadar yükleriz) buyurulmuştur. İnsan bunları okurken, bunların, Allah kelâmı olduğunu kalbinde duymakta ve müslümanlığa seve seve îman etmektedir. İşte ben böyle yaptım ve Allahü teâlânın en doğru dîni olan islâmiyeti seçtim ve seve seve müslüman oldum.
15 Hacı LORD EL-FÂRÛK HEADLEY (İngiliz) (Bir Lord olan Headley Asâletmeab ünvânına sahiptir. Sir George Allanson, 1855 tarihinde doğmuş olup, İngilterenin en eski bir âilesinden gelmiştir. İngilterede birçok mühim siyâsî vazîfelerde bulunmuş, aynı zamanda muharrir olarak da şöhret yapmıştır. Cambridge Üniversitesinden mezundur. 1877 senesinde lord pâyesini kazanmıştır. İngiliz ordusunda yarbay olarak vazîfe yapmıştır. Asl mesleği mühendislik olmasına rağmen, kuvvetli bir kaleme sahiptir. (Bir Avrupalının gözü açılıp müslüman oluyor) eseri, neşrettiği kitaplar arasında en meşhûrudur. Lord Headley, 1913 senesinde müslüman olmuş, Hacca gitmiş, Şeyh Rahmetullah-ı Fârûk adını almıştır. 1928 senesinde Hindistânı da ziyâret etmiştir. ) Niçin müslüman oldum?Belki bazı dostlarım ve arkadaşlarım, benim müslüman dostlarımın etkisi altında kalarak, müslüman olduğumu zannederler. Hâlbuki mes'ele hiç de böyle değildir. Müslümanlığı kabûl etmekliğim, uzun seneler süren tedkîk ve tefekkür netîcesidir. Ben, İslâm dînini, ancak çok iyi inceledikten ve onun hakkında tâm bir kanaat sahibi olduktan sonra, müslümanlarla temâs ettim ve onların da kendi dinleri hakkında tıpkı benim gibi îman ettiklerini görerek, iyi bir dîne girdiğimi anladım ve çok sevindim. Kur'an-ı kerim, bir insanın bütün kalbi ile îman ederek, islâmiyeti kabûl etmesini emreder ve istemiyerek zorla dîne girmeyi red eder. Îsâ aleyhisselâm da, kendi havârîlerine, (Her hangi bir yere gittiğiniz zaman oradakiler sizi kabûl etmez ve dinlemezlerse, siz hemen oradan ayrılın, onları zorlamayın) demiştir. (St. Mark, 6-11) Ben hayatta birçok muteassıb protestanlar gördüm ki, katolik talebe yurdlarına giderek, katolik talebeleri zorla protestan yapmaya çalışıyorlardı. Bu lüzûmsuz gayretler ve zorlamalar, birçok kavgalara, dargınlıklara, anlaşmazlıklara sebep oluyor, insanları birbirine düşman yapıyordu. Aynı mânasız işleri, hıristiyan misyonerler, müslümanlara karşı tatbîk ettiler. Müslümanları hıristiyan yapmak için, her şeyi göze aldılar. Onları türlü türlü vâsıtalarla aldatmaya çalıştılar. Para, iş, mevkı' vaat ettiler. Hâlbuki, bu zevallı gâfiller bilmiyorlardı ki, Îsâ aleyhisselâmın hakîkî emirlerini en iyi tatbîk ve tasdik eden din, islâmiyettir. Hıristiyanlık o kadar bozulmuştur ki, Îsâ aleyhisselâmın telkîn ettiği hakîkî nasrâniyyet ortadan gayb olmuş, onun telkîn ettiği bütün insânî husûslar unutulmuştur. Bunlar, bugün ancak islâmiyette vardır. O hâlde, ben müslüman olmakla hakîkî, temiz nasrâniyyete de kavuştum. Çünkü Îsâ aleyhisselâmın emrettiği kardeşlik, birbirine bağlılık, merhamet, hüsn-i zan, eli açıklık, bugünkü hıristiyanlarda değil, ancak müslümanlarda vardır. Size ufak bir misâl vereyim:Hıristiyan Atnasyan (athnasian) fırkası, hıristiyanlığın esasının üç tanrıya (teslîse) inanmak olduğunu ve her hangi bir kimse aklından buna karşı ufacık bir şüphe bile geçirse, derhâl mahv olacağını ve eğer bir kimse dünya ve âhirette selâmete kavuşmak isterse, muhakkak (Tanrı, Tanrının oğlu ve Ruh-ul-kuds) gibi üç ilaha inanmak mecbûriyetinde bulunduğunu tekrarlayıp durmaktadır. Başka bir misâl daha: Müslüman olduğum zaman, bana birisi bir mektûb yazdı. Bu mektûbda, (Siz, müslüman olmakla mahv oldunuz artık. Sizi kimse kurtaramaz. Çünkü, Allahın ilahlığına inanmıyorsunuz) diyordu. Bu zevallı adam, benim artık Allahü teâlâya inanmadığımı sanıyordu. Çünkü, onun kanaatine göre, Allahü teâlânın ilah olabilmesi için, muhakkak üçlü olması lâzım idi. Hâlbuki bu ahmak bilmiyordu ki, Îsâ aleyhisselâm da, temiz nasrâniyyeti teblîge başladığı zaman, Allahü teâlânın bir olduğundan bahs etmiş, hiç bir zaman, Onun oğlu olduğunu iddiâ etmemişti. İslâmiyet, (Ancak bir tek Allah vardır) demekle saf nasraniyyetin esas kâidesini ortaya koymuştu. Bugün, aklı başında olan bir insanın, bir tek Allahın varlığına inanması kadar mantıkî bir şey yoktur. Ben, müslüman olmakla hakîkî tek Allaha inanıyorum ve Îsâ aleyhisselâmdan sonra, onun temiz dînine eklenen birçok yalanları red ediyorum. Bu mektûbu yazan ve onun gibi düşünen insanlara, ancak acımak lâzımdır. Bugün hıristiyanlar, günden güne dinlerini terk ederek ateist (dinsiz) olmaktadırlar. Zîrâ bugünkü hıristiyanlık, normal, kültürlü bir insanı artık tatmîn edememektedir. İnsanlar, körü körüne efsânelere inanmamakta, hıristiyanlık akîdelerini şüphe ile karşılamaktadır. Buna karşılık, ben bütün hayatım müddetince, hakîkî bir müslümanın, dîninden şüphe ettiğini duymadım. Zîrâ İslâm dîni, insanların bütün ruhî ve bedenî ihtiyaçlarını, en mükemmel ve mantıkî tarzda tatmîn etmektedir. Şuna emînim ki, binlerce hıristiyan erkek ve kadın, İslâm dînini incelemiş ve onu tamamiyle benimsemiştir. Fakat, resmen müslüman olunca, işlerini, memuriyyetlerini gayb edecekleri ve ahbâbları tarafından alaya alınacaklar korkusuyla bir türlü müslüman olmaya cesaret edememektedirler. Bizim mekteplerimizde, hâlâ islâmiyet, Allahü teâlâya inanmıyanların dîni olarak öğretilmektedir. Ben bütün arkadaşlarımın, ahbâblarımın beni (Ruhu mahv olmuş bir insan) olarak lânet edeceklerini göze alarak müslüman oldum ve yirmi senedir İslâmiyete iki elle sarılmış bulunmaktayım. Müslümanlığı neden kabûl ettiğimi böylece kısaca anlattıktan sonra, tekrar edeyim ki, ben müslüman olmakla, aynı zamanda, çok daha doğru ve temiz bir Îsevî olmayı da başardım. Diğer hıristiyanlara da bir misâl olmak isterim. Müslüman olmak, onları hıristiyanlığa düşman yapmaz, aksine onlara hakîkî Îsevîliğin ne olduğunu öğretir ve onları yükseltir.
16 ABDULLAH ARCHİBALD HAMİLTON (İngiliz) (Sir Archibald Hamilton, İngilterenin tanınmış bir diplomatı olup, Birinci Cihan Harbinde deniz subayı olarak da vazîfe yapmıştır. Meşhûr bir âileden gelmekte olup, baronet (Baron adayı demektir) ünvânını taşımaktadır. 1923 senesinde İslâm dînini kabûl etmekle şereflenmiştir). Büluğa vâsıl olduktan beri, İslâm dîninin sâdeliği ve billûr gibi berraklığı, beni dâimâ kendisine cezb etmişti. Bir hıristiyan olarak doğduğum ve bir hıristiyan terbiyesi aldığım hâlde, bâtıl akîdelere bir türlü inanmamış, dâimâ hakkı, hakîkati ve mantığı, körü körüne inanışlara tercîh etmiştim. Ben, bir tek Allaha, huzur ve ihlâs ile ibâdet etmek istiyordum. Hâlbuki ne Roma kilisesi (katoliklik), ne de İngiliz kilisesi (protestanlık), bunu bana sağlıyamıyordu. İşte bu sebep ile beni tâm tatmîn eden müslümanlığı, vicdânımın telkînine uyarak kabûl ettim ve ancak ondan sonra, kendimi Allahü teâlânın hakîkî kulu ve daha iyi bir insân olarak his etmeye başladım. Ne yazık ki islâmiyet, birçok hıristiyanlar, câhiller tarafından, yanlış, uyuşturucu ve yalan, uydurma bir din olarak anlatılmıştır. Hâlbuki, Allahü teâlâ indinde hak din islâmiyettir. İslâmiyet, kuvvetlinin zayıflarla, zenginlerin fakirlerle birleşmesini sağlıyan mükemmel bir dindir. İnsanlar iktisâdî bakımdan esas olarak üç sınıfa ayrılırlar. Bu sınıflardan birincisi, Allahü teâlânın birçok nîmetlerle zengin ettiği kimselerdir. İkinci sınıf, hayatını kazanmak için çalışmak zorunda olanlardır. Bir de üçüncü sınıf vardır. Bu sınıfta bulunanlar, kendi kusurları olmadığı hâlde, kâfî derecede kazanamıyanlar, işsiz kalanlar, iş yapamaz hâle gelenlerdir ki, fakirlik ve zarûret içindedir. İşte İslâm, bu üç sınıfın da birbiriyle kaynaşmasını sağlar. Zengin olanın fakire yardım etmesini emreder. Zilletin, ızdırabın ortadan kaldırılması sebeplerini ihsân eder. İslâm dîni aynı zamanda insanların çalışma kudretine, şahsî gayretine ve iş görmek kabiliyyetlerine de önem verir. İslâm kanûnuna göre sahipsiz bir erâzîyi fakir bir çiftçi, belirli bir zaman kendi gayreti ile işlerse, erâzî onun olur. İslâm dîni, yıkıcı değil, yapıcıdır. İslâm dîni, kumarı ve ona benziyen bütün kötü, zararlı oyunları men eder. İslâm dîni, insanı sarhoş eden bütün içkileri de men eder. Hakîkaten dünyada insanların başına gelen felaketlerin çoğunun sebebi, kumarla içkidir. Biz müslümanlar, herşeyin kader elinde esîr olduğuna inanan kimseler değiliz. İslâmda bahs konusu olan (kader), hiç bir şey yapmadan, ağzını havaya açarak her şeyi Allahü teâlâdan beklemek demek değildir. Tâm bunun aksine, Kur'an-ı kerimde Allahü teâlâ dâimâ çalışmağı emretmektedir. İnsan bütün gayreti ile çalışacak, bütün zâhirî sebeplere yapışacak, ancak ondan sonra Allahü teâlâya tevekkül edecektir. Çalışmadan önce değil, çalışırken, başarabilmek, kazanmak için, Rabbine yalvararak, Ondan yardım bekliyecektir. İslâmın (Hayr ve Şer [iyilik ve fenalık] Allahü teâlâdan gelir)akîdesi, herşeyi Allahü teâlâ yaratır demektir. İslâmiyette (Hiç bir şey yapmadan boş durmak) diye bir şey yoktur. Kader, olacak herşeyi, Allahü teâlânın ezelde bilmesi ve bildiklerini, zamanları gelince, yaratması demektir. İslâmiyet, insanların günahkâr olduğu, günah ile doğduğu ve bütün hayatı müddetince kefaret vermeye mecbûr olduğunu, aslâ kabûl etmez. İslâmiyet, insanların, erkek ve kadın olarak, Allahü teâlânın kulları olduğunu, kadın erkek arasında zekâ, akıl, düşünce ve ahlâk bakımından mühim fark bulunmadığını beyan eder. Ancak, erkekler daha güçlü, kuvvetli yaratıldıkları için ağır, yorucu işler ve nafaka temîni bunlara verilmiş, kadınlar, daha rahat, daha neşeli bırakılmak sûreti ile mes'ûd kılınmıştır. İslâmın bütün müslümanları birbiri ile nasıl kardeş yaptığı hakkında fazla bir şey söylemek istemiyorum. Zîrâ bütün dünya müslümanların nasıl birbirini sevdiklerini, birbirlerine mu'âvenet, yardım ettiklerini bilir. Müslümanlıkta, zengin, fakir, soylu, köylü, memur, işçi, tüccâr, herkes Allahü teâlânın huzurunda birdir ve birbirinin kardeşleridir. Ben, hangi müslüman memleketine gitti isem, kendimi kendi evimde ve kardeşlerimin yanında his ettim. Son olarak şunu söyliyeceğim:İslâmiyet, insanları bütün gün boyunca hem dürüst çalışmaya ve hem de Allahü teâlâya karşı kulluk, ibâdet vazîfesini yapmaya dâvet eder. Bugünkü hıristiyanlık ise, insanları yalnız Pazar günü, güyâ duâ etmeye, diğer günlerde ise, Allahü teâlâyı tamamen unutarak, dünya işlerine, günahlara sevk eder. İşte, bütün bunlar için müslüman oldum ve müslüman olduğum için iftihâr ediyorum.
17 CELÂLEDDÎN LAUDER BRUNTON (İngiliz) (Meşhûr bir âileden gelen ve baronet ünvanını taşıyan Sir Brunton, Oxford Üniversitesinden mezun olup, neşriyatı ile şöhret yapmıştır. ) Bana niçin müslüman olduğumu bildirmek fırsatını verdiğiniz için, size minnet borçluyum. Ben, hıristiyan bir anne ve babanın te'sîri altında büyüdüm. Genç yaşımda, ilâhiyyat ile de meşgûl oldum. Misyonerlerle tanıştım ve onların yabancı memleketlerdeki faaliyetleri ile yakından alâkadâr oldum. Kalbimden onlara yardım arzusu gelmişti. Resmen bir vazîfe almadan, onlarla birlikte seyâhate çıktım. Doğrusunu söylemek gerekirse, din dersleri aldığım hâlde, hıristiyanlığın (insanların günahkâr olarak dünyaya geldiği ve dünyada muhakkak çile çekmesi Îcap ettiği) nazariyyesi, bana garîb geliyordu. Bu nazariyyeye isyân ediyordum. Bu sebep ile yavaş yavaş hıristiyanlıktan nefret etmeye başlamıştım. Zîrâ ben, kendisinde her şeyi yaratabilmek kudreti bulunan Allahü teâlânın yalnız günahkâr mahlûklar yaratmasını, Onun kudret ve merhametine yakıştıramıyor, bunun için, Allahü teâlâyı böyle tavsîf eden bir dînin hakîkî olamıyacağını düşünüyordum. Acaba başka dinler bu husûsta ne telkîn ediyor diye, diğer dinleri de tedkîk etmeye karar verdim. Kalbimde, âdil, merhametli, müşfik bir ilâha büyük bir ihtiyaç duyuyor, böyle bir Allahı arıyordum. Acaba, Îsâ aleyhisselâmın getirdiği hakîkî nasrânî dîni bu muydu?Yoksa Onun telkîn ettiği temiz din, zamanla bozulmuş muydu?Bunları düşündükçe, kalbimdeki şüpheler çoğalıyor, o zaman, bugün mer'î olan Kitap-ı mukaddesi tekrar elime alıyor, karıştırmaya başlıyor ve her defasında içinde birçok eksikler ve anlaşılmaz husûslar bulunduğunu görüyordum. Sonunda, bende şu kanaat hâsıl oldu ki, bu kitap Îsâ aleyhisselâmın yaydığı hakîkî dînin kitabı değildir. İnsanlar, İncîle birçok yanlış kâideler koymuşlar ve Allahü teâlânın doğru kitabını bozmuşlardır. Ben bu kanaate vardıktan sonra, artık misyonerle berâber gittiğimiz memleketlerde rastladığımız insanlara, elimizdeki İncîli okuyacak yerde, başka telkînlerde bulunuyordum. Onlara Tanrı, Tanrının oğlu ve Ruh-ul-kuds gibi üçlü tanrıdan bahs etmek yerine, insanlarda, beden öldüğü zaman ölmez bir ruh bulunduğundan, insanları bir büyük hâlıkın yarattığından, bu büyük hâlıkın insanları günahları sebebi ile hem bu dünyada hem de âhirette cezâlandıracağından, ancak çok merhametli olan bu büyük hâlıkın, eğer insanlar yaptıklarına pişman olursa, onların günahlarını affedeceğinden bahs ediyordum. Gün geçtikçe, artık tamamen tek Allaha inanmaya başlamıştım. Hakîkate tâm varmak için, daha derinlere inmek istiyordum. İşte bu zaman, islâm dînini tedkîk etmeye başladım. Bu din, beni o kadar cezb etti ki, bütün günümü ona vakf ettim. Bulunduğum mahal, Hindistânda şehirlerden uzak, kimsenin ismini bile duymadığı Ichra adında bir köydü. Bu köyde yaşayanlar, pek fakir, pek sefîl tabakadan insanlardı. Onlara, sırf Allahü teâlânın rızası için tek ve merhametli bir hâlıkın var olduğunu anlatmaya, dünyada tâkîb etmeleri gereken doğru yolu öğretmeye çalışıyordum. Onların birbiri ile kardeş olduklarını, temizliğe çok önem vermek lâzım olduğunu da öğretmeye uğraşıyordum. Ne garîb ki, bütün bu öğretmeye çalıştığım husûslar, hıristiyanlıkta değil, ancak müslümanlıkta vardı ve ben bir hıristiyan misyoner gibi değil, tâm bir müslüman din adamı gibi telkînlerde bulunuyordum. Bu ıssız, tenhâ yerde ve bu câhil halk arasında nasıl uğraştığımı, ne kadar fedakârlık yaptığımı, ne gibi müşkilât ile karşılaştığımı size uzun uzadıya ifâde edecek değilim. Bütün düşüncem, bu zevallı insanları ruhen ve bedenen temizliğe kavuşturmak, onlara büyük bir hâlıkın varlığını öğretmekten ibâretti. Yalnız kaldığım zaman, Muhammed aleyhisselâmın hayatını inceliyordum. Onun hakîkî hayatı hakkında İngilizce pek az kitap yazılmış ve Onu tenkid etmek, lekelemek ve bu büyük Peygamberi yalancılıkla ithâm etmek için, hıristiyanlar tarafından ne yapılmak lâzımsa yapılmıştı. Fakat, ben şimdi bu düşmanca yazılı kitapların te'sîrleri altında kalmadan, islâmiyeti tâm bir insâf ile inceliyordum. Bu tedkîklerim sürdükce, islâmiyetin, tek Allahı ve hakîkati en doğru olarak ortaya çıkaran hak din olduğunu kabûl etmek lâzım geldiğini iyice anladım. Muhammed gibi bir büyük Peygamberin, insanlığa yaptığı hizmetleri öğrendikce, Onun peygamberliğini inkâr etmenin imkânı yoktu. O muhakkak Allahü teâlânın Resûlü idi. O ancak; Allahü teâlânın lutfü ile, vahşet ve cehâlet içinde yaşayan, birçok putlara tapan, hurâfelere inanan, yarı çıplak bir hâlde, birçok kadınlarla hayvanca bir hayat süren Arabları, kısa bir zaman içinde, Allahü teâlâya îman eden, medenî, temiz, dürüst, kadına hak tanıyan, iyi ve yumuşak huylu insanlar hâline getirdi. Bir insan, Allahü teâlânın lutfü, yardımı olmadan böyle birşeyi hiç bir zaman başaramaz. İçinde birkaç yüz kişi bulunan bu köyde, benim ne kadar zahmet çekerek uğraştığımı ve hâlâ bu zevallı insanları doğru yola sokamadığımı düşündükçe, Muhammedin eseri, gözümde gittikce daha büyüyordu. Hayır, ancak Allahü teâlânın Resûlü böyle bir işi başarabilirdi. Onun Peygamberliğine cân ve gönülden inanmak lâzımdı. İslâm dîninde bulunan, daha pek çok güzel husûslardan ayrıca bahs etmeye lüzûm görmüyorum. Çünkü, Allahü teâlâyı ve Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğini kabûl ettikten sonra, artık bir insan müslüman olmuş demektir. O günlerde, müslüman bir Hindli beni ziyârete gelmişti. Mian Amiruddîn ismindeki bu kibar zat ile İslâm dîni üzerinde uzun uzadıya mubâheseler yaptık. Bu konuşmalar bana son cesareti verdi ve müslüman olmayı kabûl ettim. Ben, müslümanlığın hakîkî Allah dîni olduğuna, sâdeliğine, af ve şefkatine, samîmiyyetine, müslümanları birbirine kardeş saydığına ve birgün bütün dünyayı birbirine bağlıyacağına inanıyorum. Artık hayatımın sonuna vâsıl oldum. Bundan sonra, ölünceye kadar kendimi islâmiyete hizmet etmeye adadım.
18 Prof. Baron HÂRÛN MUSTAFÂ LEON (İngiliz) (Prof. Baron Leon, İngilterenin tanınmış meşhûr bir âilesinden olup, baron pâyesini hâizdir. Felsefe doktoru ve başka ilmî ünvanlar sahibi olan Prof. Leon, 1882 senesinde müslüman olmuştur. Kendisi Avrupada ve Amerikada birçok ilim cemiyetlerinin azası bulunmaktaydı. Bilhâssa lisan ve edebiyat sâhasında büyük ihtisas sahibi olan Prof. Leon, (Isle) mecmû'asında (İnsan lügat etimolojisi) isminde neşriyatı ile bütün dünyanın dikkatini üzerine celb etmişti. Amerikadaki Potomac Üniversitesi bu neşriyat üzerine kendisine (İlmler Masteri = Master of Sciences) ünvânını verdi. Prof. Leon, aynı zamanda bir geoloji mütehassısıdır. Birçok tanınmış müesseselerin dâvetlisi olarak, bu sâhalarda da kıymetli konferanslar vermişti. 1875 de kurulmuş olan (Milletler Arası Lügat, İlm ve Güzel Sanatlar = Société İnternationale de Philologie, Science et Beaux-Arts) Cem'ıyyetinin umûmî kâtibliğine seçildi. (The Philomeths) isminde mecmû'a çıkarmaya başladı. Prof. Leona, Sultan İkinci Abdülhamîd, Îran Şâhı ve Avusturya İmparatoru tarafından birçok nişanlar verilmiştir. ) İslâm dîninin en mükemmel esaslarından biri, bu dînin müslümanlardan hiç bir zaman aklın ermediği bir şeyi taleb etmemesidir. İslâmiyet tamamen akla ve mantığa uygun olarak teblîg edilmiş bir dindir. Diğer dinler ise, insanlardan bir türlü anlıyamadıkları, akıllarına sığmayan, inanamadıkları îtikatları zorla kabûl etmelerini istemektedir. Hıristiyanlıkta bu husûsta ancak kilisenin otoritesi, hâkimiyyeti müessir olmaktadır. Hâlbuki müslümanlara, her şeyi akıl ile araştırması ve ancak ondan sonra îman etmesi emrolunmaktadır. Muhammed aleyhisselâm, şöyle buyurmaktadır: (Allahü teâlâ, akla ve mantığa muvâfık olmayan hiç bir şey yaratmamıştır). Diğer bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurmaktadır: (Ben size kat'î olarak söylüyorum ki, herhangi bir insan namaz kılsa, oruç tutsa, zekât verse, hacca gitse de ve dînin îcâbı bütün husûsları yapsa bile, ancak Allahü teâlânın ona ihsân ettiği akıl ve mantığı kullanma derecesine göre mükâfâtlandırılır. ) Îsâ aleyhisselâmın neşrettiği temiz dinde de, buna benzer kâideler vardı. Meselâ, (Her şeyi önce tecrübe et! Ancak iyi olanı kabûl et) gibi. Fakat zamanla bunlar unutuldu. Kur'an-ı kerimde “Cuma” sûresinin beşinci âyetinde meâlen, (Kendileri Tevrâtı öğrenmek ve mûcibi ile amel etmeye memur oldukları hâlde, onun ile amel etmiyen kimselerin hâli, sırtına kitap yüklenmiş merkebin hâli gibidir) buyurulmaktadır. Ali şöyle buyuruyor, (Dünya karanlıktır. İlm nûrdur! Fakat, doğru olmıyan bilgi ancak gölgedir. ) Müslümanlar, (İslâmiyet, hakîkatin tâ kendisidir) diye îman etmekte, İslâmın nûrunun ancak ilim ve mantık sâyesinde parladığını, bu bilginin ancak hakîkat ile meydana geldiğini, bu hakîkati ise, insanların ancak Allahü teâlânın vergisi olan akl-ı selîm ile meydana çıkardıklarını söylemektedirler. Allahü teâlânın insanlara büyük bir lutf olarak gönderdiği son peygamberi Muhammed aleyhisselâm, vefâtına kadar, onlara tutacakları doğru yolu göstermişti. Son günlerinde şöyle bir hâdise cereyân etti: Muhammed aleyhisselâm vefâtından birkaç gün evvel, başını sevgili zevcesi Âişenin dizlerine dayamış, dalgın bir hâlde istirâhat ediyordu. Medînede bütün halk Resûlullahın hastalığına üzülmüş ve onun gün geçtikce kuvvetten düştüğünü görünce, büyük bir Ümitsizliğe kapılmıştı. Erkekler, kadınlar, çocuklar, hüngür hüngür ağlıyorlardı. Ağlayanlar arasında beyaz saçlı, solgun benizli, yaşlı muhâribler de vardı. Peygamberimiz Muhammed Mustafâ el-emîn, onların kumandanı, rehberi, lideri, dostu, çobanı, sırdaşı, fakat her şeyden evvel, teblîg ettiği islâmiyet sâyesinde onları karanlıktan hakîkat nûruna kavuşturan büyük Peygamberi idi. İslâmiyet ile birlikte onlara huzur ve emniyyet getiren bu mübârek Peygamber artık onlara vedâ' etmekte idi. “Peygamberimiz ölüyor” diye düşündükçe kalbleri bir demir kıskaçla sıkılıyor, gözlerinden yaşlar dökülüyor, büyük bir Ümitsizliğe kapılıyorlardı. Nihâyet her şeyi göze alarak, bu Ümitsizlik içinde Onun huzuruna çıktılar. Gözlerinden yaşlar akıtarak: (Yâ Resûlallah ! Sen çok hastasın. Olabilir ki, Allahü teâlâ seni huzuruna çağıracaktır ve bizden ayrılacaksın. O zaman, biz sensiz ne yaparız?) diye sordular. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, (Elinizde mürâceat için Kur'an-ı kerim vardır) buyurdu. (Yâ Resûlallah, Kur'an-ı kerimin birçok işlerde bize rehber olacağı muhakkaktır. Fakat eğer aradığımızı orada bulamazsak ve sen de bizden ayrılmış isen, kim bizim rehberimiz olacak?) dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz onlara, (Size söylediklerim gibi hareket ediniz!) buyurdu. (Yâ Resûlallah ! Sen bizden ayrıldıktan sonra, büsbütün yeni bazı mes'eleler meydana çıkar ve senin hadislerin içinde bunlar hakkında bir şey bulamazsak ne yaparız?) diye sordular. Peygamberimiz, mübârek başını yavaş yavaş yastıktan kaldırdı ve onlara şu sözleri söyledi: (Allahü teâlâ, her kuluna şahsî bir rehber vermiştir. Bu rehber, akl-ı selîmi ve vicdânın bulunduğu kalbidir. Eğer bu rehberi iyi ve doğru olarak kullanırsanız, hiç bir zaman doğru yoldan ayrılmazsınız ve Allahü teâlânın rahmetine kavuşursunuz!). (İstefti kalbek, Fe-innehâ teskünü bil-helâl). İşte, seçmiş olmakla iftihâr ettiğim, islâm dini. Bu din, tâm akıl ve mantık üzerine kurulmuş hakîkî Allah dînidir.
Mâlu mülke olma magrûr, deme var mı ben gibi! bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi.
19 WILLIAM PICKHARD (İngiliz) Bir hadis-i şerifte, (Her çocuk müslümanlığa uygun ve elverişli olarak doğar. Bunları sonradan anaları, babaları yahudi, hıristiyân veya mecûsî yapar) buyurulmaktadır. Ben de, o hâlde, müslüman olarak doğmuştum. Ancak, bunun böyle olduğunu anlamaklığım için, aradan birçok seneler geçti. Ben daha çocukken, geçmiş zamanla çok ilgilenirdim. Üniversiteyi bitirdikten sonra, muharrirliğe başladım. O zamanlar tanınmış bir yazar değildim. Ne olacağım da belli değildi. Bana hıristiyân olarak, Allah ve Allaha ibâdet etmek hakkında bazı şeyler öğretmişlerdi. Ben, yalnız onların öğrettiklerine değil, tarihte okuduğum, kibarlık ve cesaret nümûnesi olan her şahsiyyete karşı, âdetâ ibâdete benzer bir râbıta duyuyordum. Nihâyet bana, o zamanlar İngilterenin bir müstemlekesi olan Ugandada bir memuriyyet verildi. Afrikaya gidince, burada hayatın büsbütün başka olduğunu gördüm. Buradaki insanların yaşama tarzı, dünyada zuhûr eden hâdiselere karşı teessürleri, birbirlerine karşı olan muameleleri, İngilterede düşündüğüme ve tahmîn ettiğime hiç uymuyordu. Buradaki insanlar, çok ibtidâî ve güç olan hayat tarzlarını ve karşılarına çıkan türlü türlü müşkilâtı büyük bir tevekkül ile karşılıyorlar, en Ümitsiz zamanlarda bile, neşelerini gayb etmiyorlar, kendileri ne kadar fakir olursa olsun, birbirlerine yardım etmekten çekinmiyorlardı. Onlar birbirlerine, bizim gibi insanların anlıyamıyacağı bir sevgi ve şefkat ile bağlanmışlardı. Şark, esasen beni okulda çok ilgilendirmişti. Cambridge'de (Bin bir Gece) masallarını zevkle okumuştum. Şimdi Afrikada hakîkî şarklı yanında, bu kitabı tekrar elime aldım. Ugandada geçirdiğim bu güç ve zor hayat, beni şarklılara yavaş yavaş yaklaştırdı. Şimdi binbir gece masallarını okurken, onları Ugandalılar ile mukâyese ediyor ve âdetâ onlarla birlikte yaşıyordum. Ben artık buradaki hayata alışmışken, Birinci Cihân Harbi patlak verdi. Asker olmak için alâkalı makama mürâca'at ettiğim zaman, sıhhatimin bozukluğundan dolayı beni askere almadılar. Sıhhatim biraz düzelince, tekrar başvurdum. Bu sefer beni kabûl ettiler ve Fransaya, Alman cebhesine yolladılar. 1917 deki korkunç Somme muhârebelerine katıldım. Bu muhârebelerde yaralandım ve Almanlara esîr düştüm. Almanlar beni Almanyaya götürüp orada hastahâneye yatırdılar. Bu hastahânede çok korkunç şeyler gördüm. İnsanlar bu harbler yüzünden ne kadar perîşân oluyorlardı. Hastahâneye birçok rus esîrleri getirmişlerdi. Bunlar dizanteriden bitkin bir hâle düşmüşlerdi. Almanyada yiyecek vaziyeti çok kötü idi. Esîrlere, hastalara kâfî yiyecek veremiyorlardı. Ben açlıktan kıvranıyordum. Sağ kolumdaki ve sağ bacağımdaki yara bir türlü iyileşmiyordu. Çolak ve kötürüm olmuştum. Almanlara başvurarak, bu hâlimle artık hiçbir zaman muhârib olarak bir işe yaramıyacağımdan, İsviçredeki esîr mübâdele komisyonu vâsıtası ile beni memleketime göndermelerini ricâ ettim. Almanlar muvâfakat ettiler. Beni İsviçreye yolladılar. İsviçrede beni tekrar hastahâneye yatırdılar. Kolum, bacağım işe yaramaz hâle gelmişti. Şimdi ben ne olacaktım?Hayatımı nasıl kazanacaktım?Bunları düşündükce, sonsuz bir Ümitsizliğe kapılıyordum. İşte, tâm bu ruh hâleti içinde iken, aklıma Ugandada satın aldığım bir kitapta okuduğum, Kur'an-ı kerimden alınmış bazı tesellî edici âyetler geldi. O zaman ben bunları büyük bir alâka ve çok muhabbet ile okumuş, tekrar okumuş ve hemen hemen ezberlemiştim. Bunları kalbimden geçirmeye ve her gün birçok defalar tekrar etmeye başladım. O zaman, kalbime bir ferahlık çöküyor, Ümit kapıları açılmaya başlıyordu. Hakîkaten de öyle oldu. İsviçreli doktorlar, beni bir kere daha ameliyyât ettiler. Bacağım düzelmeye başladı. Ben bunu Kur'an-ı kerime borçluydum. Yürümeye başlar başlamaz, ilk işim hemen bir kitap evine giderek, Savarynin bir Kur'an-ı kerim tercümesini satın almak oldu. [Bu kitap, hâlâ benim en kıymetli bir arkadaşımdır. ] Bu sefer Kur'an-ı kerim tercümesini baştan aşağı okumaya başladım. Okudukca kalbim ferahlıyor, ruhum yükseliyor, sanki muazzam bir nûr kitlesi derûnuma nüfûz ediyordu. Ayağım tamamiyle düzelmişti. Fakat sağ kolum hareketsiz kalmıştı. Bunun üzerine Kur'an-ı kerimin emrettiği gibi, Allahü teâlâya tevekkül ederek, sol elimle yazmağı öğrendim. Bu tevekkül sâyesinde, bu iş çok kolay oldu. Sol elimi kullanmağı öğrenince, ilk yaptığım iş, sol elimle Kur'an-ı kerimin âyetlerini yazmaya başlamak oldu. Vaktiyle bir islâm kitabını okurken, oradaki bir hikâye üzerimde büyük bir te'sîr yapmıştı. Bu hikâyede, bir mezarlıkta, kabirlerin yanında kalmış bir gencin, etrâfındakilerin hiç farkına varmadan ve nerede olduğunu da düşünmeden Kur'an-ı kerim okuduğundan bahs olunuyordu. İşte ben de, kendimi onun yerine koyuyor, kendimi Allahü teâlânın lutfuna teslim ediyor ve Kur'an-ı kerim okuyordum. Yâni artık ben müslüman olmuştum. 1918 senesinde Londraya döndüm. 1921 senesinde Londra Üniversitesinde Arabî dersleri almaya başladım. Birgün bana Arabî öğretmenim Iraklı Bay Belşah, Kur'an-ı kerimden bahs etti. (İnanıp inanmamakta serbestsiniz. Fakat onun çok enteresan ve tedkîk etmeye lâyık bir kitap olduğunu göreceksiniz) dedi. Ben ona, (Kur'an-ı kerimi biliyorum, onu okudum ve hem de çok okudum ve ona inanıyorum) deyince, hayretler içinde kaldı. Birkaç gün sonra beni Notting Hill Gatede bulunan Londra câmiine götürdü. Bir sene kadar oradaki ibâdetlere iştirâk ettim. 1922 senesinde resmen müslüman oldum. Şimdi 1950 senesindeyiz. Bugüne kadar islâmiyetin emrettiği her husûsa iki elle sarıldım ve bundan büyük bir lezzet duydum. Allahü teâlânın kudretinin, rahmetinin ve inayetinin hudûdu yoktur. Hayat yolunda bizim taşıyabileceğimiz ve öteki dünyaya da götürebileceğimiz biricik servet, Allahü teâlâya hamd ve senâ etmek, [Ona minnet bildirmek] ve O yüce kudret sahibine sevgi ile bağlanmak, Ona ibâdet etmektir.
20 Bayan MES'ÛDE STEINMANN (İngiliz) Müslümanlık kadar kolayca anlaşılabilen ve insâna cesaret veren başka bir din yoktur. Hayatta, insan ruhunu rahat ve huzura kavuşturan, insana, hâlinden memnûn olarak yaşamağı ihsân eden ve onu öldükten sonra ebedî saadete ve selâmete ulaştıran biricik din, islâmiyettir. İnsan, Allahü teâlânın yarattığı muhtelif mahlûklardan biridir. Muhakkak, diğer mahlûklarla arasında bir bağ vardır. İnsan, Allahü teâlânın yarattığı en mükemmel bir mahlûktur. Ona böyle fazîlet veren, onda bir ruh olmasıdır. İnsanın ruhu, onu dâimâ daha yükseklere götürmeye gayret eder. Ruhu temizliyen ve besliyen ise ancak dindir. Acaba insan ile onu yaratan büyük kudret sahibi arasında ne gibi bir râbıta vardır?Bunu şüphesiz din bildirmektedir. Ben din hakkında muhtelif âlimlerin neler söylediklerini tedkîk ettim. Aşağıda birkaç misâl veriyorum: Carlyle'in (Kahramanlar ve Kahramanlara Tapınanlar) eserinden: (Bir insanın dîni, onun kalbinin îman ettiği bir husûs, onun en bâriz bir sıfatıdır. Din öyle bir şeydir ki, insanın doğrudan doğruya kalbine gider. Onun dünyadaki faaliyetlerini ayarlar. Ona vazîfelerini bildirir. Gideceği yolu gösterir ve onun âkıbetini (sonunu) tâyîn eder). Chesterton'un, (Düşünülecek Olursa) kitabından: (Din, bir insanın, kendinin veya başkalarının varlığında neler bulunduğu hakkında elde ettiği en yüce gerçeği ifâde eder). Ambroce Bierce'nin (Şeytanın Sözlüğü) eserinden: (Din, insanlara, bilmedikleri birçok şeyleri öğreten, onlara hem korku, hem Ümit aşılayan bir kaynaktır). Edmude Burke'un, (Fransa İhtilâli) ismindeki kitabından: (Bütün hakîkî dinlerin emrettiği husûs, Allahü teâlânın emirlerine itaat, Onun şeriatine hurmet ve îtibar ve böylece mümkün olduğu kadar Onun rızasına yaklaşmaktır). Swedenborg'un (Hayat Doktrini) eserinden: (Din demek, iyilik yapmak demektir. Dînin varlığı iyiliktir. ) James Harrigton'un (Okyanus) kitabından: (İster ondan korksun, isterse ondan tesellî bulsun, dünyada herkesin az veya çok, dinle irtibâtı vardır. ) Dünyada herkes birçok defalar bilmediği, anlıyamadığı, îzâh edemediği husûslarla karşılaşır. İşte bunları ona îzâh eden, ona tâm bir îman, itimat bahş eden, ancak dindir. Ben niçin islâm dîninin dünyadaki dinlerin en mükemmeli ve hak din olduğuna inanıyorum?Bunu şöyle îzâh edeyim: Her şeyden önce, islâm dîni yüce, bir tek Allahdan başka tanrı olmadığını, Onun doğmadığını ve doğurmadığını ve Ona benzer başka hiç bir hâlık bulunmadığını bildirir. Allahü teâlânın varlığını, birliğini, azametini ancak Allahü teâlâya yakışır bir azamet ile bildiren başka hiç bir din yoktur. Kur'an-ı kerimde Hûd sûresinin dördüncü âyetinde meâlen, ([Ey kullarım], dönüşünüz ancak banadır. Allah her şeye kâdirdir) buyurmakta, İsrâ sûresinin elli beşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, göklerde ve yerde olan mahlûkatın hâllerini en iyi bilendir) buyurmakta ve Kur'an-ı kerimin diğer bütün sûrelerinde dâimâ Onun (tek hâlık olduğundan), (dâimî olduğundan), (sonsuz olduğundan), (her şeyin Ona mâlûm olduğundan), (en doğru hükmü veren hâkim olduğundan), (en büyük yardımcı olduğundan), (en merhametli bir hâlık olduğundan), (en büyük affedici olduğundan) bahs edilmektedir. Bunları okudukça, insanın Allahü teâlâya nasıl çekildiğini, Onun karşısında nasıl eridiğini ve Onun lutfüna nasıl sığındığını size tarif edemem. Kur'an-ı kerimde, Allahü teâlâ Hadid sûresinin onyedinci âyetinde meâlen, (Biliniz ki, Allahü teâlâ yer yüzünü [kuraklıkla] öldürdükten sonra [yağmurla] diriltir. [Ölü kalbleri de zikir ve tilâvetle diriltir. ] Akıl edersiniz diye bunları açık deliller ile size beyan ettik) buyurmuştur. Nâs sûresinde de, meâlen, ([Ey Muhammed !] Söyle ki, ben insanlardan ve cinden, insanın gönlüne vesvese veren şeytanın şerrinden, insanlara muhtaç oldukları şeyleri gönderen ve onları korkulu şeylerden koruyan ve ibâdet olunmaya hakkı olan mâlikime sığınırım) buyurmuştur. Bu yüce sözleri okuyunca, insan nasıl olur da, bu büyük hâlıka inanmaz ve Ona sığınmaz?Bütün bunlar, insanın hayatta kaldığı müddetce, üzerinde onu koruyan çok merhametli bir hâlıkın bulunduğunu his ederek, rahata kavuşması ve doğru yolu tutması için kâfî gelmez mi? İslâm, en doğru bir din olduğunu ve kendisinden evvel gelen dinlerin bütün doğru kısmlarını kendisinde topladığını açıkça bildirir. İslâmiyetin en büyük kitabı olan Kur'an-ı kerimde yazılı bütün husûsların, sâde, açık ve herkes tarafından anlaşılır mantıkî esaslar olduğunu söyler. Bunlar çok doğrudur. Hakîkaten, eğer Allahü teâlâ ile kul arasında âhenkli bir münâsebet te'sîs etmek, cismânî [bedenle ilgili] ve ruhanî husûsları âhenkli tarzda birbiri ile birleştirmek, dünyada ve âhirette huzur içinde kalmak istiyorsak, muhakkak islâm dînini kabûl etmemiz lâzımdır. Ancak İslâmiyet sâyesinde ruhen ve bedenen tekâmül ederiz. Hıristiyanlık ancak ruhiyyat, vicdan ile meşgûl olur ve her bir hıristiyanın üzerine onun taşıyamıyacağı kadar ağır mânevi, vicdânî yükler koyar. Hıristiyanlık, insanı bir günahkâr olarak kabûl eder ve ondan, onun anlıyamıyacağı ve hiç bir mantığa sığmıyan kefaretler ister. Hâlbuki islâm dîni, yalnız sevgi üzerine kurulmuştur. Hıristiyanlıkta çok derin ilim adamları, insanların değişik ruh hâletlerini inceleyerek, onların üzerine yüklenmiş olan bu ağır yükler arasında belki bir parçacık Allah sevgisi bulabilir. Fakat bunlar da, bugünkü hıristiyanlıkta bu sevgi parçacığının bile birçok hurâfeler altında nasıl büsbütün gayb olduğunu görerek üzülürler. Coleridge bir kitabında, (Hıristiyanlığı fazla seven bir kimsenin, yavaş yavaş hıristiyanlıktan uzaklaşarak, kiliseyi daha fazla sevmesi ve sonunda kendini en fazla sevmesi bir hakîkattir) demektedir. Hâlbuki İslâmiyet bize, Allahü teâlâyı saymamızı, sevmemizi, yalnız Onun emirlerine uymamızı, bir yandan da, kendi aklımızı ve mantığımızı kullanmamızı emretmektedir. Hıristiyanlıkta bir miktâr hakîkat kalmıştır. İslâmiyette ise, herşey hakîkat üzerine kurulmuştur. Kur'an-ı kerimde, Allahü teâlâ, hangi ırktan, hangi renkten olursa olsun, bütün kullarına Yûnus sûresi yüzsekizinci âyetinde meâlen şunu beyan buyurmuşlardır: (de ki, Ey insanlar! Rabbinizden size hakîkat gelmiştir. Doğru yola giren ancak kendi kazancı için girmiş ve sapıtan da kendi zararına olarak sapıtmıştır. Ben sizin bekçiniz değilim). Ben bütün bunları okuduktan ve Kur'an-ı kerimin mânasını iyice kavradıktan sonra, islâmiyetin her türlü düşüncelerime en doğru cevabı verdiğini gördüm, seve seve müslüman oldum. İslâmiyet bana hakîkî yolu gösterdi ve cesaret verdi. Dünyada huzur ve rahata kavuşmak ve âhirette selâmete erişmek için, müslüman olmaktan başka bir tarîk [yol] yoktur. |